DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE DURUM VE DEVRİMCİ GÖREVLERİMİZ (DİP Girişimi - 20-02-2009)
Burjuvazi ve onun sözcüleri her krizde olduğu gibi suçu yine kötü yönetime, ekonomik birimlerin akılcı olmayan davranışlarına bağlamaktadır. Oysa tüm krizler gibi bu krizi de kapitalist üretim tarzının iç çelişkileri yaratmıştır. Marx'ın ortaya koyduğu ve kapitalizmin tüm tarihsel gelişimi içinde doğrulanmış olan kâr oranlarının düşme yasası ve bu yasanın sonucu olarak emek üzerinden sömürü yoluyla elde edilen kârlardan çok daha fazla sermaye birikiminin oluşması krizin temelini oluşturmaktadır. Kriz her ne kadar mali alanda kendini göstermiş olsa da bu krizin nedeni değil sonucu olarak görülmelidir. Sermayenin aşırı birikimine kapitalistlerin getirdiği çözüm spekülatif faaliyetlerinin aşırı şekilde şişkinleşmesi olmuştur. Oluşan finansal balon uzunca bir süre kriz dinamiklerinin üzerini kapatmışsa da balonun patlamasını kapitalizmin tüm pisliklerini ortaya saçmış ve dünyayı üçüncü büyük depresyon olasılığıyla yüz yüze bırakmıştır.
Yeni bir büyük depresyon olasılığı demek, dünyanın işçi, emekçi ve ezilenlerini sert mücadele günleri bekliyor demektir. Kitlesel işsizlik ve yoksulluk kitlelerdeki öfkeyi ve mücadele dinamiklerini yükseltirken başta devletler olmak üzere sermayenin tüm örgütleri saldırganlıklarını arttıracaktır. Krizin karşısında uluslararası sermayenin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki Keynesyen politikalara geri dönerek, 20 yıldır elindeki tüm araçlarla saldırdığı sosyal devlet uygulamalarına geri döneceğini düşünenler hayal görmektedir. Krizin ilk evresinde batan bankalar ve sigorta kurumlarını kurtarmak için ABD ile başlıca Avrupa devletlerinin devasa kaynaklar aktararak ekonomiye müdahale ettiklerini hatta batan kuruluşları devletleştirdiğini gördük. Devletleştirilen bankalar sadece bir mali çöküşün değil aynı zamanda son çeyrek yüzyıla damgasını vuran ve dünya çapında zaferi ilan edilen liberal ideolojinin de iflasının göstergesidir. Bununla birlikte yaşanan süreç burjuva devletlerinin sınıf doğasının bir kez daha açıkça ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. Dünya çapında eğilim işçi sınıfının tüm kazanımlarına ve mevzilerine yönelik saldırıların artması olacaktır.
Kapitalizmin en yüksek aşaması olan ve bir dünya sistemi olan emperyalizm, kapitalist gruplar ve büyük devletler arasında dünyanın paylaşılma mücadelesini içerir. Bir ekonomik depresyon sürecinin bu mücadeleyi keskinleştireceği ve insanlığı yeni ve büyük emperyalist paylaşım savaşlarıyla yüz yüze bırakacağı öngörülmelidir.
Emperyalizmin merkezini kasıp kavuracak olan bu kriz, emperyalizme bağımlı ülkelerde de doğrudan sonuçlar yaratacak niteliktedir. Bugüne kadar sömürge, yarı-sömürge ve emperyalizme tabi ülkelere hiçbir faydası dokunmamış olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların olası krizde bu ülkelerin hükümetleri için de sunacağı olanaklar azalacaktır. Emperyalistler yangında önce "kendi evlerini" kurtarmaya odaklanacaklardır. Bu borçlu ve bağımlı ülkelerin uluslararası dayanışması ve dış borçların hep birlikte reddi için verilecek mücadeleyi çok önemli kılmaktadır.
Küresel ekonomik krizin her ülkede burjuvazinin emekçi sınıflar üzerinde kurduğu ideolojik hegemonyayı sarsıcı bir etki uyandırması kaçınılmazdır. Anti-emperyalist mücadeleyi kendi burjuvazisine karşı mücadeleden ayırmayan bir siyasal hattın önemi krizle birlikte kendini çok daha açık biçimde belli edecektir.
SSCB, 1929 buhranından planlı ekonomi ve dış ticaret tekeli dolayısıyla köklü biçimde etkilenmemiştir. Buna karşılık gerek kapitalist restorasyonun tamamlandığı Sovyet sonrası coğrafya gerekse de kapitalist restorasyonun kat ettiği aşama dolayısıyla Çin yaklaşan bir ekonomik buhrandan doğrudan ve derinden etkilenecektir. Bu durum, söz konusu ülkelerde restorasyonist eğilimlerin gerilemesine ve devletçi bazı alternatiflerin güçlenmesine yol açma potansiyeli taşımaktadır. Ancak bu potansiyelin faşizan, baskıcı burjuva rejimlerine mi yoksa proleter devrimlerine mi yol açacağı sınıf mücadelesinin seyrine ve bu mücadele içindeki öznelerin sistem dışı politik tutum ve iradi tercihlerine bağlı olacaktır. Bu ülkelerde devrimci Marksist öznenin zayıf oluşu ve önderlik krizi en önemli handikap olarak öne çıkmaktadır:...
Önümüzdeki dönemde ekonomik kriz bir dizi ulusal ve uluslararası siyasal krizi de beraberinde getirecektir. Kriz içindeki kapitalizm ulusal ve uluslararası ölçekte saldırganlaşacaktır. Büyük emekçi kitleler dünya çapında büyük mücadelelerin içine itileceklerdir. Krizin yol açacağı sosyal ve sınıfsal basıncın kendiliğinden de olsa açığa çıkaracağı devrimci dinamiklerin, devrimci ve ön devrimci durumlara dönüşmesi kesinlikle bir hayal değildir. Ancak bu mücadelelerin siyasal sonuçlarının ne olacağı önderliklerinin yapısına doğrudan bağlı olacaktır...
Önümüzdeki dönem savaşların, iç savaşların, darbelerin ama bunların yanında da devrimci yükselişlerin yaşanacağı bir dönem olacaktır. Sürekli savaşa karşı sürekli devrimin nesnel dinamiklerini olgunlaştıracak olan ekonomik krize uluslararası ölçekte hazırlanmak, devrimci politikalar oluşturmak ve bunları hayata geçirecek güçlü ulusal seksiyonlar üzerinde yükselecek bir dünya partisini yaratmak temel ve vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Bugün her şey dönüp dolaşıp bir kez daha proletaryanın önderlik krizinde düğümlenmektedir. Bu düğümü çözecek hamle Dördüncü Enternasyonal'in Yeniden Kuruluşu'dur... DİP Girişimi DEYK çatısı altında bu yoldaki örgütlü ve aktif mücadelesini sürdürecektir.
