DİP Girişimi'nden Anayasa Mahkemesi Kararına İlişkin Açıklama (DİP Girişimi - 01-08-2008)
Çünkü bu, kapatılmaya red oyu kullanan tek üye olan Anayasa Mehkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın dahi belirttiği gibi, AKP’ye bir “ihtar”. Burjuvazinin Batıcı-laik kampının temsilcisi bürokrasi, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına şunu söylüyor: "Bir daha türban konusundaki anayasa değişikliği gibi, Türkiye devletinin kuruluş harcına, yani emperyalist Batı ile bütünleşmeye, uzun vadede dahi olsa, sizin niyetiniz öyle olmasa dahi, halel getirebilecek, dolayısıyla meydan okuma anlamına gelecek bir adımı atmaya kalkışmayın. Yoksa bu sefer kapatılırsınız." Hatırlatmak gerekiyor, davaya “red” oyu kullanan başkan Haşim Kılıç bile, basının bir sorusu karşısında, bu tür davranışların tekrarlanması halinde Yargıtay Başsavcısı’nın yeniden harekete geçebileceğini belirtmek zorunda hissetti kendini.
Neden oylamanın “milimetrik” olarak hesaplanmış olduğunu söylüyoruz? Bu soruya cevap vermeden önce oylama sonuçlarının her bir yargıcın ötekilerden bağımsız olarak belirlediği oyunun bir ürünü olduğu, dolayısıyla ortaya çıkan tablonun bir rastlantı olduğu türünden bir yanılsamayı reddetmek gerekiyor. Çok muhtemeldir ki, Anayasa Mahkemesi’nin en azından bazı üyeleri ortaya çıkan tabloyu tam tamına tasarlamışlardır. Peki bu tablonun anlamı nedir? Bir, on üye AKP’yi suçlu bulmuştur. Bu, topluma ve uluslararası camiaya “Bu parti gerçekten laiklik karşıtı bir partidir” mesajını vererek tereddüt içinde olanları bu yönde ikna etmesi beklenen bir tablodur. İki, çoğunluk AKP’nin kapatılmasının gerekli olduğu yönünde oy beyan etmiştir. Yani Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmadıysa bu, gerekli nitelikli çoğunluğa (11 üyeden 7’sinin kabul oyuna) ulaşılamadığı içindir. Partinin formel bir kuralla “paçayı kurtardığı” söyleniyor. Üç, bütün bunların ötesinde parti suçlu bulunmuştur. Yani Demokles’in kılıcı AKP’nin başında kalmaya devam edecektir.
Anayasa Mahkemesi kararı, Batıcı-laik burjuvazinin temsilcisi devlet bürokrasisinin (en başta ordu, yanı sıra yargı, üniversite kurumu vb.) İslamcı harekete yaklaşık son on yıldır uyguladığı politikanın yeni bir örneğidir: Yok edemezsen terbiye et. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi Erbakan’ın Refah Partisi’nin başında bulunduğu koalisyon hükümetini devirmiş, partiyi ve onun yerine kurulan Fazilet’i kapattırarak İslamcı hareketin kendi içinde bir muhasebeye girişmesine ve bölünmesine yol açmıştı. Gerek bu siyasi hareketin toplumsal dayanağı İslamcı finans kapital (“yeşil sermaye”), gerekse partinin kendisinin güçlü bir kanadı çözümü emperyalizm karşısındaki tavırlarını değiştirmekte ve “beyaz Türk” cumhuriyetine yakınlaşmakta bulmuşlardı.
Bu yetmedi. Geçen yılki 27 Nisan muhtırasını izleyen Dolmabahçe Mutabakatı’ndan sonra Tayyip Erdoğan 22 Temmuz seçimlerinde partisinin milletvekillerinden 100’e yakınını, yani geleneksel İslamcıların önemli bir bölüğünü liste dışı bırakarak düzene biraz daha yakınlaşmaya çalıştı. Ama seçim sonrasında Batıcı-laik kampa yeniden meydan okuduğunda bir kez daha baskı altına alındı. Şimdi Anayasa Mahkemesi kararı Erdoğan ve AKP’ye bir şans daha tanıyarak düzene iyice iltihak etmesini sağlamaya çalışıyor. Terbiye ile yola getirmeye çalışıyor. Ziya Paşa’nın ünlü dizelerini hiç akıldan çıkartmadan:
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Yani nasihatle aklı başına gelmeyen azarlanmalı. Öyle de yola gelmezse dövülmeli. Batıcı-laik kamp İslamcı hareketi terbiyeye devam ediyor.
Terbiye harekâtının tersinden bir kanıtını, en keskin AKP karşıtı burjuva politikacısında buluyoruz. Baykal’ın kararın ertesi günü verdiği (vermek zorunda kaldığı) “ ‘AKP değişmesin, bu işimize gelir’ anlayışında değiliz” demeci, tam da burjuvazinin “şimdilik terbiye ile yetinelim” diyen kanadına verilmiş (inandırıcı olmayan) bir güvencedir.
