DEYK Uluslararası Sekretaryası’nın Karar Metni (DEYK Uluslararası Sekretaryası - 07-11-2008)
1. Dünya tarihsel durum tamamen değişmiş bulunuyor. Dünya kapitalizminin geçtiğimiz yıl patlak veren, Eylül-Ekim 2008'de şiddetlenen krizi benzeri görülmemiş boyutlar kazanarak dünya borsalarını, uluslararası bankacılık sistemini, devasa sektörleri çöküşe sürüklüyor ve giderek artan sayıdaki devleti iflasın eşiğine getiriyor.
Küresel mali çöküş (crash) şimdiden gerçekleşti bile. Dünya borsalarının toplam sermaye değeri yarıya indi. Borç enstrümanlarındaki kayıplar neredeyse 3 trilyon doları buluyor ve borç yıkımı hız kesmeden devam ediyor, önceden benzeri görülmemiş devlet müdahalelerine rağmen "Batı dünyasının bankacılık sistemi neredeyse çözülmenin eşiğine gelmiş durumda" (Financial Times, 28/10/08).
Dünya ekonomisi küçülüyor. IMF 2009 yılında gelişmiş kapitalist dünyanın tümünde resesyonun genelleşeceği ve 20 milyondan fazla insanın daha işini kaybedeceği tahminini yapıyor. Açlık koşulları "Üçüncü Dünya" ülkelerinde daha şimdiden açlık isyanlarına neden oluyor. Emtia fiyatlarının düşmesi, ekonomisi hammadde ihracına dayanan ülkelerin iflasını hızlandırabilir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Yaklaşık yirmi yıl önce kapitalistler SSCB'nin çöküşünü "komünizmin (ve hatta Tarihin) sonu" olarak kutluyorlardı; bugün ise kapitalizm kendi metropol merkezleri olan ABD, Avrupa ve Japonya'da çöküşle karşı karşıya kalıyor. 1989/91 sonrasında yaygınlaşan liberal kapitalist sistemin mutlak zaferi miti ve bu mitin parçası olan Amerikan İmparatorluğu'nun "karşı konulmaz" hakimiyetindeki "tek kutuplu dünya" fantazisi çöktü.
Yalnızca buharlaşan ABD "sub-prime gayrımenkul piyasası" değil, dünyanın en kudretli kapitalist süpergücü olan ABD'nin kendisi bir bütün olarak küresel sistemin en "zehirli atığı"na dönüşüyor. Trotskiy, dünya hegemonyasına yükselen Amerika'nın dünyanın tüm patlayıcı çelişkilerini temellerinde biriktirdiğini öngörmüştü. Büyüme ve krizlerle, savaşlar ve devrimlerle dolu bir yüzyıl boyunca biriken bu çelişkiler şimdi patlıyor ve 21. yüzyılda dünyanın şeklini değiştiriyor.
Bugünkü kriz, iki savaş arasındaki Büyük Depresyon dönemi koşullarının nüksetmesini önlemek için tasarlanan Bretton Woods sisteminin 1971'deki çöküşünden mali küreselleşmenin gerçekleştiği 1980'li ve 90'lı yılların mali şoklarına (Latin Amerika'nın 1984'teki "tekila krizi," 1987 mali çöküşü, 1997'de Asya merkezli olarak başlayan ve 1998'de Rusya'nın moratoryum ilan etmesine yol açan kriz, ABD'nin internet ekonomisinin 2000'de çatlaması, 2001-2002 resesyonu, Enron fiyaskosu, Arjantin'in iflası vb.) uzanan önceki dönemin tüm krizlerinin hem doruk noktasıdır, hem de onları da aşan bir krizdir.
2002-2006 döneminde kriz sarmalı savuşturulmuş ve birbirlerine bağlı iki motor gibi işleyen ABD'deki kredi genişlemesi ve Çin'in endüstriyel büyümesi dünya ekonomisinin göreli bir yükseliş yaşamasını sağlamıştı. Ancak şimdi her iki motor da durdu. Dünya ekonomisi, sermaye birikimi sürecini tıkayan devasa boyutlardaki (hem hayali hem de üretken) sermaye fazlası sorununu küçülerek ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Sermaye herhangi bir şey değil bir toplumsal ilişkidir. Sistemin temelindeki patlama toplumun tektonik katmanlarını etkileyerek tüm toplumsal ilişkileri ve uluslararası ilişkileri değiştiriyor. Bu çıkmazdan çıkış yolu ancak birbiriyle çelişki halindeki toplumsal güçlerin, en başta da sermaye ve emeğin arasında yaşanacak bir dizi tarihsel çatışma aracılığıyla açılabilir. Başka bir deyişle, krizin çözümü son kertede sosyal devrim ile karşı-devrim arasında uluslararası planda yaşanacak kavgaya bağlıdır. Uluslararası işçi sınıfının ve onun öncüsünün merkezi görevi, tüm teorik ve pratik araçlardan yararlanarak bu kavga için acil olarak politik, programatik ve örgütsel hazırlık yapmaktır.
21. yüzyılın ilk on yılının sonundaki bu yeni tarihsel durum tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin 21. yüzyılın devrimci enternasyonalinin, yani yeniden kurulacak Dördüncü Enternasyonal'in bayrağı altında toplanmasını gerektiriyor.
Krizden düşüşe ve çöküşe doğru
2. Tarihsel olarak dünya kapitalizminin en yüksek gelişme noktası olan Amerika, dünya kapitalizminin derinleşen krizinin de merkezi haline gelmiştir.
ABD'nin sub-prime (riskli konut kredileri) piyasasının 2007'deki çöküşü, uluslararası finans alanında zincirleme iflaslara ve küresel kredi sıkıntısına neden oldu. Bunu petrol ve meta fiyatlarının hızla tırmanması ve hemen ardından dramatik biçimde düşüşü takip etti. Ancak, hepsinden önemlisi, durmaksızın ilerleyerek dünya ekonomisini senkronize olarak inişe ve resesyona sürükleyen kayma başladı.
Otuz yıldan beri devam eden mali sermayenin küreselleşmesi, (1984, 1987 ve 1997'de yaşanan) bir dizi şokun ardından bir felaketle sona erdi.
Özelleştirmenin, Reagan tarzı ekonomi politikasının ve Thatcherizmin şampiyonluğunu yapan ABD ve Britanya hükümetlerinin aldıkları acil önlemlerin niteliği, neredeyse tüm kapitalist hükümetlerin harfiyen uygulayageldiği ekonomik dogma olan "neoliberalizm"in kesin başarısızlığını da kanıtlıyor.