Emperyalist Kapitalizm ve Sürekli Savaş Dönemi
"İki kutuplu dünya"nın ve "soğuk savaş"ın sonu ile ilan edilen tek kutuplu emperyalist kapitalist dünyanın sıcak savaşlarla dolu "yeni" yüzü de belirginleşmeye başladı. Bu çerçevedeki ilk emperyalist saldırı 1. Körfez savaşıdır. Devamında; 90'lı yılların bütününde bu ülke halklarını bölmek için yapılan kışkırtmalar, NATO'nun 1995 bombardımanı, 1999 yılında Kosova savaşı ve NATO'nun saldırısıyla Yugoslavya dağıtılmış, emperyalist güçler Balkanlar'a askeri, siyasi ve ekonomik açıdan egemen güç olarak yerleşmeye başlamışlardır. Kosova'nın "bağımsızlaştırılması" ile emperyalist yeniden yapılanma sürecinin devamı yönünde önemli bir adım daha atılmıştır...
11 Eylül saldırısı emperyalizm tarafından bir "milat" olarak ilan edilmiş ve 2001 yılından itibaren ABD öncülüğündeki saldırıların artırılmasına ideolojik bahane oluşturmuştur. Afganistan'ın dağ taş bombalanarak ve sivil halk katledilerek işgal edilmesini, aynı yöntem ve anlayışlarla 2003 yılında Irak'ın ABD tarafından işgali izlemiştir. 11 Eylül'den sonra ABD başkanı Bush'un "bir insan ömrünü aşacak zaman dilimini alacağını" ilan ettiği emperyalist sürekli savaşın ve yeniden yapılanma sürecinin stratejik hedeflerini doğru tespit etmek gerekmektedir. Bu stratejik hedefler; petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının dünya çapında bir numaralı merkezi olan Ortadoğu ile yeni yeni emperyalizmin hakimiyetine açılan Kafkasya / Orta Asya bölgesini yani bir bütün olarak Avrasya bölgesini, kendi karşısında yer alan rejim ve hareketleri temizleyerek mutlak bir hegemonya altına almaktır. Bu bölge üzerinde kurulacak hakimiyet politik, ekonomik, ideolojik ve askeri bir sıçrama tahtası olarak kullanılarak Rusya ve Çin nihai biçimde hakimiyete tabi kılınacaktır...
Emperyalizm, stratejik hedefleri doğrultusunda işgal ve şiddet yoluyla attığı adımların yanı sıra Ukrayna'da turuncu, Gürcistan'da karanfil "devrim"leri adı altında da hegemonya alanını genişletmektedir. Doğu Avrupa ve Balkanlar'da ABD emperyalizmi kadar Avrupa'nın emperyalist güçleri de aktif konumdadır. AB'nin genişleme stratejisi Doğu Avrupa ve Balkanlar'da eski bürokratik işçi devletlerinin kapitalistleştirilmesi ve emperyalizme tabi kılınmasında başat rol oynarken, emperyalist güçler arası hegemonya çatışmasının da arenası olmaktadır...
Sürekli savaş öncelikle savaşın konusu olan coğrafyanın emekçileri ve ezilen sömürülen halkları olmak üzere tüm dünya proletaryasının başına çöreklenmiş bir emperyalist kapitalist felakettir. Yinede, sürekli savaşın emperyalizm açısından zaferlerle ve tökezlemeden ilerlediğinden söz edilemez. Afganistan'da işgalden bu yana geçen süre zarfında NATO güçleri başkent Kabil dışında kontrolü ellerinde tutamamışlardır. İşgal güçlerinin gitgide artan sivil halka yönelik katliamlarının yanı sıra, Taliban rejiminden sonra ülkede hiçbir iyiye gidişin olmamasının da etkisiyle askeri başarısızlığın yanına siyasal yenilgiyi de eklemektedir. Irak'ın işgali ise ABD'ye bataklık üzerine inşa edilmiş bir üs sağlamanın ötesine geçememiştir. ABD Irak'ta mezhep savaşları ve Araplarla Kürtleri düşmanlaştıran milliyetçiliklerin iç dinamikleri ve çatışmalı karakteristiği sayesinde fiziki varlığını sürdürebilmektedir. ABD emperyalizmin Ortadoğu'da ki sürekli savaş politikalarının öznesidir: ABD'ye Savaş, Ortadoğu'ya Barış!..
İran, tökezleyen emperyalizm karşısında nükleer faaliyetlerini sürdürmektedir. ABD, İsrail ve stratejik müttefikleri tüm tehditlerine rağmen bu gelişmeyi önlemeyi henüz başaramamışlardır. İran'ın nükleer bir güç olması ve İsrail'in bölgedeki nükleer tekeline son vermesi, Ortadoğu'daki askeri ve siyasi dengeleri emperyalist-Siyonist eksenin dışına taşırma eğilimindedir. Bu nedenle de ABD ve İsrail'in, bu kafa tutuşu engellemek için İran'a saldırmaları hala güçlü bir olasılıktır. Ancak bu durum emperyalist-Siyonist zafer için güçlü bir veri olarak görünmemektedir. 2006'da Lübnan'da bozguna uğrayan İsrail Siyonizmi ve Irak'ta tökezleyen ABD emperyalizmi açısından İran'da açılacak yeni bir cephe olası ciddi fiyaskoları da içinde barındırmaktadır...
Rusya emperyalist sürekli savaşın kaderini ciddi oranlarda etkileyebilecek bir güç olarak yeniden tarih sahnesindedir. SSCB'nin yıkılışının ardından emperyalist fonlarla beslenerek kapitalistleşmenin yollarını arayan Polonya, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerde emperyalizm yanlısı hükümetlerin oluşturulmasının ve bu gelişmelerin bir sonucu olarak da Rusya'yı çevreleyen ABD üslerinin çoğalmasının sıkıntısı bilinmektedir. Emperyalist kapitalizmin Rusya ile giriştiği bölgesel hegemonya savaşımı Rusya'yı emperyalist güçler kampında yer alan ABD, AB ve NATO ile "barış içinde bir arada yaşama" politikasını terk etmeye zorlamıştır. Gürcistan'ın, ABD emperyalizminin açık desteğiyle ve İsrail'in askeri, lojistik, istihbarat yardımıyla Güney Osetya'ya yönelik işgal saldırısına karşı şiddetle cevap veren Rusya savaş bayrağını çekmiştir. Emperyalist güçler kampında süren hegemonya ve çıkar çatışmaları ise ABD'nin Rusya'ya karşı restinde bütünlükten yoksun kesintilere yol açmıştır. Sürekli savaşın diğer stratejik hedefi Çin ise Rusya'ya açık bir destek vermekten uzak dursa da yaklaşan felakete karşı hazırlıklı olma zorunluluğunu can alıcı bir biçimde hissetmektedir...
Anti-Emperyalist Olmadan Anti-Kapitalist Olunamaz!
Emperyalist sürekli savaşın ilk yılları dünya proletaryasının çıkarlarını yansıtan devrimci ve anti-emperyalist bir programın ana hatlarını oluşturan deneyimlerle doludur. Yugoslavya'da, Afganistan'da, Irak'ta, Lübnan'da ve en son olarak Kafkasya'da savaşan güçler arasındaki tarafsızlık politikasının gerici karakteri ise apaçık ortadadır. Pasifizm adına ya da anti-Marksist aşırı sol bir dogmatizmle de bu gericilik beslenmektedir.
