DEVRİMCİ İŞÇİ PARTİSİ GİRİŞİMİ MANİFESTOSU (DİP Girişimi - 20-02-2009)

Sınıf mücadelelerinde, toplumsal mücadelelerde yepyeni bir döneme giriyoruz. Açılmakta olan bu dönem, uluslararası burjuvazinin 1979-81 arasında başlattığı neoliberal saldırının ve sosyalist inşa deneyimlerinin 1989-91 arasında çöküşünün tetiklediği gericilik döneminin sona ermesi anlamına geliyor. İnsanlığın kaderini belirleyecek bir dönem açılıyor. Ya kapitalizmin insanlığı eşiğine getirdiği uçurumun kenarında, barbarlığa, hatta yok oluş tehlikesine teslim olacağız ya da uluslararası işçi sınıfı insanlığın ezici çoğunluğunun önüne düşecek, kapitalizmi devirecek, sosyalizme doğru büyük bir adım atacak ve hep birlikte yepyeni bir dünya kuracağız.

Büyük sıçramalar kendilerine uygun araçlar gerektirir. İnsanlık bu atılımı yapacaksa, her ülkede işçi sınıfına devrimci bir parti gerekiyor. Bu yetmez, uluslararası çapta bu partilerin dünya devrimi programı temelinde kuracakları bir dünya partisi gerekiyor. Biz bu topraklarda Devrimci İşçi Partisi'ni bu ihtiyaca cevap vermek için kuruyoruz. Bütün işçileri, emekçileri, ezilenleri ve gençleri bu kuruluşa omuz vermeye çağırıyoruz.

İnsanlığı, sömürüden, baskıdan, uygarlık krizinden kurtarmak

21. yüzyıl kapitalizmin tarihinin gördüğü en büyük krizlerden biriyle açıldı! Bugün dünya çapında yaşanan ekonomik kriz kapitalizmin tarihindeki üçüncü büyük krizdir. Bu krizin kökleri, kapitalizmin bilinçli plan tanımayan anarşik doğasının, sermayeye dayanan üretim tarzının çelişkilerinin ürünü olarak 1970'li yılların ortalarında başlayan uzun krizinde yatıyor. Kapitalizm kendini yeniden üretebilmek için mazoşistik bir dürtüyle düzenli olarak büyük krizlere ihtiyaç duyar. Oysa geride bıraktığımız otuz yıllık dönemde sermayenin üretim alanından kaçarak finans alanına sığınması sonucunda, kapitalizm bu krizini tadını çıkararak yaşayamamıştır. Bugünkü kriz bundan dolayı finansal bir kriz olarak başladı, ama ardından topyekûn bir ekonomik krize dönüştü. Wall Street'in Hollywood dekoru çökünce, bu dekorun ardındaki çorak arazi herkesin görebileceği biçimde gözler önüne serildi.

19. yüzyılın son çeyreğindeki Büyük Depresyon kapitalizmin toptan yeniden yapılanmasıyla ve emperyalist aşamasına geçişiyle aşılmıştı. 20. yüzyılın ikinci çeyreğindeki Büyük Depresyon faşizmle, İkinci Dünya Savaşı'yla, ABD hegemonyasında yeni bir uluslararası sistemin kurulmasıyla aşıldı. Bugün içine girdiğimiz krizin çözümü için uluslararası sermaye yeniden büyük dönüşümlerin arayışı içine girmek zorundadır. Ekonomik alanda sermayenin büyük ölçüde değersizleşmesi, eski dönemden kalan, yeni dönemin ihtiyaçlarına karşılık vermeyen, rekabet gücü düşük sermaye birimlerinin tahribi gereklidir. Sınıf ilişkileri açısından, işçi sınıfının ve bütün emekçilerin daha önceki dönemde büyük mücadelelerle elde etmiş olduğu kazanımların, mevzilerin, hakların sökülüp alınması gereklidir. Sermaye insanlığın ezici çoğunluğunun hem yaşam olanaklarını tahrip etmeye, hem de onları yoksulluğun ve sefaletin içine itmeye mecburdur!