Devletin çapı giderek genişleyen kurtarma operasyonları Britanya'da Eylül 2007'de Northern Rock Bankası'nın, ABD'de ise Mart 2008'de ("Dört Büyükler" olarak bilinen ülkenin en büyük dört yatırım bankasından biri olan) Bear Sterns'in millileştirilmesiyle başladı ve Eylül-Ekim aylarındaki girdabı çabuklaştıran kesin bir dönüm noktasına ulaştı: ABD'nin çöken gayrimenkul piyasasının beşte dördünü kontrol eden iki dev olan Fanny Mae ve Freddie Mac Eylül 2008'de millileştirildi.
ABD yönetiminin kendi temel kapitalist köktenci ilkelerini çiğnemekten başka bir alternatifi elbette yoktu. Devletin desteklediği, toplam borcu ABD'nin gayrısafi yurtiçi hasılasının yüzde 40'ına eşit olan bu iki şirketin "görünmeyen el"in darbeleriyle çökmesine izin veremezdi. Bu tür bir çöküş, uluslararası mali sistemde kaos, dolardan kaçış ve ABD'nin moratoryum ilan etmesi anlamına gelirdi.
Bu devasa kurtarma operasyonunun yalnızca yanlış biçimde adlandırılmış olan "neo-liberalizm"in değil, en önemli kapitalist illüzyon olan "görünmeyen el" tarafından düzenlenen piyasa ekonomisi yanılsamasının hakimiyetinde geçen tüm bir dönemin de tabutuna son çiviyi çaktığına kuşku yoktur. Bu operasyon, değer teorisinin ekonominin temel düzenleyici ilkesi olarak soluğunu tüketmiş olduğunu, soyut emeğin maddi sosyal refahı ölçmenin kriteri olarak aşırı kısıtlı olduğunu ve gelişkin emperyalist aşamasında olan dünya kapitalizminin uzun süre önce bir gerileme evresine girdiğini gösteriyor.
ABD hükümetinin Fannie ve Freddie'yi millileştirmek dışında bir seçeneği yoktu ama bu kurtarma operasyonu yeni sorunlar üretti. Bu operasyon için ayrılan (200-300 milyar dolar civarındaki) fonların büyüklüğü, aynı operasyonun sıkıntı yaşayan diğer finans kurumları için tekrarlanmasına mani oluyor. Bu durumun ilk kurbanı çökmeye terkedilen 158 yıllık dev yatırım bankası Lehman Brothers oldu.
Lehman Brothers'ın iflası onu izleyen iflaslar dalgasını, küresel kredi sıkıntısının yoğunlaşmasını ve dünya çapında paniği tetikledi. Merrill Lynch'in 13-14 Eylül haftasonunda zorla satılmasıyla çakışan ve dev AIG sigorta şirketinin Fed tarafından son anda kurtarılmasıyla devam eden süreç, Amerika'nın başını çektiği küresel borsa çöküşünün sona ermediğini gösterdi.
Wall Street'in tüm yatırım bankaları altı ay içinde darmadağın oldu: Bear Sterns dağıldı, Lehman Brothers iflas etti, Goldman Sachs ve Morgan Stanley yasal statülerini değiştirerek ABD Merkez Bankası'nın (Fed) denetimine girdi.
Amerika ve Avrupa'daki bir dizi devlet müdahalesi, 2007'de krizin patlamasının ardından yaşananların da önüne geçti.
2007-2008 döneminde Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'daki dünyanın en güçlü kapitalist ekonomilerinin ve emperyalist ülkelerinin devlet otoritelerinin ve merkez bankalarının gelişen krizi ve krizin ürettiği sistemik tehlikeleri sona erdirmek amacıyla önceden benzeri görülmemiş ölçek ve nitelikteki devamlı müdahalelerine tanık olundu. Bankacılık sistemine yüz milyarlarca dolar, avro ve yen akıtılmasına, ABD Merkez Bankası ve diğer merkez bankaları tarafından izlenen faiz oranlarını düşürmeye dayalı genişlemeci para politikalarına, başı dertte olan zenginlere yönelik vergi teşvik paketlerine ve vergi indirimlerine rağmen dünya krizinin sarmalı sistemin bütününü tehdit edecek şekilde yükselmeye devam etti.
Lehman Brothers'ın çöküşünün ertesinde, "zehirli aktifler"in satın alınması yoluyla finans sistemini rahatlatmak için Paulson'un 700 milyar dolarlık planı devreye sokuldu. Bu planın Kongre tarafından onaylanması sürecinde planın kesinlikle etkili olacağına ikna olmayanların çokluğu nedeniyle siyasi kriz yaşandı. Bu fonların 250 milyar dolarlık bölümü ABD'nin en güçlü 9 bankasının sermayesinin güçlendirilmesi ve bunların kısmen millileştirilmesi için acilen harcandı. Paulson Planı en önemli sorun olarak gördüğü likidite yetersizliğini aşmayı hedefliyor, oysa temelde yatan sorun ödeme aczi. Menkul kıymetleştirme (seküritizasyon) riskleri küresel ölçekte yayarak iflas tehlikelerini bulanıklaştırıyor, her türlü kredi itibarını yok ederek kredi olanaklarını donduruyor. Bankalar tarafından verilen borçların büyüklüğü öylesine artmıştı ki bazen kendi aktiflerinin 60 katını borç olarak dağıtabiliyorlardı. Bu durum şimdi onları iflas ilan etmeye aday yapıyor. Paulson Planı Wall Street kodamanlarına geçici bir ferahlık verirken faturayı vergiyi veren "Main Street" (reel ekonomi) ödüyor. Bu plan, devasa miktardaki özel borcun bir bölümünü zaten aşırı borçlu olan ABD'nin devlet borcuna transfer ediyor.
ABD'nin borcu artarken, bu borcu finanse edecek olan yabancı yatırımcılara olan ihtiyacı da artıyor; ülkenin kredi itibarı hızla aşınıyor. ABD'nin toplam borcunun gayrisafi yurtiçi hasılasına oranı 1980'de yüzde 163 iken 1990'da yüzde 240'a ve 2007'de yüzde 346'ya yükseldi. 2007-2008'in dramatik gelişmeleri durumu daha da kötüleştirdi. Fannie ve Freddie'nin 6 trilyon dolara varan taahhütleri ile 700 milyar dolarlık Paulson Planı toplam devlet borcuna eklendi. ABD iflas ilan etmemiş bir süper-Arjantin'e dönüştü. ABD'nin aşırı borç sorunu yeni yönetime devroldu.
Barack Obama'nın seçim zaferi, hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin Bush yönetimindeki yılların mirası olan bu katlanılmaz durumdan kurtulma ihtiyacını ifade ediyor: yaşam koşullarının kötüleşmesi, artan işsizlik, balon gibi şişen tüketici, şirket ve devlet borçları, devasa açıklar, resesyon ve finansal felaketin yanı sıra Ortadoğu ve Orta/Güney Asya'da uluslararası "teröre karşı savaş"ın saplandığı, aynı ölçüde felaket çıkmaz.