Devrimci Marksistler emperyalist sürekli savaşın her zaferinin dünya proletaryası ve ezilenler için bir yenilgi anlamını taşıdığının bilinciyle hareket etmek zorundadır. Bu bilincin doğrudan sonucu, her adımda emperyalizmin yenilgisi için mücadele etmek olacaktır. Ancak Devrimci İşçi Partisi enternasyonalist ve sosyalist bir parti olarak politikasını bu amaçlarla sınırlayamaz. Emperyalizmle çelişki halindeki ülkelerin gerici rejimlerine (Irak, İran, Rusya vb.) ya da emperyalizmin hedef tahtasına yerleştirdiği İslamcı (Hamas, Hizbullah, Sadr Hareketi, El-Kaide vb.) ya da burjuva milliyetçisi (el-Fetih, BAAS vb.) önderliklere karşı verilecek politik mücadeleyi de sürekli savaşın önemli ve belirleyici bir parçası olarak görmektedir...
Büyük Rus şovenizmi Rusya'yı yeniden bir uluslar hapishanesine dönüştürmektedir. İran emekçi halkı şeriatçı rejimle ekonomik, siyasi ve sosyal olarak baskı altında tutulmaktadır. Çin kapitalist restorasyonunu vahşi kapitalist yöntemlerle emekçi kitleleri ezerek hayata geçirmektedir. Bütün bunlar çok açıktır ki emperyalizme karşı savaşacak devasa bir gücü yani bu ülkelerin emekçi halklarını emperyalizmin manipülasyonlarına açık hale getirmektedir. Siyasal İslamcı ve milliyetçi hareketler bir elleriyle emperyalizme darbe vurur gibi görünürlerken diğer elleriyle de halkların kardeşliğine saldırmakta ve emperyalist hegemonya savaşına güç kazandırmaktadırlar.
İsrail Siyonizmi, ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli müttefiki ve koçbaşı rolünü üstlenmiştir. Bu temelde Filistin sorunu sürekli savaşın en önemli cephelerinden birini oluşturmaktadır. Filistin, 2009 yılının başında İsrail'in Gazze'ye yaptığı saldırı harekâtıyla yeniden dünya gündeminin üst sıralarına tırmanmıştır. Filistin halkının seçilmiş meşru temsilcisi Hamas'ı geriletmeye yönelik saldırıda çok sayıda sivil ve çocuğun hayatını kaybetmesi, hastane, cami ve okulların vurulması tüm dünyanın haklı tepkisini çekmiştir. Bununla birlikte Devrimci Marksistlerin Filistin sorununun salt insani boyutuyla sınırlı bir tavır geliştirmesi elbette düşünülemez. İsrail'in saldırganlığı Siyonist İsrail devletinin gayr-i meşru karakterinin kitlelere anlatılmasının önemli bir vesilesi olmalıdır. Bu temelde DİP Girişimi, Dördüncü Enternasyonal'in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu (DEYK) ile birlikte ırkçı ve dinci bir devlet olan Siyonist İsrail devletini meşru kabul eden iki devletli çözüm önerilerine kesinlikle karşıdır. İki devletli sözde çözüm, Siyonizmin yerlerinden ettiği milyonlarca Filistinlinin geri dönüş hakkının ilelebet çiğnenmesi, ekonomik ve siyasi bir bütünlükten yoksun toprak parçaları üzerinde kurulacak bir Filistin devletçiği ile Filistin halkının özgürlüğünün ipotek altına alınması demek olacaktır. Çözüm Siyonist İsrail devletinin yıkılması, Yahudi ve Arapların kardeşçe yaşayacağı, iki uluslu, laik, demokratik ve sosyalist bir Filistin'in kurulmasıdır. DİP Girişimi bir yandan bu çözümün propagandasını yaparken diğer taraftan İsrail'e karşı direnişin zafer elde etmesi için -başta Türkiye'nin Siyonizmle işbirliğini sona erdirmek olmak üzere- direnişe destek politikasını sürdürecektir...
Afrika sürekli savaşın acısını yakın zamanda Etiyopya ve Somali arasındaki savaşta yaşamıştır. Başlangıçta Etiyopyalı taşeronlarını savaş alanına süren ABD emperyalizmi daha sonra uçakları ve füzeleriyle savaşa doğrudan dahil olmuştur. Sudan ABD'nin tehdidi altındaki ve gözdağı vermek istediği başlıca ülke olarak öne çıkmaktadır. ABD'nin emperyalist saldırganlığı bir yandan bölgedeki İslamcı ve milliyetçi odaklarla uğraşmak zorunda kalırken, sürekli savaşın vahşeti ve yarattığı korku, ekonomik kriz ve gerilikler, açlık ve sefaletle de birleşince Libya'yı ve bölgenin birçok ülkesini ABD'nin ve genel olarak emperyalizmin yörüngesine sokmaktadır. Afrika'nın artık dünyaca kanıksanmaya başlayan açlık çilesi emperyalizmin insani görünümlü reklam kampanyalarının sahnesi olmayı sürdürürken artık dünyanın tok bölümlerini de tehdit eden gıda krizi kıta açısından son derece karanlık bir geleceğin habercisidir.
Devrimci İşçi Partisi Girişimi anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamayacağı gibi özellikle bugünkü yeni dünya durumunda anti-emperyalist olmadan anti-kapitalist bir mücadelenin yürütülemeyeceğinin bilinciyle de hareket etmektedir. Emperyalist sürekli savaşa karşı en ön safta yer alma kararlılığı ile politikalarını ve örgütlenmesini bu hatta temellendirecektir...
Sürekli Savaşa Karşı Sürekli Devrim!
Devrimci Marksistler, sürekli savaşın miladı olarak ilan edilen 11 Eylül'ü ve sonrasını sadece yorumlamakla ve analiz etmekle yetinemezler. Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla devam ettirilmesi demek olduğundan sürekli savaşa karşı politik bir çıkış ve devrimci bir strateji gerekmektedir. Devrimci İşçi Partisi Girişimi bu doğrultudaki stratejik perspektifini "Sürekli Savaşa Karşı Sürekli Devrim!" sloganıyla ifade etmektedir. Emperyalist sürekli savaş ezilen dünya halklarının ve uluslararası proletaryanın üzerine felaketler yağdırırken diğer yandan da dünyada sınıf mücadeleleri ve devrimci dinamiklerde gelişme eğilimleri görünmektedir...