Ama büyük krizler ekonomik ilişkileri baştan aşağıya sarsmakla kalmaz, kapitalist gelişme eğrisinin tamamında bir kırılmaya yol açar. Kapitalizmin büyük krizleri aynı zamanda savaşlara gebedir. Her kriz, sadece sermayeler arasında değil, başta emperyalist olanlar olmak üzere, devletler arasında da rekabeti keskinleştirir. Bugünkü büyük kriz için bu daha da geçerlidir, çünkü bu kriz, Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa'da kapitalizmin restorasyon sürecinin kışkırttığı emperyalistler arası yeni bir paylaşım mücadelesinin ürünü olan "Sürekli Savaş" döneminin içine doğmuştur. Emperyalist kapitalizm insanlığı yeniden evrensel bir kıyım tehlikesiyle karşı karşıya getiriyor!

Tehlikede olan sadece insanlık da değil, bütün canlılar ve doğanın kendisidir! Kapitalizm tarihi boyunca insanlığın üretici güçlerini yalnızca geliştirmedi. Sermayenin kâr hırsı ve burjuvazinin yarattığı sözde kaliteli hayat tarzı, doğanın acımasızca tahrip edilmesine yol açtı. Bugün gündeme büyük bir ağırlıkla oturmuş olan iklim değişikliği, bütün ülkelerde eko-sistemi altüst etme tehdidini yaratıyor. Hızlı büyüme döneminde bile ekolojik tahribata karşı önlem almaktan kaçınan kapitalistler ve devletleri, şimdi kriz döneminde "benden sonra tufan" anlayışıyla ekolojik sorunu düşürülmesi gereken maliyetler hanesine yazacaktır. Yıkım ve yok oluş tehdidi sadece savaştan gelmiyor. Yaşanacak bir de dünya gerek!

Kapitalizmin ekonomik, askeri ve ekolojik krizleri, insanlığı bir uygarlık krizi ile karşı karşıya bırakıyor. "Gemisini kurtaranın kaptan" olduğu, "her koyunun kendi bacağından asıldığı" bir toplumda militarizmi, ırkçılığı, cinsiyetçiliği depreştiriyor. Bu yetmiyor, insanlığın üretici güçlerini tahrip ediyor. Kriz içinde değersizleşme yoluyla yaratılmış üretici güçleri ortadan kaldırıyor, kitlesel işsizlikle üretimin temel gücü insan emeğini atıl bırakıyor. Savaşla birçok ülkenin üretim kapasitesini yerle bir ediyor. İnsanlığın zenginliğinin kaynaklarından biri olan doğayı yıkıma uğratıyor.

İşçi sınıfı ve onun saflarında yer alacak herkes, yepyeni bir uygarlığı inşa göreviyle karşı karşıyadır. Kapitalizm, kadim uygarlıkları karşı karşıya getirerek bir "uygarlıklar çatışması" yaratıyor. Sosyalizmin görevi düpedüz barbarlığa karşı "uygarlık için savaş" olacaktır. Kapitalizmin her koyunun kendi bacağından asıldığı anarşik düzenine karşı, yepyeni bir uygarlığın yaratılması için büyük bir mücadele verilecektir: Bu yeni uygarlıkta, emeğiyle yaşayan insanlık kendi geleceğine bilinçli bir planla biçim verecek, insanlar dayanışmayı en üstün değer haline getirecek, her bireyin gelişmesinin toplumun gelişmesinin koşulu haline gelecek, herkesten yeteneğine göre alan ve ihtiyacına göre veren kardeşçe bir toplum yaratılacaktır. Kapitalizmin yaratığı ulusal devletlerin bütün insanlığı girdabına çektiği ulusal bencillik yerine, bütün halkların çıkarlarını ortaklaştırarak kaynaşmalarını sağlayacak bir insan uygarlığı. Her canlıya özen gösteren, doğayla bütünleşen, barışı kalıcı kılan bir uygarlık. İnsanlığın tarih öncesine son verip gerçek insanlık tarihini başlatan bir uygarlık.