Yeni Obama yönetimi, ABD emperyalizminin krizini yönetmek için elinde tuttuğu bir araçtır. İzleyeceği politikaların belirli bir aşamada seçim zaferi için seferber olan işçi ve ezilen azınlık kitlelerinin talepleriyle keskin biçimde çelişeceği kesindir.
Britanya hükümeti Gordon Brown'ın sekiz büyük bankayı büyük ölçüde devletleştirmeyi öngören planını 8 Ekim'de açıkladı. Britanya, Almanya ve Fransa 13 Ekim'de ortak bir açıklama yaparak 222 milyar dolarlık yeni banka likiditesi ile 1 trilyon dolara yakın bankalararası borç garantisini açıkladılar.
Ancak önceden benzeri görülmemiş bu önlemler krizi yatıştırmaya yetmedi. ABD, Britanya, Avro bölgesi ve Japonya'da resesyon yayılıyor. Borsalar, para piyasaları, bankalar ve sanayi sektörü çöküşün veya küresel stagdeflasyonun (durgunluk artı deflasyon) gölgesinde sürekli bir girdabın içindeler (Bkz. http://www.rgemonitor.com/, 25 Ekim 2008).
ABD Merkez Bankası'nın Ekim 2008'de iki kez faiz indirimine gitmesiyle (ve Avrupa Merkez Bankası'nın, İngiltere ve Japonya merkez bankalarının ve Asya'daki diğer merkez bankalarının benzer uygulamalarıyla) birlikte faiz oranlarının 11 Eylül sonrasındaki en düşük seviyeye inmesi borsalara geçici bir ferahlık verebilir ama dünya ekonomisinin küçülmesini önlemeye yetmez. Pek çok yorumcunun belirttiği gibi, bu faiz indirimleri yalnızca çaresizliğin göstergesidir.
Devlet sahneye çıkıyor
3. Hiçbir devlet müdahalesi hayali sermayenin aşırı birikiminden kaynaklanan devasa sorunla başa çıkmaya yetmez.
Türev piyasası 2002'de 100 trilyon dolarken 2007'de BIS'nin tahminine göre 516 trilyona, diğer tahminlere göre 585 trilyon dolara çıktı! Buna karşılık tüm dünya ekonomilerinin bir yılda ürettiği tüm mal ve hizmetlerin toplamı, yani yıllık gayrisafi küresel hasıla 50 trilyon doların altında. ABD'nin GSYİH'si ise yaklaşık 13 trilyon dolar. Şurası çok açık ki, herhangi bir devletin, merkez bankasının veya her ikisinin birden yapacağı müdahalelerin bu türev okyanusundaki fırtınayı kontrol edebilmesi imkânsızdır.
Sağcı, liberal veya solcu "uzmanlar" devleti sistemi kurtaracak son sığınak olarak sunadursun, İzlanda, Macaristan, Ukrayna, Beyaz Rusya, Kazakistan, Romanya, Bulgaristan, Pakistan, Endonezya, Filipinler vb. devletler birbirlerinin peşisıra iflas ilan eden eden ülkeler listesine katılıyor ve umutsuzca IMF'den yardım dileniyor. IMF şimdiden Macaristan ve Ukrayna'nın yardım isteğine olumlu yanıt verdi ve muhtemelen diğer ülkelere de müdahale edecek. Ancak bu kurumun cephanesi oldukça sınırlı, yalnızca 250 milyar dolar civarında. Kurtarıcı rolünü oynaması mümkün değil; tersine bilindik katı tedbirleri şart koşarak "yardım" ettiği ülkelerin sosyo-ekonomik sorunlarını daha da depreştirebilir.
Kapitalist ulus-devlet, son birkaç on yılda dünya ekonomisinin ulusal bölümlerini emperyalist çağın önceki dönemlerinden daha derin biçimde birbirlerine bağlayan kapitalist küreselleşmenin neden olduğu küresel krizle yüzleşmeye muktedir değildir.
1929'daki çöküşün ertesinde krizi uluslararası hale getiren şey mali sistemin altın standardına bağlı olmasıydı, bu nedenle Büyük Depresyon'un yıkıcı etkilerinin ortaya çıkması için bir süre (1932-33'e değin) beklemek gerekmişti. Halbuki bugün mali küreselleşme nedeniyle mali çalkantı derhal bir bankacılık sistemi krizine dönüştü ve resesyonu ve (İzlanda'dan başlayarak) devlet iflaslarını hızlandırdı.
Ulus-devlet küresel sermaye sistemini koruyacak son sığınak değildir. Tersine, küresel kapitalist sistemin krizinin yol açtığı aşırı borç yükü, kamu maliyesinin batışı ve borçların ödenememesi nedeniyle iflasa sürüklenişi ulus-devletin kendisinin can çekişmesine sebep oluyor.
Dünya kapitalizminin bugünkü krizi yalnızca anti-Keynesçi neoliberalizmin değil, her türden Keyneçi devlet müdahaleciliğinin de tamamen iflas ettiğini gösteriyor.
Ekonomik son sığınak işlevini yerine getirememesine rağmen, siyasi iktidarını şiddet tekelini elinde tutarak koruması nedeniyle devlet, burjuvazinin son siyasi sığınağı olmaya devam ediyor. Devletin çelişen kapitalist çıkarlar ile bir bütün olarak sermaye ile emek arasındaki çatışmada oynadığı artan rolü, (kapitalist küreselleşmenin yüzyılın başında krize girmesinden ve "teröre karşı savaş" çılgınlığının başlamasından bu yana görüldüğü gibi) olağanüstü yetkiler ile donanarak olağanüstü hal uygulama eğilimini güçlendiriyor.
Devlet söz konusu çıkar çatışmalarına müdahale ettikçe tüm toplumsal gerilimlerin merkezine oturuyor, ekonomik krizi (tüm sınıfları etkileyen ve geniş kitleleri perişan eden) toplumsal krize ve (siyasi iktidar sorununun merkezi sorun haline geldiği) derin bir siyasi krize dönüştüren bir dolayım haline geliyor.
Sermayenin tarihsel gerileyişini durdurmak amacıyla geçen yüzyılda uyguladığı sosyal ve ekonomik stratejiler olan devlet müdahaleciliği ve neoliberalizm uzun vadede başarısızlığa uğrayarak bir yönetim krizine yol açtı: yukarıdakiler eski yöntemlerle yönetemezken aşağıdakiler de eskisi gibi yönetilmeye ve gelecek vaad etmeyen sefil koşullarda yaşamaya katlanamıyor. Böylece devrimci durumlara yol açacak koşullar olgunlaşıyor.
Hakim sınıfın "düşünce kuruluşları" bu tehlikenin farkında. Martin Wolf, Financial Times'daki yazısında küresel çöküşün neden olduğu "yabancı düşmanlığı, milliyetçilik ve devrim" gibi siyasi tehlikelerden söz ediyor (28 Ekim 2008, vurgu bize ait). Bu sonuncu tehlike, dünya kapitalizminin liderlerini ABD başkanlık seçimlerinin ertesinde, erken bir tarihte G20 dünya zirvesini toplamaya ve Sarkozy ve diğer Avrupalı liderleri "İkinci Bretton Woods" çağrısı yapmaya zorladı.