Latin Amerika bu çerçevede bir adım öne çıkmaktadır. ABD emperyalizminin arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika Arjantin'den, Bolivya'ya, Ekvator'dan Venezüella'ya devasa direnişlerle sallanmaktadır. Bu direnişler kimi zaman Arjantin, Bolivya ve Meksika (Oaxaca)'da olduğu gibi devrimci yükselişler biçimini alsa da kapitalizme hayati darbeler henüz vurulamamıştır. Latin Amerika tarihinde görülmemiş bir biçimde merkez sol hükümetlerle milliyetçiliğin bir araya geldiği siyasi deneyimler yaşanmaktadır. Venezüella'dan, Bolivya'ya emperyalizmle çelişki içine düşen hükümetleri emperyalizme karşı savunmak önemli bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Diğer yandan milliyetçi burjuva önderliklerden ötesini beklemek yani sürekli devrimi bu önderliklere havale etmek telafisi mümkün olamayacak bir ölümcül hatadır. Bu çerçevede Latin Amerika'da devrimci önderliklerin inşası, kıtada kitle mücadelelerini devrime doğru yönlendirmek kadar sürekli savaşa karşı yeni bir cephe açılması, emperyalizme karşı savaşan emekçi halklara -İslamcı, milliyetçi vb. önderlikler karşısında- sosyal devrim alternatifini sunması açısından son derece önemlidir. Tüm bunlara Kastro sonrası Küba'da restorasyonist eğilimlerin adım adım güçlenmesi de eklenmektedir. Küba'da politik bir devrim için mücadele eden DEYK'in (Dördüncü Enternasyonal'in Yeniden Kuruluşu Koordinasyonu) pozisyonu bu açıdan çok önemli bir yerde durmaktadır.
Avrupa emperyalizmi ABD ve Japon emperyalistleriyle rekabet ederken bu rekabetin tüm yükünü kıtanın emekçi sınıflarına yüklemekte kararlı görünmektedir. Sürekli savaş sürecini ABD'ye tabi biçimde ve hep bir adım geriden takip eden, son Kafkas savaşında Sarkozy'nin yaptığı gibi bulduğu fırsatlarda inisiyatifini genişletmeye çalışan Avrupa Birliği'nin en büyük sorunu ise içeride bir türlü pasifize edemediği mücadelelerdir. Hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri son birkaç yıl içinde grevler ve genel grevlerle sarsılmıştır. Kıtada sayısı her geçen gün artan göçmenler ise başta Fransa olmak üzere hızla politize olmakta ve siyah isyanlar yoluyla sistemle hesaplaşmaktadır.
Asya kıtası Çin ve Hindistan'ın ekonomik büyümede gösterdikleri başarıyla dünya gündemine gelmektedir. Devrimci Marksistler kıtanın tümünde her an yoğunlaşan sınıf mücadelelerine dikkat çekmek durumundadırlar. Çin'de tüm baskı ve bağımsız örgütlenme yasaklarına rağmen sayısız işçi mücadelesi yaşanmaktadır. Gıda krizi Bangladeş'te bir halk isyanına neden oldu ve bu isyanlar yayılma potansiyeli göstermektedir. Nepal'de devrimci bir durum yaşanmış ve süreç reformcu gerillacı NKP(M)'yi kurulan burjuva hükümetine katılmaya kadar taşımıştır. Ne var ki -Nepal dahil- devrimci önderlik krizi tüm kıtada kendini son derece yakıcı biçimde göstermeye devam etmektedir.
Bir kez daha tüm dünya çapında insanlığın krizi proletaryanın önderlik krizinde düğümlenmiştir. Bu krizin çözümü Dördüncü Enternasyonalin yeniden kuruluşunu ve ulusal ve uluslararası düzeylerde kitleselleşmesini ve güçlendirilmesini hayati bir görev olarak karşımıza çıkarmaktadır.
TÜRKİYE'DE DURUM VE DEVRİMCİ GÖREVLERİMİZ
Devrimci İşçi Partisi Girişimi olarak yayınladığımız ilk çağrımızda Türkiye'nin üç savaş içinde felakete doğru sürüklendiğini belirtmiştik. Bu üç savaştan biri Türkiye'yi hem coğrafi hem de siyasi olarak çevreleyen emperyalist sürekli savaştır. Henüz Türkiye sıcak çatışmalar anlamında sürekli savaşa dahil olmamışsa da gerek Balkanlar, Afganistan ve Lübnan'daki askerleriyle gerekse NATO üyesi sıfatı ve ABD ile yakın işbirliğiyle sürekli savaş sürecini doğrudan yaşamaktadır. Diğer savaş çeyrek asırdır süren ve Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine karşı devam eden savaştır. Bu savaş sıcak bir savaştır. Devletlerin karşı karşıya geldiği birçok savaştan daha fazla insanın canına mal olmuş olan, devasa kaynakların akıtıldığı bu haksız savaş Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün temel kaynağı olmakla birlikte Türkiye işçi ve emekçilerinin geleceğine konmuş bir ipotektir. Nihayet üçüncü savaş burjuvazinin farklı kanatları arasında yaşanan ekonomik-politik iç savaştır. Bu iç savaş ülkedeki siyasal güçlerin konumlanışında son derece belirleyici bir yerde durmaktadır. Bir yanda TSK ve Kemalist bürokrasi batıcı-laik burjuvazinin vurucu gücü rolüne soyunmuş, diğer yanda %47'lik bir oy desteğiyle AKP, temsil ettiği kesimlerin çıkarlarını daha keskin savunmaya başlamıştır. Bu güçlerin karşı karşıya gelişi siyaset arenasında herkesi içine çeken ve bu kamplardan birinin ardında saf tutmaya zorlayan bir anafor yaratmıştır.
Dördüncü ve değişmez savaş ise Türkiye işçi sınıfı ve ezilenlerinin kurtuluşunu sağlayacak sınıf savaşımıdır. Sınıf mücadelesi özellikle 2007 yılının yaz aylarından başlamak üzere artan bir grafik izlemiş ve Türkiye'de işçi sınıfının bağımsız bir odak olma potansiyelini ortaya koymuştur.
Kürtlerle barış ABD ile savaş!
Sürekli savaş Türkiye açısından hemen hemen en başından beri Kürtlerle yapılan savaşla iç içe gelişmektedir. ABD Irak'ı işgal etmeden önce Türkiye'nin müttefiki olarak yanında yer almasını istemiştir. Türkiye (TSK ve AKP hükümetinin mutabakatıyla) hemen operasyonun ilk aşamasında olmasa da adım adım Kuzey Irak'ta inisiyatif kazanmak karşılığında ABD'ye topraklarını kullandırma kararı vermiştir. Buna karşın ülkedeki savaş karşıtı ve anti-emperyalist muhalefet, meclis üzerinde ciddi bir basınç yaratmış; bu, İslamcı kökenden gelen AKP'nin çelişkileriyle bir araya gelmiş ve 1 Mart'ta meclise sunulan tezkerenin kabul edilmesi için yeterli oy sayısına ulaşılamamıştır. Bundan sonra ABD'nin Irak'ın güneyinden başlattığı harekat Kuzey Irak'ta Türkiye'nin değil, Barzani ve Talabani'nin başını çektiği bölgesel Kürt önderliklerinin inisiyatif kazanmasına yol açmıştır. Bu süreç Talabani'nin Irak Devlet Başkanı, Barzani'nin ise Kürdistan özerk bölgesinin lideri olmasına kadar uzanmıştır. Tüm bu dönem boyunca Türkiye Devleti'nin Güney Kürdistan'daki askeri ve siyasi etkinliği azalırken PKK de bölgede askeri açıdan elverişli bir üs bölgesi elde etmiştir.