Böyle bir uygarlık ancak her türlü sömürünün, rekabetin ve bencilliğin anası olan üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla ve insanlığın bütün üretici güçlerinin emekçi halkın ve giderek halkların ortak mülkiyeti temelinde toplumun ihtiyaçları doğrultusunda planlı biçimde seferber edilmesiyle kurulabilir.

Türkiye'de burjuva devletinden ve partilerinden kurtulmak

1908'de İttihat ve Terakki, kadim Osmanlı devletinin surlarında, burjuva toplumunun daha sonra içeri girmesini sağlayacak ilk gediği açtı. 1923'te savaş ve işgal koşullarında Kemalizm tarafından kurulan yeni rejim, kapitalist üretim ilişkilerinin hızla gelişmesine olanak sağlayan bir burjuva devletini biçimlendirdi. Bugün solda bu cumhuriyeti yüceltenler, sınıf perspektifini bütünüyle terk etmiş olanlardır. Kendi döneminde tarihsel anlamı ne olursa olsun, cumhuriyet, işçi sınıfı ve emekçileri sermayenin çıkarları adına baskı altına alan bir burjuva cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet, her şeyden önce Türkiye'nin emperyalist Batı ile bütünleşmesini stratejik bir hedef haline getirmiş olan TÜSİAD burjuvazisinin hakimiyetinde, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "koruma ve kollama"sı altında, polis teşkilatıyla, MİT'iyle, kontrgerillasıyla büyük halk kitlelerini inim inim inleten bir "beyaz Türk" cumhuriyetidir. 85 yıllık tarihi içinde en büyük başarısı, Türkiye'yi ikirciksiz biçimde kapitalist bir ülke haline getirmiş olması ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını neredeyse kopmaz biçimde NATO'ya, emperyalizme ve son dönemde AB'ye bağlamış olmasıdır.

Çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türklerin hakimiyetinde bir ulusal devlet yaratılması girişimi bu toprakları 20. yüzyıl boyunca kan rengine boyamıştır. Türkiye burjuvazisi, kapitalist ideolojinin peri masallarının anlattıklarından farklı olarak, piyasanın barışçıl rekabeti içinde değil, devletin zoruyla, savaşlarla, katliamlarla, etnik arındırmalarla doğmuş, büyümüş, gürbüzleşmiştir. İttihatçıların yüz binlerce Ermeni'yi öldürerek bu kadim halkı bugünkü Türkiye topraklarından kovan mezalimi, Türk burjuvazisinin ilk sermaye birikiminin tarihsel atılımının başlangıcıdır. 1923'te Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan nüfus mübadelesi, Türk burjuvazisinin, ekonomik ve politik hakimiyeti öteki etnik gruplarla paylaşmaksızın ele geçirmesinin ikinci evresi olmuştur. 1925'ten itibaren Kürtlerin varlığının dahi inkâr edilmesine dayalı baskı ise Türk burjuvazisinin kendine ait bir devlet oluşturmasının son halkası olmuştur. Bugünkü cumhuriyet işte bu yüzden, Türk burjuvazisinin iktidar tekelini korumak için, aynı zamanda Türk ulusunun bu coğrafyada başta Kürtler olmak üzere bütün öteki uluslar üzerindeki hakimiyetini koruyan bir cumhuriyettir.

Günümüzde Türkiye üç büyük savaşın girdabında felâkete doğru sürükleniyor. ABD, AB ve Siyonizmin Ortadoğu'da ve Avrasya bölgesinde başlattığı emperyalist savaş, Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin'den sonra İran'ı da tehdit ediyor. Savaşın her yeni evresi ile Türkiye emperyalist savaşın yarattığı büyük çelişkilerden gittikçe daha fazla etkileniyor. Burjuvazi Türkiye'nin hayati bir sorunu olan Kürt sorununu siyasi temellerde çözmeyi reddettiği için,  çeyrek yüzyıldır süren bir savaş şimdi bütünüyle uluslararası bir nitelik kazanmış durumda ve Türkiye'yi Ortadoğu'nun girdabına daha da fazla çekiyor. Bu iki savaş karşısında yangına körükle giden hakim sınıflar, on yılı aşkın süredir kendi içlerinde Batıcı-laik kampla İslamcı kamp arasında burjuvazinin politik iç savaşını yaşıyor. 1997'de ve 2007'de iki askeri müdahaleye yol açan bu savaş, hâlâ büyük gerilimlerin kaynağı olmaya devam ediyor. Toplum ikisi askeri, biri şimdilik politik nitelik taşıyan bu üç savaşın yarattığı patlayıcı çelişkilerin gerilimi altında her gün sarsılıyor. Türkiye kördüğüm olmuş durumda.