1944'te kurulan Bretton Woods sistemi, dünyanın yeni hegemon gücü olarak ortaya çıkan ABD'nin dünya altın rezervinin üçte ikisini hazinesinde bulundurması sayesinde güçlü para birimi olan doları altına endeksleyerek dünyanın rezerv parası haline getirmesine dayanıyordu. O dönemde ABD, yıkılan Avrupa'yı yeniden inşa etmek ve devrimci tehdidi (Stalinizmin önemli siyasi yardımından da yararlananarak) defetmek için uluslararası bir Keynesçi Yeni Sözleşmeyi (New Deal) sürdürebilmişti.
Bugün dünya durumu tamamen değişmiştir. ABD yalnızca Avrupa'yı ve kapitalist dünyayı yeniden stabilize etmekten aciz değildir, onları da uçuruma sürüklemektedir. İşçi sınıfına İkinci Dünya Savaşı sonrasında verdikleri türden bir tarihsel taviz verebilme kapasiteleri yoktur. Tam tersine, bankacılara ve finansçılara gösterdikleri "cömertliğin" faturasını halihazırdaki (eğitim, sağlık, emeklilik fonları vb.) sosyal hizmetleri budayarak, yoksul kitlelerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirerek ödetiyorlar. Bu dönem sınıf işbirlikçileri için kötü bir dönemdir: sosyal demokrasi itibarını yitirmiştir ve Stalinizm (ve onun bir zamanlar güçlü olan bürokratik aygıtı) işçileri disipline etmeye artık yardımcı olamaz.
"İkinci Bretton Woods," yaklaşan toplumsal patlamalardan ürken Sarkozy ve öteki Avrupalı liderler ile soldaki ve sözde "uç" soldaki "yeni-Keynesçiler"in paylaştığı boş bir hayaldir.
Fırtına Hattındaki Avrupa
4. Dünya kapitalizminin bugünkü krizi kapitalist sistemin doğum yeri olan Yaşlı Kıta'daki zayıflığını ortaya çıkarmakla kalmadı, Avrupa Birliği'nin (merkezkaç güçler tarafından parçalanmasını hızlandıran) kırılganlığını da açığa vurdu.
Eylül-Ekim 2008'de kriz hızlandığında, pek çok Avrupa hükümeti büyük bankaların ve şirketlerin batmasını engellemek ve finansal çöküşü durdurmak için önceden eşi görülmedik çapta müdahalelerde bulundular. 28 Eylül'de Belçika, Hollanda ve Luxemburg hükümetleri Belçika'nın en büyük işvereni olan Fortis bankasını devletleştirdiler. 29 Eylül'de "buy-to-let" diye bilinen, kiraya vermek üzere alınan emlâk kredileri pazarındaki en büyük paya sahip Britanya şirketi olan Bradford and Bingley millileştirildi. 5 Ekim'de Alman hükümeti ülkenin en büyük ticari kredi sağlayıcılarından olan dev Hypo Real Estate şirketini kurtardı ve tüm tasarruf sahiplerinin yatırımlarını garanti altına aldığını ilan etti (halbuki yalnızca bir gün önce aynı şeyi yaptığı için İrlanda hükümetini eleştirmişti). 8 Ekim'de Britanya hükümeti ülkenin en büyük sekiz bankasının imtiyazlı hisselerini satın aldı. Böylece bu bankaları sermaye yapılarını değiştirerek kısmen devletleştirdi.
Şurası açık ki, Avrupa'nın birliği konusundaki tüm iddialarına rağmen, Avrupalı kapitalistler küresel krize ulusal planda tepki gösterdiler. Avrupa çapında tek bir plan uygulayacak, ABD Merkez Bankası'na eşdeğer bir kurumun Avrupa Birliği'nde mevcut olmadığı açıkça ortaya çıktı. Eleştirmenlerinin ve savunucularının Avrupa Birliği'ni "süper devlet" olarak nitelemelerine karşın, Avrupa emperyalistlerinin bu birliği 27 üyesinden 15'i ortak para birimini kullanıyor olmasına rağmen tek bir Avrupa bütçesine ve vergi sistemine sahip değil. Avrupa Merkez Bankası yalnızca üye ülkelerdeki enflasyon oranını Maastricht Antlaşması'nın öngördüğü yüzde iki sınırında tutmaya çabalıyor (buna rağmen, enflasyon yüzde 3.6'nın üzerinde seyrediyor). Aynı antlaşmanın öngördüğü kamu açığının yüzde iki sınırının altında tutulması şartı, derinleşen resesyon nedeniyle şimdilik bir yana bırakıldı. Avrupalı liderler bir yandan yeni uluslararası düzenlemeler - yeni bir "Bretton Woods"- için çağrı yaparken, diğer yandan kendi (Avrupa) kurallarını çiğnemekten çekinmiyorlar!
12-13 Ekim tarihlerinde düzenlenen, Avro-bölgesi ülkeleri ile Britanya'nın liderlerini biraraya getiren toplantıda doğrudan bankalara veya oluşturulan bankalararası fonlara likidite akıtılmasını öngören bir genel önlemler kılavuzu benimsendi. Almanya, Fransa ve Britanya ortak bir açıklama yaparak 163 milyar avro (222 milyar dolar) değerindeki yeni banka likiditesi ile 700 milyar avroluk (neredeyse 1 trilyon dolar) bankalararası borç garantisini açıkladılar. Ancak önerilen önlemler yalnızca kılavuz niteliğine sahip ve her bir devlet kendi bağımsız, ulusal "çözüm"ünü geliştirmekten sorumlu. Dünya krizinin somut bir gerçeklik kazandığı koşullarda Avrupa Birliği'nin yapısal zayıflığı ortaya çıkıyor ve Avrupa'nın ulusal kapitalist kompartmanlara bölünmüşlüğü derinleşiyor. Örneğin Alman hükümeti, Fransa devlet başkanı Sarkozy'nin talebini reddederek Alman olmayan Avrupa şirketlerine tek bir avro dahi vermemekte diretiyor.
Devletin ekonomideki payı, devlet bütçesi açığı ve ulusal borçluluk düzeyi konularındaki farklılıklar merkezkaç güçleri kuvvetlendiriyor. Bu güçlerin en fazla tehdit ettiği Avrupa ülkeleri Fransa, İtalya, Yunanistan ve Macaristan.
IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Dünya Bankası'nın 25.1 milyar dolar tutarındaki acil yardımı Macaristan'ın ilan etmesi beklenen iflasını erteledi.