Bu verili durum ABD ve Türkiye arasında Güney Kürdistan merkezli bir çıkar çatışması yaratmıştır. ABD, Irak istilasında destek alamadığı Türkiye'ye cevap olarak, Güney Kürdistan'da destek vermemiş ve genel olarak Kürt sorununda bir dönem boyunca Türkiye Devleti ile yakın bir işbirliği içine girmemiştir. Ancak genel kanının aksine ABD, Güneyli Kürt önderliklerine de tam destek vermemiştir. Kerkük referandumunun sürekli ertelenmesi ABD'nin inisiyatifi dahilinde olmaktadır. ABD, Irak işgalini sürdürmek için Şii ve Sünni Arap işbirlikçilerini yanında tutmak zorundadır ve Türkiye ile Kafkasya, Orta Asya ve İran başlıkları dolayısıyla köprüleri atmaya hiçbir aşamada gönüllü gözükmemiştir. Dolayısıyla, yarım haliyle bile bağımsız Kürdistan projesi ABD'den vize alamamaktadır. PKK söz konusu olduğunda ise mesafe daha da açılmaktadır. ABD, PKK ile bir ittifak ilişkisi içine girmemiştir. Buna karşın, Türkiye'nin PKK'ye karşı sınır ötesine taşan bir harekete girişmesini bir dönem boyunca engelleyerek 1 Mart'ın cezasını vermiş, zaman zaman Süleymaniye'de yaşanan (çuval geçirme olarak anılan) Türk askerlerinin gözaltına alınması vakasında olduğu gibi Türkiye yönetiminin ve ordusunun burnunu sürtmek istemiştir.
Tablo, 21 Ekim 2007'de Dağlıca baskınından sonra daha da netleşmeye başlamıştır. Baskının ardından, medya, burjuva partileri, devlet yetkilileri ve kamu kurumları eliyle halka yüksek dozda şovenizm zerk edilirken, 5 Kasım'da Başbakan Erdoğan ABD'ye gitmiş, bu tarihin öncesi ve sonrasında da her iki ülke Genelkurmay'ları arasında bir dizi temas gerçekleştirilmiştir. 5 Kasım'ın ardından PKK'ye karşı topyekûn bir imha hareketine girişileceği açıkça görünür olmuştur.
Kürt hareketine karşı oluşan geniş cephenin (Avrupa Birliği'nin de siyasi destek vererek katıldığı) ilk icraatı Şubat ayında gerçekleşen sınır ötesi operasyondur. ABD'nin aktif istihbarat desteğiyle ve hava saldırısıyla başlayan süreç kara harekatıyla devam etmiş, ancak harekat askeri açıdan bir fiyasko olmuştur. Sürenin uzaması üzerine harekât ABD'nin direktifiyle sona erdirilmiştir. Böylece, askeri fiyaskoya siyasi açıdan da tam bir bozgun eklenmiştir.
AKP'nin kapatılmaması ve Ergenekon adıyla simgeleşen darbecilerin ve kontgerillanın üstüne tam anlamıyla gidilmemesi konularında TSK ve AKP'nin vardığı mutabakatın en önemli sonucunun, yeni sınır ötesi operasyonlar ve topyekün imha girişimleri olacağı beklenmektedir. Bu mutabakatın en önemli harcı da ABD emperyalizmine biat politikasıdır. Kürt hareketine yönelen operasyonlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'daki stratejik işbirliği gereği, ABD tarafından da destek bulacağı ve istihbarat yardımı sağlanacağı bilinmektedir. ABD emperyalizminin desteğiyle ezilen Kürt halkına ve temsilcilerine yönelik gerçekleşecek tüm operasyonlara karşı; Kürtlerle barış, ABD ile savaş!
Kafkaslar'da yaşanan savaş göstermiştir ki; 5 Kasım ve sonrasındaki sayısız temasta ABD'ye verilen teminatlar ABD'nin bölgedeki her türlü operasyonunda Türkiye'yi destek vermeye zorlayacaktır. Yardım görünümü altında Karadeniz'de ABD gösterisi yapmaya giden savaş gemileri Boğazlar'dan sorunsuz biçimde geçmiştir. Türkiye, kısa süreli de olsa gümrükler üzerinden Rusya ile karşı karşıya gelmiştir. Türkiye Kürt sorununda askeri çözüm ısrarı yüzünden iyice bağlandığı ABD'nin Kafkaslar'da taşeronluğunu yapmaya başlamıştır. Gül'ün futbol maçı dolayısıyla Ermenistan'a ziyareti bile bu bağlamda değerlendirilmelidir. Şu anda Rusya, taktik olarak Türkiye ile ilişkileri germe yoluna gitmiyorsa da ABD taşeronluğunun Gürcistan'ı sürüklediği felaketin benzeri, İran söz konusu olduğunda Türkiye emekçi ve ezilenlerinin de başını yakacaktır. Bu nedenle ABD emperyalizmin bölgedeki hesaplarına ve işbirlikçiliğine karşı; ABD'ye savaş, Ortadoğu'ya ve Kafkaslar'a barış!
Bu sloganlar sürekli savaşın belirlediği bir dönem ve coğrafyada genel anlamda emperyalizme karşı başkaldırı çağrısıdır. Çağrının özünde; ezilen Kürt halkı ve temsilcileriyle ve tüm bölge halklarıyla barış, emperyalizme karşı savaş vurgulanmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında devrimci Marksistler tarafından ezilen Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin fiili olarak desteklenmesi, Kürt özgürlük hareketine yönelik tecrit, inkar ve imha temelindeki politik ve fiili saldırılara karşı açık tutum alınması gerekmektedir. Ezilen ulus olan Kürt halkının talepleri ve mücadelesini fiilen desteklemek, öncelikle Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesinin gereğidir. Aynı zamanda da ABD'nin bölgedeki çıkar ve stratejisine, emperyalizme karşı mücadelenin gereğidir.
Burjuvazinin iç savaşının temelleri
Sürekli savaş, dünya konjonktüründeki belirleyici rolünü Türkiye politikası açısından da sürdürürken burjuvazinin iç savaşı olarak adlandırdığımız siyasal süreç Türkiye'nin iç dinamikleri açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
1923 yılında Mustafa Kemal önderliğinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, "muasır medeniyet seviyesine ulaşma" sloganında cisimleşen stratejik bir yönelişle kaderini batı emperyalizmiyle bütünleşme yönünde çizmiştir. Kemalizm devletçilik politikasıyla burjuvazinin oluşumu ve gelişimi için korunaklı bir sosyal ve ekonomik ortam oluştururken, Türkiye'de yeşeren büyük burjuvazi de Kemalist devletin stratejik yönelişini içselleştirerek bugünlere taşımıştır. Bugün Türkiye büyük burjuvazisinin hakim kanadını oluşturan ve TÜSİAD çevresinde kendini ifade eden kesimin batıcılığı, uluslararası sermaye ve batı emperyalizmi ile eklemlenme ihtiyacından ve bu tarihsel projeden ileri gelmektedir. Büyük burjuvazinin batıyla bütünleşebilmesinin önemli bir koşulu da dinin ekonomi ve politika alanlarının dışında tutulması ve kaynağını batıdan alan laikliğin yerleştirilebilmesidir. Zira Kemalizm'in batıyla bütünleşme projesinin önündeki en büyük engel sadece siyaseten değil, ekonomik ve kültürel açıdan da İslam'ın belirleyiciliği olmuştur.