Ama Türkiye'de sözü çok sık edilmeyen bir dördüncü savaş sürüyor. Burjuvazi, tekelcisiyle KOBİ'siyle, uluslararası müttefiklerinin de yardımıyla, işçi sınıfına, emekçilere, kent ve kır yoksullarına karşı 12 Eylül'den bu yana, yani otuz yıla yakın bir süredir bir sosyo-ekonomik savaş yürütüyor. Neoliberal küreselleşme politikaları aracılığıyla, özelleştirmeyle, sosyal hizmetleri tırpanlayarak, esnekleştirme ve yalın üretimle, sendikasızlaştırmayla, tarımın yıkımıyla işçi ve emekçi kitleleri bölüyor, parçalıyor, köleleştiriyor, evcilleştiriyor, yoksullaştırıyor, çaresizleştiriyor. Bugün dünya ekonomik krizinin etkisi altında Türkiye ekonomisi diz çöktükçe bu savaş şiddetleniyor. İşten çıkartmalar yoğunlaşıyor, işsizlik yükseliyor, yoksulluk her bölgeye yayılıyor.

Türkiye'nin kördüğümünün çözümü bu savaşta yatıyor. İşçisiyle, işsiziyle, kamu çalışanıyla, emeklisiyle işçi sınıfı/proletarya ayağa kalkıp mücadele vermedikçe, sendikalarını bürokrasiden geri kazanmadıkça, bu mücadelesini siyaset sahnesine çıkarak yürütmedikçe, öteki büyük savaşların işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin çıkarları doğrultusunda ilerici bir çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Türkiye'nin emperyalizmin hizmetkârlığından kurtulması da, Kürt sorununun adil bir politik çözüme kavuşturulması da, halkın burjuvazinin iki kampının savaşının cephaneliği olmaktan kurtulması da işçi sınıfının siyasete bağımsız olarak ağırlığını koymasıyla ve emekçileri, ezilenleri müttefik olarak kazanmasıyla mümkün olacaktır.

Solun liberal partileri bunu yapmayı reddediyor, işçi ve emekçileri burjuvazinin AB programının peşine takıyor. Solun ulusalcı partileri bunu yapmayı reddediyor, işçi sınıfını devletin baskıcı politikalarının peşine takıyor. Solun geri kalan partileri hem bu liberal ve ulusalcı kanatlar arasında yalpalıyor, hem de Kürt hareketiyle sınıf bağımsızlığı ilkesini bütünüyle görmezlikten gelen bir ilişki içinde çıkmaz yollara sürükleniyor. Sosyalist hareket ile Kürt hareketi arasında bir ittifak bu topraklarda derin bir değişimin önünü açacaktır. Ama ancak işçi sınıfının kendisi ile Kürt halkı arasında gerçek ve sağlam temellerde bir ittifak haline gelirse. İşçi sınıfının çıkarları temelinde bir politika yürütmeyenler işçi sınıfını harekete geçiremez ve Türkiye'nin kördüğümünü çözemez.