Avrupa'nın dördüncü büyük ekonomisi olan İtalya, 1 trilyon doları bulan ve Fransa'nın borcundan fazla olan devlet borcuyla dünyanın üçüncü borçlu ülkesi konumunda. Yüksek kamu borcu, büyük bütçe açığı ve yüzde 43'ü vergi gelirlerinden oluşan GSYİH'sinin (vergi gelirlerinin toplam bütçeye oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri İtalya) yüzde ellisini yutan devlet harcamaları, İtalyan devletinin Orta Avrupa ve Balkanlar'da ciddi biçimde riske girmiş olan banka devleri Intesa ve UniCredit'i kurtarmasına mani oluyor. "Bu nedenle İtalyan ekonomisi küresel mali krizin vurduğu ilk büyük Avro-bölgesi ekonomisi olabilir...İtalya dışarıdan yardım alarak Avro-bölgesinin içinde kalmak (ve muhtemelen uzatılmış bir resesyonla yaşamak) veya bir Avro-bölgesi ekonomisi olma konumunu gözden geçirmek seçenekleri arasında kalabilir" (Stratfor, 28 Ekim 2008). Avrupa Para Birliği'nin üzerindeki (aşırı-genişlemiş olan AB'nin her köşesinden gelen) baskılar tehlikeli biçimde artarak birliği ve Avro'nun geleceğini tehdit ediyor.
Çok daha zayıf bir ekonomiye, GSYİH'sinin sırasıyla yüzde 3.5'ini ve yüzde 15'ini bulan bütçe ve ödemeler dengesi açığına, yarım trilyon dolar tutarındaki toplam kamu borcuna ve özel borca sahip olan Yunanistan'ın bankacılık sistemi Balkanlar'da, özellikle de Bulgaristan ve Romanya'da aşırı riske girmiş durumda. Yunanistan devlet bonolarının aşırı likidasyonu (3 milyar avrodan fazlası Ekim 2008'in son on gününde likide oldu) devam ediyor. Merrill Lynch, yayımladığı son Avrupa raporunda, Balkanlar'da karşılaştıkları tehlikelerden ötürü en büyük Yunan bankalarından bazılarının (Alpha Bank, National Bank, Eurobank ve Bank of Piraeus) notunu düşürdü.
Bulgaristan ve Romanya'nın açıkça görülen iflası, Yunan, İtalyan ve Fransız bankalarını tehdit eden bir domino etkisi yaratabilir. Benzer türden tehlikeler Orta Avrupa'daki Avusturya bankaları ile Baltık ülkeleriyle bağlantılı olarak İsveç bankaları için de geçerli. Tüm bu bankalar, düşük faizle yen ve İsviçre frangı borç alıp Doğu Avrupa'nın yüksek faiz getiren yerel para birimlerine yoğun biçimde yatırım yapmışlardı. Doğu Avrupa ülkelerinin açıkları artıp zayıf para birimlerinin değeri düşünce, AB bankalarının kayığı su almaya başladı.
Doğu Avrupa'daki Stalinist rejimlerin çöküşü ilk başta Avrupa emperyalizmi için, öncelikle de Avrupa entegrasyonunun motor gücü olan Alman-Fransız ekseni için tarihsel bir fırsat olarak görülmüştü. Avrupa Birliği'nin ve onun para birimi olan Avro'nun temelini atan Maastricht Antlaşması'nın imzalanması ve sonrasında AB'nin Rusya'nın sınırlarına doğru genişlemesi, Batı Avrupa sanayisinin Orta Avrupa ve Balkanlar'a kaymasını ve yine bu bölgelere kredi yağdırılmasını mümkün kılarak Avrupa emperyalizminin yükselişi hayallerini Soğuk Savaş sonrası koşullarında yeniden canlandırmıştı. Şimdiki dünya krizi tüm bu umutları darmadağın ediyor: Maastricht Antlaşması'nın getirdiği kısıtlamalar çiğneniyor, avro devasa bir baskı altında, kapitalist restorasyoncu rejimlerin yönetimi altındaki Doğu Avrupa ülkelerinde bulunan talih ve servet Avrupa bankaları ve bağlı oldukları ülkelerin kâbusuna dönüşüyor. George Soros'un deyişiyle, Doğu Avrupa Batı'yı da içine alma riskini taşıyan bir kara deliğe dönüşüyor.
Tüm Kıtada yeni kanallardan yükselecek sınıf mücadeleleri dalgalarına sahne olacak yeni bir toplumsal ortam oluşuyor. Kitle grevleri, Genel Grevler ve (Belçika, Yunanistan, Fransa, İtalya ve Almanya'da görüldüğü gibi) gençlik seferberlikleri daha yeni başlıyor.
Kapitalizmin Krizi ve Restorasyon
5. Ekim Devrimi sonrasındaki emperyalist askeri müdahaleden Nazilerin Barbarossa Operasyonu'na değin dünya kapitalizmi gerileyişini durdurabilmek için sermayenin 1917 ve İkinci Dünya Savaşı ertesinde mülksüzleştirildiği geniş alanları yeniden fethetmeyi her zaman açıkça hedefledi.
Çin'in Deng yönetimi altında piyasa yanlısı politikaları benimsemesinin üzerinden otuz yıl, Doğu Avrupa'da Stalinizmin yıkılışının, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ve kapitalist restorasyona yönelmesinin üzerinden ise neredeyse yirmi yıl geçti. Geçen bu zaman zarfında dünya kapitalizmi zindelik kazanmadı. Dahası, özellikle bugün tarihinin en berbat kriziyle karşı karşıya.
Doğu'ya doğru sel gibi akan onca yabancı krediye -ve eski Yugoslavya'yı yok eden yıkıcı NATO savaşına- rağmen, Orta Avrupa ve Balkanlar'daki kapitalist restorasyonun (yerel coğrafyaya derin biçimde kök salmış kapitalist yapılara sahip olmadığı için tamamen yabancı sermayeye bağımlı olmaktan kaynaklanan) kırılganlığı açıkça gözler önüne seriliyor.
Çin'in ekonomik büyümesinin dünya çapında resesyona giden dalgadan çıkış sağlayacağı beklentisi tamamen yanılsamadan ibarettir. Tersine, uluslararası mali karmaşa ve kredi sıkıntısının resesyona veya depresyona doğru evrilmesi Çin ekonomisi ve toplumunda biriken çelişkileri keskinleştirerek dünya çapında şimdiden tahmin edilemeyecek ölçüde önemli sonuçlar yaratabilir.
Çin'in büyümesi ihracata bağımlıdır. Başka bir alanda canlandırılması imkansızdır. Küresel büyüme yavaşladıkça Çin mallarına olan talepte durgunluk veya azalma görülecektir. Çin'in ihraç mallarının en önemli alıcısı ABD tüketicileridir ve bu ülkedeki talep son yirmi yıldan beri ilk kez çökmektedir.