1950'li yıllarla birlikte özellikle Anadolu'da ve kısmen İstanbul'da yeni bir sermaye dilimi palazlanmaya başlamıştır. Bu sermaye kanadı dönemin ithal ikameci politikalarının da etkisiyle ulusal pazarın sunduğu çerçevede büyümüş ve TÜSİAD burjuvazisinin aksine devletle köklü ve sistematik bir bağ içinde olmadan gelişmiştir. Bu sermaye kesimi, ideolojik olarak İslami bir yönelimde olmuş, batıyla ilişkilere mesafeli durmuş ve kendi hinterlandını oluşturan küçük burjuvaziyle birlikte siyasal İslam'ın arkasındaki temel ekonomik ve sosyal gücü meydana getirmiştir. Bir tür burjuva manifesto niteliğindeki 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri darbesi ile başlayan süreçte ise holdingleşme ve finans-kapitalin bir parçası olmaya evrilmeye fırsat bulmuş, askeri cunta ve devamı hükümetlerce desteklenmiştir. Geç palazlanmış Anadolu burjuvazisi ile TÜSİAD'la simgeleşmiş büyük burjuvazinin ekonomik-politik çelişkilerinin adıma adım çatışmaya ve ardından da politik iç-savaş boyutlarına varması 12 Eylül'den bu yana hızlı bir gelişme göstermiştir. Siyasal İslam eksenindeki Anadolu burjuvazisi, önceleri siyasal iktidardan pay ve temsil hakkı almak için mücadele ederken, bugün iktidarı talep etmekte ve almak için neredeyse bütün alanlarda mücadele etmektedir.
Bu iki burjuva kamp işte bu nesnel zemin ve çelişkiler üzerinde sürekli bir egemenlik mücadelesi içindedir. Ancak elbette ki bu iki kamp arasında uzlaşmaz bir çelişkiden söz edilemez. Burjuvazinin en genel sınıf çıkarları bu iki kampın uzlaşma noktasıdır. Sadece işçi sınıfına yönelik saldırılar değil, Türk şovenizmi ve özel olarak Kürt düşmanlığı da ulus devlet temelinde varlık bulan burjuva düşman kardeşlerin birleştiği noktalardandır.
28 Şubat'tan önce siyasal hegemonyasını Refah Partisi aracılığıyla güçlendiren ekonomik gücünü de adım adım arttıran siyasal-İslam eksenindeki burjuvazi, 28 Şubat'ta hem siyaseten (Refah-Yol hükümetinin istifası, Refah Partisi'nin kapatılması vb) hem de ekonomik açıdan (TSK tarafından çıkarılan yeşil sermaye listeleriyle) büyük darbe yedi. 28 Şubat'ın en büyük destekçisi ise Erbakan'ın Müslüman ülkeleri G-8 karşısında birleştirme projesi gibi çıkışlarından son derece rahatsız olan ABD emperyalizmidir. Avrupa emperyalizmi de 28 Şubat'a karşı olumlu bir tutum takınmıştır.
Siyasal İslamı parçalamak, zayıflatmak ve ehlileştirmek için desteklenen Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki yeni oluşum İslamcı siyaseti liberal bir pragmatizmle birleştirerek, batı emperyalizmiyle barıştırdı. Erdoğan, henüz siyasi yasaklı iken ve parti kurulmamışken ABD ziyaretleri ile iktidar için icazet alıyordu. Batıcı-laik büyük burjuvazi yeni Erbakan maceraları istemediğinden, İslamcı burjuvazi ise yeniden listelere alınmak ve TSK ile karşı karşıya gelmemek için bu projeyi desteklediler. Dahası siyasal İslam'ın ekonomik-politik gücü olan burjuvazinin ölçeği büyüdükçe batı emperyalizmiyle bağları kuvvetlenmiş ve AB projesi desteklenir hale gelmişti.
2001 ekonomik krizi burjuvazinin geleneksel partilerini sağıyla soluyla darmadağın etti. 2001 krizinde hükümette olan ANAP ve DSP bugün marjinal partiler haline gelirken, 2002 seçimlerinde meclis dışı kalan faşist MHP için Kürt sorunundaki çözümsüzlük ve yükselen şovenizm adeta bir hayat öpücüğü işlevi görecekti. Burjuvazinin geleneksel partilerinin çökmesi sonucu burjuvazinin siyasal temsilini ve emekçi kitleler üzerinde hegemonyasına sağlayabilecek tek parti, "denenmemiş" AKP idi. Zira Özal döneminde kısmen çözülmüş olan burjuvazinin siyasal temsili o dönemden bu yana istikrara kavuşturulabilmiş ve yapısal değişiklikler gerçekleştirilebilmiş değildir. Bu nedenle AKP, 2002 seçimlerinde ve sonrasında burjuvazinin her iki kanadının da desteğini almıştır. Siyasal İslamın eksenindeki burjuvazi, artık iktidarı hedeflediğinden kendi temsilcisine stratejik bir destek, laik TÜSİAD sermayesi ise taktik ve koşullu bir destek sunmuştur. Batıcı-laik kanadın desteği taktik bir destektir çünkü geleneksel burjuva partilerinin örgütsel ve siyasal çöküşleri dolayısıyla AKP tek alternatif kalmıştır. Koşullu bir destektir çünkü burjuvazi AKP'den liberal politikalardan ve başta AB üyeliği olmak üzere emperyalizmle bütünleşme hedefinden kopmamasını şart koşmuştur.
ABD emperyalizmi açısından ise AKP, "Müslüman" bir taşeron olarak Ortadoğu'da oldukça cazip görünmektedir. Diğer yandan 1 Mart tezkeresinin reddinde AKP yönetiminin emperyalizme bağlılık yeminlerine rağmen İslamcı tabanın basıncının ayak bağı olabileceği de görülmüştür. İran'a saldırmayı hedefleyen bir ABD'nin bunu not etmediğini düşünmek safdillik olur. Dolayısıyla ABD emperyalizminin AKP'ye desteği geçici ve koşullu iken, NATO üyeliği ile organik bağlar kurduğu TSK ile stratejik ittifakı söz konusudur. AB ise AKP'nin ilk dönem gerçekleştirdiği AB uyum icraatlarına açık methiyeler düzmüştür. Ancak Kıbrıs vs konularındaki AB kararları üzerine icraatların yavaşlaması ve türban-laiklik tartışmalarında AKP'yi zaman zaman uyarmıştır. Kapatmama kararını ise AB ile uyum süreci için AKP'ye verilmiş yeni fırsat olarak değerlendirmiştir.