İşçi sınıfı ve büyük emekçi kitleler açısından bu cumhuriyetin yerine bir işçi devleti kurulması vazgeçilmez bir hedeftir. Bunun için işçi sınıfının bütün burjuva partilerinden ve ideolojisinden tam anlamıyla bağımsızlaşması gereklidir. Türkiye politikasının dört ana ailesi, kendine liberal süsü veren merkez sağ, sosyal demokrasi kisvesine bürünen Kemalist merkez sol, dini halkın afyonu olarak cephanelik yapan siyasal İslam ve her türlü kurtuluş mücadelesine karşı beton gibi bir Türk milliyetçiliğini yükselten faşizm, onyıllardır değişik konjonktürlerde burjuvazinin ve emperyalizmin politikalarını uyguluyorlar. Bunların herhangi birine ilericilik atfederek peşine takılmak, işçi sınıfının kısa ve uzun vadeli mücadelesi açısından da, büyük ezilen kitlelerin çıkarları açısından da son derece zararlıdır. Devrimci İşçi Partisi, Türkiye işçi sınıfını ve müttefiki güçleri, burjuvaziden, devletten ve burjuva partilerinden bütünüyle bağımsızlaştıracak bir politika izlemek için kuruluyor. Bu amaçla Sünni'si ve Alevi'siyle bütün işçileri ve emekçileri, kırın ve kentin yoksullarını, kadınları ve gençleri kucaklayarak toplumun önüne nihayet yepyeni ufuklar açacak bir siyasi örgütlenmeyi sunabilmek için kuruluyor.

Burjuva sosyalizmine karşı proleter sosyalizmini güçlendirmek

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye'de sosyalist sol, istisnai atılımlar dışında, burjuvazinin ve devletinin politik ve ideolojik hegemonyasından kopamamıştır. Stalinizmin etkisine girdikten sonraki döneminde tarihi TKP'den başlayarak, Yön ve MDD'den geçerek 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 askeri muhtıralarına ve Ergenekon davası vesilesiyle işçi sınıfı ve Kürt düşmanı kontrgerillaya destek verecek kadar alçalmış olan bugünkü "ulusalcı sol"a kadar uzanan bir damar, cumhuriyet devletinin bu ülkenin, hatta insanlığın başına gelmiş en iyi şeylerden biri olduğuna inançla her önemli dönemeçte burjuva devletinin ardında yerini almıştır. Görünürde bunun tam karşısında, Demokrat Parti'nin 40'lı yıllardaki yükselişinden itibaren merkez sağ partilere, daha sonra da İslamcılığa ilericilik atfeden, Türkiye'nin tarihsel gelişmesinin dinamiklerini sivil toplumun devlete, "çevre"nin "merkez"e karşı mücadelesinde arayan sivil toplumculuk ya da liberal sol ise, AB emperyalizmi ve onunla kaynaşmayı stratejik hedef olarak gören burjuvazinin politikasını sol bir kisve altında uygulamıştır. Ulusalcı sol ile liberal sol, birbirleriyle polemiklerinin bütün sertliğine rağmen, ufuklarını burjuva toplumunun farklı yöntemlerle "ilerici" hale getirilmesi ile sınırladıkları için birer burjuva sosyalizmidir.

Adını hak eden bir sosyalizm, proletaryanın ve onun etrafında mücadeleye katılacak olan ezilen kitlelerin, sınıf hâkimiyetinden ve her türlü ezme-ezilme ilişkisinden kurtulmak üzere yepyeni bir toplum kurmasını hedefler. Sosyalizm, işçi sınıfının gün be gün işyerinde ve hayatın her alanında verdiği mücadelelerin sistemleştirilmiş ve devrimci bir programa kavuşturulmuş siyasi hareketidir. Bu program, bütün emekçi ve ezilenlerin kurtuluşlarının yolunu gösterdiği ölçüde, burjuvazinin sınıf hâkimiyetine karşı yeni bir iktidarın, işçi sınıfı iktidarının, bir işçi devletinin temellerini ortaya koyar. Devrimci İşçi Partisi, Türkiye sosyalist soluna bütün tarihi boyunca hâkim olmuş burjuva sosyalizminin karşısında işçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmaz çelişkilerinden yola çıkan, sınıfın kendi mücadelesini bir iktidar mücadelesiyle taçlandırmak için örgütlenen ve var olan dünyaya bir bütün olarak meydan okuyan bir proleter sosyalizminin bayrağını yükseltmek için kuruluyor.