Önceden yüzde 11 olarak açıklanan büyüme oranı tahminleri önce yüzde 9'a, daha sonra ise yüzde 7 veya daha düşük bir orana doğru revize edilmiştir. Dünya krizinin hızlanmasının ardından alüminyum ve nikel üretiminin azaltılacağı açıklanmıştır. Çin Halk Bankası'nın 31 Ekim'de önümüzdeki iki yıl içinde ev fiyatlarının yüzde 10 ila 30 arasında azalacağını açıklaması gayrimenkul balonunun patlayacağını gösteriyor. Daha önemlisi, Banka likidite sıkıntısının yalnızca gayrimenkul şirketlerini değil tüm kredilerinin yüzde 20 ila 40'lık bölümünü gayrimenkul sektörüne aktaran ticaret bankalarını da ciddi biçimde etkileyeceğine dair endişesini ifade etmiştir. Bankaların faiz oranlarını düşürmesi yeni dünya koşullarında Çin'in büyümesinin giderek yavaşladığını göstermektedir. N. Roubini gibi Batılı uzmanlar, Çin ekonomisinin gelecek yıl büyük bir ihtimalle sert bir inişe geçeceği tahminini yapıyorlar.
Çin'i yakın geçmişte "dünyanın atölyesi" haline getiren büyüme, Çin Devrimi'nin sermayeyi mülksüzleştirdiği (devlet işletmeleri, devlet mülkiyetindeki bankalar vb.) alanların acımasızca yağmalanarak (yerel talebe veya ulusal pazardan elde edilen kâra değil) dünya pazarına ihracata yönelik bir ekonominin geliştirilmesine dayanıyordu. Güçlü kapitalist gelişme, kapitalist olmayan öncüllerin (örneğin devlet bankalarının kapitalist ölçütlere bakmadan sağladığı krediler) yanı sıra, son kertede Stalinist bir rejim tarafından küresel sermaye adına disipline edilen ucuz ve kalabalık bir emek gücünün aşırı sömürülmesine dayanıyordu.
Dünya pazarına açılan endüstriyel kıyı bölgeleri ile kırsal iç bölgeler arasındaki toplumsal eşitsizlikler kırlardan kentlere durdurulamayan göçü, kırlardaki huzursuzluğu, durmadan devam eden köylü isyanlarını ve yasadışı, fiili işçi grevlerini tetikliyor.
Her yıl işgücü piyasasına giren 24 milyon yeni insan ile sanayi kentlerine göç eden 12-14 milyon yoksul köylüyü istihdam edebilmek için Çin'in yıllık yüzde 9-10'luk büyüme oranını sürdürmesi gerekiyor. Bu oranın altında gerçekleşen her büyüme oranı işsizler ordusuna milyonlarca insanın daha katılması ve gelecek yıllar için daha fazla patlayıcı çelişki birikmesi demek. Çin ekonomisinin sert bir iniş yaparak yüzde 12'den yüzde 6'lık büyüme oranına gerilemesi halinde (ki günümüzün dünya krizi koşullarında bu pekala mümkün) Çin Komünist Partisi'nin bürokratik restorasyonist rejiminin meşruiyetine ve istikrarına büyük bir darbe inecektir.
ÇKP önderliği iki ucu pis bir değneği elinde tutuyor: ya tüm çabalarını kıyı bölgelerine yoğunlaştıracak, ABD ve dünya pazarının küçülmesinden ve içerideki tarımsal bölgelerin çözülmesinden kaynaklanan çelişkilerle daha fazla yüzleşecek ya da dünya pazarıyla bağlarını koparıp bir (kapitalist) iç pazar kurmaya yönelecek. Herhalükârda varolan çelişkiler daha fazla keskinleşerek patlama noktasına gelecektir.
Putin'in Rusya'sı da dünya krizinin şiddetlenmesinden, kredi sıkıntısından, petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki düşüşten dolayı ciddi yara almıştır. Rusya Ağustos 1998'teki iflasından bu yana en ciddi krizle karşı karşıyadır.
Yeltsin'in 1990'lardaki iktidarı döneminde "yüzyılın hırsızlığı" olarak bilinen süreçte kamu malları oligarklar tarafından yağmalanmıştı. Bu nedenle, Asya krizinin ertesinde gelişen uluslararası karmaşa sırasında, Ağustos 1998'de Rus devleti borçlarını ödeyemez hale gelerek moratoryum ilan etmişti. Şimdiki durum tam tersidir: Devletin sermaye rezervleri (Temmuz 2008'e kadar geçen yedi yıl boyunca petrol fiyatlarının olağanüstü artması nedeniyle) gayet güçlü olmasına rağmen (Rusya bu alanda dünya üçüncüsüdür), uluslararası kredi daralması oligarklara ve özel sektöre büyük bir darbe vurdu. Enerji ve hammadde alanındaki iddialı projeleri için aldıkları kredi borçlarını ödeyemez hale geldiler.
Eylül-Ekim 2008'de Rusya'nın iki borsası Mayıs ayında en yüksek noktaya ulaşan kapitalizasyonlarının yüzde 75'inden fazlasını kaybettikleri için iki üç gün boyunca kapalı kaldı. Yabancı sermayenin Gürcistan Savaşı'nın öncesinde başlayan geri çekilişi bu olayın ardından artarak devam etti.
Rus borsalarının 16 Eylül ve 6 Ekim tarihlerindeki çöküşünden bu yana devlet Rus bankalarının istikrarını korumak için piyasaya 90 milyar dolardan fazla likidite sağladı.
Kremlin piyasaları rahatlatmak için ilk önce oligarklara dönerek onları toplam servetlerinin yüzde 10 ila 30'luk bölümünü piyasalara ve bankalara enjekte etmeye zorladı. Devlet oligarkların yatırımları üzerindeki kontrolünü arttırdı ama bu krizi durdurmaya yeterli olmaktan oldukça uzak. Yatırımlar bakımından çok zengin olan oligarklar nakit bakımından çok yoksul durumda. Rusya'nın en zengi adamı olan Oleg Deripaska gibi oligarklar likit kalabilmek için imparatorluklarının bir kısmını paraya çevirmek zorunda kaldılar.
1990'ların filmi şimdi geriye sarılıyor: son birkaç onyılda yaratılan ve kapitalizmin restorasyonu için elzem olan orta sınıf hızla mahvolurken, devletin oligarklar ve özel sektör üzerindeki kontrolü sağlamlaşıyor.
Ancak Putin'in Bonapartizmi altındaki bu hayli iri devletin maddi zemini giderek sarsılıyor. Oligarkları ellerini ceplerine atmaya zorladıktan sonra, sıra devletin kendi kaynaklarını, nakit rezervlerini kullanmasına geldi. Ancak Ağustos ayında 600-650 milyar dolar civarında olan bu rezervler 17 Ekim 2008'de 515 milyara indi. Her hafta 12 ila 16 milyar dolar civarında sermaye ülkeden kaçıyor.