Muharebeleri, çatışmaları, ateşkesleriyle burjuvazinin iç savaşı
AKP'nin ilk hükümet dönemi karşılıklı birbirini deneme dönemi olarak geçmiştir. AKP'nin türban, İmam Hatipler vb. başlıklardaki çıkışları gerek TSK, gerek TÜSİAD'ın kendisi gerekse de CHP gibi partilerden tepki almış bu tepkiler kısa süreli bir hesaplaşmaya dönüşmese de AKP'nin çizilen sınırlar içinde durmakta pek de istekli olmadığını ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla gerilim tırmanmaya başlamış ve gerçek anlamda bir siyasal iç savaş görüntüsü ortaya çıkmıştır.
Görünürde meclis çoğunluğuna dayanarak istediği ismi Cumhurbaşkanı seçebilecek olan AKP'nin karşısına Anayasa'ya göre oylamada 367 kişinin bulunmasının zorunlu olduğu iddiası çıkartıldı. 12 Nisan'da TSK "sözde değil özde laik" Cumhurbaşkanı istediğini ilan etti. Tartışmalar sürerken 27 Nisan'da TSK'nın açık muhtırası geldi. Bu muhtırayla TSK, kendini Cumhurbaşkanı seçimlerinde açık bir taraf olarak ortaya koydu. Sonraki süreç bir restleşme şeklinde devam etti. İki taraf da bu kavgayı nereye kadar götürebileceğini tartıyor ve her aşamada ABD'nin icazetini bekliyordu. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ve Başbakan Erdoğan, "siyasal-İslam laik rejim için tehlikedir" ile "ılımlı İslam iyidir" karşıtlığı içinde ABD'ye giderek ayrı ayrı görüşmelerde bulundular. Bu görüşmelerde ABD'nin Ortadoğu stratejileriyle TC'nin bölgesel çıkarları alabildiğine ortaklaştırılmaya çalışıldı. Başta Ortadoğu olmak üzere, Balkanlar ve İslam coğrafyası içinde TC, ABD'nin siyasal yönelimlerinin açılımı olacak ve Irak işbirliği, Kerkük ve Türkmen açılımlarıyla birlikte TC'nin, Kürt "sorunu"nu bildik yöntemlerle çözmesine imkan verilecekti. Böylece her iki cephe ABD eliyle bölgesel stratejik çıkarlar ve Kürt "sorunu"nun çözümü üzerinden uzlaşmaya sevk edildi.
Cumhuriyet mitingleri, darbe söylem ve beklentileri ile gelişen bu süreçte, ABD'nin telkinleri üzerine 4 Mayıs'ta Dolmabahçe zirvesinde burjuvazinin iki cephesini temsilen Erdoğan ve Büyükanıt mutabakata varmıştır. Laiklik ve rejim kaygılarının bu zirvenin gündemi olduğu bilinmektedir. Zira AKP milletvekili listesindeki 100 ismin Büyükanıt'ın talebi üzerine Erdoğan tarafından değiştirilmesi bu toplantının sonuçlarından biridir. Görüşmenin diğer uzlaşı konuları ise emperyalizmle işbirliği ve Kürtlere topyekûn saldırı noktalarında gerçekleşmiştir. Görüşmenin ardından 8 Haziran'da TSK, ikinci bir muhtıra vermiştir. Bu muhtıranın konusu ise Kürtlere karşı savaştır. Halk teröre karşı refleks göstermeye çağrılmış, Genelkurmay Başkanı tarafından "Ne mutlu Türküm diyene "demeyen herkes hain ilan edilmiştir. Kürt düşmanlığı bu muhtıranın ardından düşman burjuva kampları arasında bir harç vazifesi görmüştür. TSK, 22 Temmuz seçimlerinde Kürt illerinde DTP'ye karşı AKP'yi desteklemiştir. Erdoğan'ın da seçim akşamı yaptığı şovenizm dozu yüksek, ırkçı ve savaş çığırtkanı konuşması bu açıdan manidardır. TSK, bir ölçüde gerginliği tırmandırmama yoluna gitmiş ve 22 Temmuz seçimlerinin ardından Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesine ses çıkartmamıştır. Ardından da Erdoğan'ın 5 Kasım'da ABD ziyareti ve beklendiği gibi PKK'ye yönelik sınır ötesi hava ve kara harekâtı gerçekleşmiştir.
Her savaş gibi burjuvazinin iç savaşında da farklı muharebeler yaşanmaktadır. Muharebelerden kimini bir kanat kimini öbür kanat kazanırken, arada ateşkes dönemleri de yaşanmaktadır. Dolmabahçe mutabakatıyla oluşan bu dönem ise AKP'nin üniversitelerde türbanı serbest bırakmaya karar vermesiyle sona ermiştir. Batıcı-laik büyük burjuvazi, Kemalist bürokrasi ve yargı eliyle AKP'yi kapatma davasına kadar uzanan bir karşı saldırı başlatmıştır. AKP'nin bu saldırıya cevabı ise Ergenekon soruşturması ve bu kapsamda yapılan çok sayıda gözaltı ve tutuklamalar olmuştur. Bu süreçte ipler tamamen gerilmiş ve Anayasa Mahkemesi'nin türban değişikliğini iptal etmesi üzerine AKP'nin kapatılması yakın bir olasılık haline gelmiştir. AKP ise Ergenekon operasyonunun kapsamını genişleterek bu savaşı daha görünür hale getirmiştir.
Bu gelişmeler arasında 24 Haziran'da Başbakan Erdoğan ile o tarihte Kara Kuvvetleri Komutanı, şimdiyse Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ, Başbakanlık binasında içeriği açıklanmayan bir görüşme yaptılar. Bu görüşme ile Dolmabahçe uzlaşmasından bir yıl sonra bu sefer kapatma ve Ergenekon davalarında yeni bir mutabakat gerçekleşti. 1 Temmuz'da darbe planlayan paşalardan Eruygur ve Tolon gözaltına alınarak tutuklandı. Genelkurmay, kapatma davası ile ilgili yorum yapmayarak "devletin yetkili kurumlarını" işaret etti. Neticede Anayasa Mahkemesi AKP'yi laiklik karşıtı odak olarak tescillerken, ince matematik hesaplarıyla kapatılmama kararı verdi. Kapatmama kararının ardından toplanan Yüksek Askeri Şura'da ise hiç ihraç kararı verilmemesi, mutabakat konusunda CHP'nin sert muhalefetine yol açtı.
Kapatılmama kararı, AKP üzerinde demoklesin kılıcı görevini görmektedir. Ne var ki bu süreç de yeni çatışmalara gebedir. Ergenekon kapsamında görevdeki bir subayın tutuklanması ve buna karşılık TSK adına bir generalin Ergenekon sanığı Eruygur ve Tolon'u ziyaret etmesi ve devam eden Ergenekon gözaltı ve tutuklamaları bunların örnekleridir.