Ortak çıkarların günü
En azından bir buçuk yıldır, yani cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geleli beri, bir siyasi iç savaşın sarsıntısı içinde felç olan burjuvazinin güçleri, şimdi birleşmeye ve ortak sorunlarını çözmeye çalışacaklardır. Elbette rahatsızlık devam ediyor. Büyükanıt mahkeme kararından sonra gerginliği her satırından sızan bir demeç verdi. Baykal “kriz saptandı” diyor, yani devam etmeye niyetli. Ergenekon davası Batıcı-laik kampı ve en başta TSK’yı zor duruma düşürdüğü sürece rahatsızlığın devam etmesi neredeyse kaçınılmazdır. Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın bu cephede geri adım atması gerekiyor. Doğan grubunun bir süredir uyguladığı Ergenekon’un görünürlüğünü azaltma politikası muhtemelen (Taraf gazetesi gibi bazı örnekler dışında) burjuvazinin bütün sözcüleri için geçerli hale gelecektir. Bugünden davanın ilk duruşmasının yapılacağı 20 Ekim’e kadar sürecek yaklaşık üç aylık süre için bir ateşkes ilânı yüksek ihtimaldir. Üç ay sonra da ilişkiler iyi gidiyorsa davanın etkisinin sınırlanmasına çalışılacaktır. Ergenekon AKP için görevini şimdilik tamamlamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararında Ergenekon’dan Batıcı-laik kampa gelen tehdidin bir rol oynadığını düşünmek yanlış olmaz. Şimdi savaşın bu muharebesi bir noktaya bağlandığına göre, Ergenekon’un satranç tahtasındaki görevi değişmiştir. Bu dava AKP için artık “ihtiyat güç”tür. En uçta henüz haklarında dava açılmamış olan Şener Eruygur ve Hurşit Tolon, delilleri karatma ihtimalleri kalmadığı gerekçesiyle serbest bile bırakılabilirler. Bu, burjuvazinin zaten “uzlaşma” isteyen, hükümetin yüzünü ekonomiye dönmesini talep eden öz örgütlerinin (TÜSİAD, TOBB vb.) ihtiyacına da karşılık verecektir.
Hükümetin şimdi ilk işi burjuvazinin gönlünü fethetmeye çalışmak olacaktır. Yani ekonomik alana yeniden el atacak ve AB ile ilişkileri canlandırmaya çalışacaktır. Bunların ilki, işin doğası gereği işçi sınıfının ve emekçilerin hak ve kazanımlarına saldırının yeniden gündemin merkezine oturması demektir. 12 Eylül ürünü sendikal yasalara (2821-2822) AB/İLO makyajından başka bir anlam taşımayan yeni sendikal yasa tasarılarının yanı sıra, kıdem tazminatı hakkının tırpanlanması da mutlaka gündeme getirilecektir. Baykal şimdiden kıdem tazminatı meselesine ilke olarak karşı olmadığını açıklamıştır. Bu da hükümetin işini kolaylaştıracaktır. Ayrıca, İstanbul’daki belediye grevi gibi ses getirecek grevlere sert tutum devam edecektir. Nihayet, AKP’nin TSK ile köprüleri onarmak için Kürt meselesinde de daha ileri askeri adımlar atma yolunda istekli olabileceğini hesaplamak gerekir.
Öyleyse işçi sınıfı hareketi ve devrimci mücadele açısından yakın dönemin görevleri açıktır. Birincisi, hükümetin bütün burjuvazinin desteğiyle işi ve emekçilerin haklarına karşı başlatacağı taarruza karşı hazırlanmak. İkincisi, bu mücadeleyi yaklaşan ekonomik krize ve gıda krizine karşı bir acil talepler programı ile taçlandırmak. Üçüncüsü, kontrgerillanın teşhiri, yargılanması ve dağıtılması açısından bir çatlak oluşturan Ergenekon davasının burjuvazinin siyasi iç savaşında önemi geri plana düşmüş bir satranç piyonu haline gelmesini engellemek, bu konunun derinleşmesi için mücadele etmek. Dördüncüsü, büyük Kürt kitlelerinin güvenini kazanmış olan DTP’nin kapatılmaması için elden geleni yapmak, Kürt sorununda askeri “çözüm” yolunda atılan bütün adımlara karşı çıkarak siyasi bir gerçek çözüm için Kürtlerle işbirliği yapmak.
Bu görevleri yerine getirmek için sınıf mücadeleci sendikaların konfederasyonlar ötesi bir mücadele güçbirliği ve siyasi alanda burjuvazinin iki kampı dışında işçi sınıfı, emekçiler ve bütün ezilenleri bir araya getiren bir Üçüncü Cephe’nin inşası vazgeçilmez nitelikte adımlar olacaktır. 2009 yerel seçimleri böyle bir cephenin kalıcı olacak biçimde doğuşu için önemli bir fırsattır.