Rusya'nın Temmuz ayı itibariyle dış borcu toplam 527.1 milyar dolardı. Bu borcun 228.9 milyar dolarlık bölümü özel bankalara veya devlet bankalarına aitti. Rus bankaları, otomobil kredisinden Rus enerji ve maden şirketlerine verilen kredilere değin her türlü krediyi dış sermayeye erişimi sayesinde sağlıyordu. Ruble Amerikan doları karşısında değer kaybettikçe dolar üzerinden alınan borçların değeri arttı. Eylül ayından bu yana rublenin değeri yaklaşık dörtte bir oranında azaldı, dolar üzerinden alınan borçların servisinin bedeli de aşağı yukarı aynı oranda arttı. Bu nedenle, Kremlin'in derhal müdahale etmesi zorunluydu.
Putin rejimi altındaki Rusya'nın ekonomik istikrarını yeniden kazanmasının tek bir temel nedeni vardı: enerji. Petrol ve emtia fiyatlarının azalmasıyla birlikte bu temel sarsılıyor. Ham petrolün varil fiyatının 65 dolara kadar düşmesi nedeniyle Rusya'nın 2009 yılı bütçesi ucu ucuna denkleştirildi. Dünya çapındaki depresyonla birlikte durum daha da kötüleşecek.
Enflasyonun yükselmesi kitlelerin hoşnutsuzluğunu şimdiden arttırıyor. Rejimin 2000-2008 döneminde artan popülaritesi son dönemde aşınıyor. İşçi sınıfının bağımsız seferberliği sorunu gündemdedir. Özellikle yabancı sermayeye açılan modernize edilmiş sektörler ciddi yara aldı. Leningrad bölgesindeki Ford fabrikasında ve diğer fabrikalarda geçen yıl yaşanan grevler, önümüzdeki dönemde yaşanacak ve muhtemelen daha geniş kesimleri kapsayacak yeni mücadelelerin habercisidir.
İşçi hareketinin siyasi bağımsızlığı ve önderliği temel sorundur. Stalinizm sosyalizmin itibarını azaltmış, sosyalist inşayı çıkmaza sokarak yıkıma sürüklemişti. İşçiler (1991 sonrası dönem de dahil olmak üzere) geçmişin atomizasyonunu, dağınıklığını aşmak ve yeni örgütler kurmak zorundalar. Rusya solunun (Stalinist olsun olmasın) büyük çoğunluğu ya Putin/Medvedev rejiminin "Güçlü Devlet yurtseverliği"ne ya da liberallere yedeklenmiş durumda. Liberalizm 1990'lardan bu yana iflas halinde ve devam eden dünya krizi bu akımın son artıklarını da ortadan kaldıracak. Aynı kriz Putin dönemine de ölüm öpücüğü veriyor. Krizden yeni, bağımsız ve sosyalist bir yoldan çıkışı sağlayacak, oligarkları ve onların Kremlin'deki hamilerini mülksüzleştirecek, sosyalist önlemleri içerecek bir acil ulusal programı uygulayıp SSCB'yi yeni bir temelde yeniden kuracak bir işçi öncüsü gereklidir. Bu öncüyü kurmaya aday genç savaşçılar şimdilik sayıca az ve dağınık olsalar bile, bürokrasi karşıtı ve enternasyonalist bir komünizmin bayrağı altında toplanıyorlar.
Kriz ve Kitle Radikalizasyonu
6. Güncel gelişmeler, sistemin istikrarına ve krizleri aşma kabiliyetine aşırı güven duyan (başta soldakiler olmak üzere) her türlü özürcü ve şüpheciye şiddetli bir ideolojik darbe vurdu. Dünya krizi gerçeğini inkar etmeleri imkânsız hale geldiği için bu kez de krizin devrimci sonuçlarını yadsıyorlar.
Ekonomik kriz ile devrimci kitle seferberliği arasındaki ilişki elbette dpğrusal değil diyalektik bir ilişkidir. Ancak Marx ve Marksizm, sermayenin iç çelişkilerinin artan bir şiddetle sürekli patlamasının kapitalizmin yıkılmasının koşullarını hazırladığını ortaya koymuştu: "Bu çelişkilerin yol açtığı patlamaların, felaketlerin ve krizlerin sonucunda emek askıya alınır, sermayenin büyük bölümü yok olur. Sermaye, intihar etmeksizin üretici güçlerinin tamamını kullanamayacağı bir noktaya sürüklenir. Dahası, sürekli meydana gelen bu felaketler giderek daha yüksek düzeyde tekrarlanır ve en sonunda sermayenin şiddetle devrilmesine yol açar" (Karl Marx, Grundrisse, Marx-Engels Collected Works (Progress-Moskova, 1987, cilt 29) içinde, s. 134).
"Sermayenin büyük bölümünün yok oluşu" borç dağlarıyla, banka, şirket ve devlet iflaslarıyla devam ederken, "emeğin askıya alınması" da dünya ekonomisinin ciddi biçimde küçülmesine paralel olarak işsiz yığınlarına yeni birliklerin katılmasıyla sürüyor; son olarak kapitalizmin "şiddetle yıkılması" tehdidi sermayenin tüm kalelerinin üzerinde dolaşıyor. Financial Times yazarı M. Wolf dahi 28 Ekim tarihli köşe yazısında ilerleyen küresel çöküşün siyasi sonuçlarını analiz ederken yabancı düşmanlığı ve milliyetçiliğin yanı sıra devrimi de anıyor.
Yabancı düşmanlığı on yıllardan beri varlığını sürdürüyor ve özellikle de "sömürgecilik sonrası" Avrupa'sında kuşkusuz daha da güçlenecektir. Ekonomik milliyetçiliğin yükselişi her türden ulusal, etnik ve ırkçı nefreti arttıracaktır. Tarihsel bir sistem analizi yapan hiç kimse bu barbarlık tehlikesini küçümseyemez. Ancak sosyal devrim de güçlü biçimde gündeme gelmektedir.
Krizin etkisi, (krizi önceleyen veya takip eden siyasi durum ve kitle hareketlerini kapsayan) genel siyasi durumdan bağımsız olarak anlaşılamaz.
Son birkaç onyılda, özellikle de Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra işçi hareketlerinin ve sınıf bilincinin gerilediği, burjuvazinin ideolojik hakimiyetinin güçlendiği bir gerçektir. Ancak İtalya ve Almanya'da faşizmin zaferine sahne olan 1920'li ve 30'lu yıllardakine benzer bir tarihsel yenilgi bu dönemde yaşanmamıştır. Tersine, çözümsüz ekonomik, sosyal ve siyasal çelişkilerin ortasındaki yönetici sınıfın yönetme kapasitesinin azaldığı, buna karşılık proletaryanın devrimci potansiyelinin ortadan kalkmadığı açıkça ortada. 1990'ların ortalarından bu yana yaşanan, Fransa'da 1995'teki kitlesel grevlerden kapitalist küreselleşmeye karşı Seattle ve Cenova'daki ayaklanmalara, ikinci İntifada'dan Argentinazo'ya (Arjantin ayaklanması), 2003'te Irak'taki emperyalist savaşa karşı düzenlenen kitle eylemlerine, Irak ve Afganistan'da "teröre karşı savaş"ın karşılaştığı fiyaskodan Lübnan'daki Siyonist işgalin 2006'daki yenilgisine kadar uzanan bir dizi gelişme artan radikalizasyonun göstergesidir.