Devrimci İşçi Partisi Girişimi bir yandan burjuvazinin iki kutbunun emekçi kitleleri kendi arkasında toplamak için uyguladığı politik manevraları teşhir edecek diğer yandan işçilerin ve ezilenlerin çıkarları doğrultusunda anti-emperyalizm, temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi devrimci yönelişine bağlı kalarak sürdürecektir. Bu temelde DİP Girişimi Ergenekon davasının, kontrgerillanın dağıtılması hedefiyle derinleştirilmesini savunmaktadır. Kontrgerillaya karşı verilen mücadele, Türkiye burjuvazisinin başta işçi sınıfı ve Kürt halkı olmak üzere tüm ezilenler üzerinde uyguladığı sistematik baskı ve şiddete karşı verilen mücadelenin kopmaz bir parçasıdır.
Cevabı sınıf savaşı verecek!
Burjuvazinin iç savaşı bir taraf lehine sonuçlanmadan, bu kavganın yer yer yeniden alevlenmesi ve gelişmelere bağlı olarak yangına dönüşmesi olasılığı mutlaka hesaba katılmalıdır.
Bu savaşın belirlediği Türkiye siyasal konjonktüründe işçi sınıfı bağımsız politik bir özne olarak mücadele arenasına çıkmadıkça ve etrafında bir üçüncü odak oluşturmadıkça, egemenlerin bağrındaki iç savaşın tüm emekçileri felaketlere sürüklemesi kaçınılmazdır. Bu süreç bürokrasi ile sivil toplum; liberalizm ile ulusalcılık, egemenler arasında bürokratik zümre ile burjuvazi vb. arasındaki bir kavga olarak tariflendikçe emekçilerin pusulası şaşacak ve tüm yollar burjuvazinin bir kanadının peşine çıkacaktır. Burjuvazinin iki kanadının karşısına, üçüncü bir cephe ile çıkılmalıdır. Üçüncü cephe, emekçi yığınlarla, Kürt ezilenlerini buluşturacak bir emek ve özgürlük cephesidir.
Burjuvazinin uzlaştığı konular, bizlerin uğruna savaşacağı konular olmalıdır. Emekçilere saldırı yasalarında, emperyalizme hizmette ve Kürt düşmanlığında anlaşıyorlar. Biz sermayeye karşı işçi ve emekçilerin mücadelesini yükseltmeliyiz. Kürtlerle barış ABD'yle savaş şiarını yükseltmeli; halkların kardeşliğini emperyalizme karşı savaşımızın biricik zemini yapmalıyız. İşçi sınıfı 2007 yılından itibaren tüm bunları başarabileceğini göstermiştir. THY ve Telekom grevleriyle başlayan süreç çok sayıda grev ve direnişlerle devam etmiştir. Polatlı'da tarım işçileri mücadeleye katılmış, Tuzla'da tersane işçileri yıllardır süren cinayetleri ülke gündemine taşımıştır. 14 Mart'ta iş bırakmalar ile eylemler sokaklara taşmıştır. SCT, Novamed, Yörsan, TEKEL, Unilever, Desa ve diğerleri... Henüz sınıf hareketi siyasi bir olgunlaşma yaşamasa da 1990'ların ikinci yarısındaki ve 2001 krizi sonrasındaki yaprak kımıldamayan dönem çoktan geride kaldı. Devrimci Marksistlerin görevi bu mücadeleyi yükseltmek ve burjuvazinin kamplarından bağımsız bir proleter siyasal olgunluğa eriştirmektir. Bu doğrultuda sadece burjuvazi ve devlet değil, sendika bürokrasisinin de ciddi bir engel oluşturacağı öngörülmelidir. Sendika bürokrasisine karşı gerek işçi demokrasisi uğruna gerekse yönetimlerin sınıf işbirlikçi politik eğilimlerine karşı verilecek mücadele gücünü işçi sınıfı tabanında yaşanan canlılıktan alacaktır. Sınıf alternatifini oluşturmada sendikal bürokrasiye karşı verilecek mücadele kadar sendikalardaki mücadeleci eğilimleri harekete geçirecek konfederasyonlar arası bir sendikal güçbirliği önemli bir ayaktır. Direnişteki işyerleri arasında oluşan cılız dayanışma girişimleri güçlendirilmelidir.
Küresel düzeyde başlayan ekonomik kriz Türkiye'yi vurmaya başlamıştır. 2008 yılının Ekim ayı itibariyle bir yılda işsizler ordusuna 385 bin yeni işsizin katıldığı görülmektedir. İşten çıkartmalar kitlesel halde devam etmektedir. Yine 1 milyonu aşkın işçi, emekçi, küçük esnaf bankacıların kredi kartı tefeciliği ile borç kölesi haline getirilmiş ekonomik yönden emekçilerin sırtlandığı yük katlanılmaz hale gelmeye başlamıştır. AKP hükümetinin krizden darbe almaması düşünülemez. Belki bugünkü heybetli görüntüsü krizin değirmeninde un ufak olacak ve AKP de DSP, ANAP ve diğerlerinin yanına gidecektir. Ancak unutulmamalıdır ki dün 2001 krizinin yağmurundan kaçan emekçi yığınlar AKP dolusuna tutulmuşlardır. Güçlü bir sınıf alternatifinin inşası için bugünden verilen mücadele ve acil ekonomik talepler programı etrafında emekçi kitlelerin seferber edilmesi tek çıkar yol olarak karşımızda durmaktadır.
Siyasal alanda 3. cephenin işçi sınıfı olmadan oluşamayacağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında 3. cepheye hayat verecek bir emek ve özgürlük cephesi için bir araya geleceğimiz siyasal öznelerin burjuvazinin iç savaşı dolayısıyla yalpalayan tutumları önemli bir handikaptır. Bir yanda sol liberal eğilimler diğer yanda milliyetçi (ulusalcı) etkilenmeler sol harekette belirleyici noktaya gelmiştir. 2007 Genel Seçimlerinde Bin Umut Kampanyası, sadece sınıf politikasını dışlayan, sol liberal siyasal anlayışı ile değil solun geniş çevrelerini içine dahil etmiş olmasıyla da önemlidir. Benzer gelişmelerin ileride de yaşanması büyük olasılıktır. Sekterliğe düşmeden ama aynı zamanda sınıf politikasından da vazgeçmeden sol liberalizme ve milliyetçi sol eğilimlere karşı verilecek politik mücadele 3. cephe yönelişinin kopmaz bir parçasıdır.
Devrimci İşçi Partisi'nin inşası son derece zorlu ve çalkantılı bir siyasal süreçte ilerlemektedir. Ancak zorluklar beraberinde devrimci olanakları da getirmektedir. Doğru politikaların ve bu politikaları hayat geçirecek devrimci bir partinin varlığı ya da yokluğu önümüzdeki dönemde sınıf savaşının kaderini belirleyecektir...
Devrimci İşçi Partisi Girişimi