Bir bütün olarak Latin Amerika (1989'daki Caracazo'dan 2001'deki Argentinazo'ya, Bolivya ve Ekvador'da 2000-2003 döneminde yaşanan isyanlardan Venezuela'da ABD destekli askeri darbenin ve patronların lokavtının 2002'deki yenilgisine uzanan) bir dizi isyanın işaret ettiği bir ön-devrimci durum yaşamaktadır. Gelişen devrim Kıtanın sınırlarını aşarak bugünkü dünya krizinin önemli bir tarihsel faktörü haline gelmektedir. Emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık süreçlerinin ulusal burjuvazi, sivil veya askeri küçük burjuvazinin üst katmanları arasında güçlü bir temsilcisi yoktur. Bu güçler tarihsel duruma uygun bir siyasi temsili gerçekleştiremiyor. Latin Amerika'da bir yandan kendi tarihinde benzeri bulunmayan (Venezuela'da Hugo Chavez, Bolivya'da Evo Morales, bir dereceye kadar Correa'nın Ekvador'u gibi) askeri ve yerli milliyetçi hareketlerin bileşkesi olan hükümet deneyimlerine, diğer yandan Brezilya'daki Lula ve Uruguay'daki Frente Amplio hükümetleri türünden merkez sol iktidarlara rastlanıyor. Bir yandan her türden oportünist Chavezci rejimin ve emperyalizm yanlısı merkez sol hükümetlerin çizgisine adapte olurken, sekterler ise bir yandan bunların hepsini aynı sepete doldurup soyut biçimde her türden hükümeti kınarken diğer yandan milliyetçi bakış açısını muhafaza ediyor (örneğin Brezilya'daki Morenist PSTU). Bizim devrimci yönelişimiz ise, bunun tersine, Yanki emperyalizmine, burjuva ve küçük burjuva milliyetçiliğine karşı Latin Amerika'nın devrimci sosyalizm temelinde birliği için mücadedir.
Avrupa'da, özellikle de Fransa'da artan sosyal kriz, burjuva parlamenter sisteminin ve merkez sol hükümetlere katılan resmi bürokratik solun meşruiyetinin giderek azalması ve kitlelerin radikalleşmesi, kapitalizme karşı savaşan yeni bir Partinin kurulmasını zorunlu hale getiriyor. Fransa'da Sosyalist Parti (SP) ile "çoğulcu sol"un bir dizi sosyal-liberal hükümet deneyiminin başarısızlığı, SP'nin yaşadığı iç ayrışma ve Fransız Komünist Partisi'nin neredeyse çökmesi, yeni dönemin gerektirdiği tipte bir Partiyi kurma sorununu son dönemde radikalleşen kesimlerin gündemine getiriyor. Trotskist gelenekten gelen Lutte Ouvrière (İşçi Mücadelesi-LO) ve Devrimci Komünist Birlik (LCR) ömürlerini doldurmuş durumdalar. LCR, Trotskizm ve Dördüncü Enternasyonal tarihsel referanslarını tamamen bir yana bıraktı ve yeni bir Anti-Kapitalist Parti (NPA) için kampanya yapmaya başladı. Kapitalizm karşıtı savaşçıların kuracağı yeni bir partiye duyulan ihtiyaç yadsınamaz bir gerçek. Ancak NPA'nın programı ve perspektifi gerçek bir devrimci alternatifi yansıtmaktan ziyade, başarısızlığa uğrayan eski reformist içeriğin yeni bir zarfla kaplanmasından ibaret.
Fransa'nın ve diğer ülkelerin işçi sınıfı, gençliği ve isyan halindeki tüm ezilenleri, dünya kapitalizminin krizini sosyalist bir yoldan aşacak yeni tipte bir mücadele partisine ihtiyaç duyuyor.
Trotskiy'in doğru biçimde vurguladığı gibi, zafer olayların kendiliğinden evrimi tarafından önceden belirlenmeyen, stratejik bir görevdir. Bu türden koşullar ortaya çıktığında devrimci önderliğin sorumluluğu olağanüstü artar.
Devrimci mücadele yoluyla iktidarı fethetmek için kitleleri Geçiş talepleri programı aracılığıyla birleştirmek ve seferber etmek bugün her zamankinden daha önemli bir sorundur. Uluslararası çaptaki mücadeleyi birleştirecek merkezi talepler şunlardır:
-
Bankalar işçi denetiminde tazminatsız kamulaştırılsın!
-
İşten çıkartmalar yasaklansın! Kapatılan işyerleri işgal edilsin! Tüm defterler işçi kontrolüne açılsın! Büyük şirketler işçi denetiminde, patronlara tazminat ödenmeksizin kamulaştırılsın!
-
İş saatleri düşürülsün, ücretler arttırılsın! Daha az iş saati, herkese iş! İşsizlere tam ücret! Göçmen ve yerli işçilere eşit haklar tanınsın!
-
Kahrolsun kapitalist hükümetler! Sınıf işbirliğine veya sermayenin temsilcileriyle birarada krizi yönetmek için kapitalist hükümetlere katılmaya hayır! İşçi iktidarı için, proletarya diktatörlüğü için, krizi sosyalist yoldan aşmak için ileri!
-
Kahrolsun emperyalizm, emperyalist savaşlar ve işgaller! Emperyalist birlikler Irak ve Afganistan'dan dışarı! NATO ve tüm emperyalist üsler dağıtılsın! Kahrolsun emperyalist Avrupa Birliği, Yaşasın Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri! Latin Amerika'nın Sosyalist Birliği için İleri! Dünya Sosyalist Cumhuriyeti İçin İleri!
İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde kurulan Dördüncü Enternasyonal, Ekim Devrimi'nin ve sonrasının tüm tarihsel deneyimlerinden yararlanarak bu türden bir programın temel çizgilerini geliştirmiştir. Dördüncü Enternasyonal, devrim ile karşı-devrim arasında 20. yüzyıl boyunca yaşanan tüm çatışmaların deneyimleri ile devrimci başkaldırılarının 21. yüzyıldaki yeni aşamasını birbirine bağlayacak yegane araçtır. Dördüncü Enternasyonal'in yeniden kurulması ve onun seksiyonu olacak devrimci partilerin inşa edilmesi önümüzde duran en acil görevdir.
Milano, 8 Kasım 2008.