Bir kez proleter sosyalizminin programı benimsendiğinde, bugün ulusalcı solun veya sol liberalizmin kendi tekeline almaya çalıştığı kavramlarda ilerici olan ne varsa daha üst bir sentezde birleşecektir, gerici olan ne varsa tarihin çöplüğüne gönderilecektir. Hem ekmek hem özgürlük için mücadele etmek mümkün hale gelecektir. Milliyetçi olmadan anti-emperyalist olmak, demokratik haklara karşı olmadan özelleştirmeye karşı çıkmak mümkün hale gelecektir. O zaman Kürt düşmanlığı kendine anti-emperyalizm süsü veremeyecek, piyasa taraftarlığı demokrasi kılığına giremeyecektir. Proleter sosyalizmi bütün ilerici davaları kendi bağrında birleştirecek, ama her sorunun çözümünü aynı zamanda kapitalizmin yıkılmasına ve bir işçi devletinin kurulmasına bağlayacaktır.

Devrimci demokrasinin cüretini proletaryanın örgütlülüğüyle ve devrimci Marksizmin sınıf programıyla birleştirmek

Türkiye tarihinde ezilenlerin saflarında yer alarak kapitalizme ve devletine meydan okuyan siyasi hareketler de oldu. Deniz Gezmiş'lerin, Mahir Çayan'ların, İbrahim Kaypakkaya'ların devrimci mücadelesinin oluşturduğu gelenek, bu sınıf toplumuna devrimci biçimde meydan okuması ve burjuva sosyalizmlerinin ufuksuzluğunu aşması bakımından olumlu bir tarihsel atılımdır. Ama bu hareketler, içine doğdukları dünya durumunun getirdiği sınırlamaların da etkisiyle devrimci Marksizmin ışığından yararlanamamış ve çağı ve mücadelenin gereklerini anlamakta eksik kalmışlardır.

Demokratik devrimler çağının sona erdiğini anlayamamışlardır. Oysa Ekim devrimi ve onu izleyen başarılı devrimler, proletaryanın büyük önderleri Lenin ve Trotskiy'in de teori ve pratikleriyle ortaya koydukları gibi, devrimin ancak süreklileştiği ve demokratik taleplerde durmayarak işçi sınıfını iktidara getirdiği ülkelerde sağlamlaşabildiğini ve belirli bir süre için toplumun ileri doğru bir atılım yapmasını mümkün kıldığını göstermiştir. Türkiye'de devrimci demokrasinin temellerinin atıldığı yıllar, tam da büyük enternasyonalist Che'nin "Ya sosyalist devrim ya devrimin karikatürü!" diye haykırdığı yıllardır.

Önümüzdeki devrimin öznesinin bulanık bir "halk" kategorisi olamayacağını, halkın birbirinden çok farklı uzun vadeli çıkarları olan sınıflara ayrıştığını, kapitalist topluma karşı ancak işçi sınıfının sonuna kadar gidebileceğini, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması sonrasında yepyeni bir ekonominin kuruluşunun ancak işçi sınıfının kolektif ekonomisi temelinde mümkün olacağını anlayamamışlardır. "Halk" kategorisi içine sığıştırdıkları "ulusal" ya da "anti-tekel" burjuvazinin var olmadığını, çağımızda burjuvazinin hiçbir kanadının devrimci olamayacağını kavrayamamışlardır.

Fedakâr ve kahraman bir silahlı öncünün toplumsal kurtuluşun önünü açamayacağını anlayamamışlardır. Gerilla savaşının sadece bir savaş taktiği olabileceğini, ancak işgal altında olan veya hiçbir toplumsal itibarı olmayan diktatörlüklerin sultasında yaşayan ülkelerde, dünya savaşı türünden olağanüstü koşullarda veya ulusal kurtuluş mücadelelerinde başarıya kavuşabileceğini, proleter devriminin stratejisi olamayacağını anlayamamışlardır. Proletaryayı zafere ancak onun en küçük mücadelelerinden başlayarak bütün deneyimlerini onunla birlikte, onun içinde ama bir adım önünde sabırla yaşayan, bütün bu mücadeleler aracılığıyla proletaryanın bilincini komünist bir bilinç haline getirmek için çaba gösteren, mücadelelerde öne çıkan proleterleri disiplinli bir partide örgütleyen ve proletaryanın kapitalist devletle karşı karşıya geldiği anda iktidarı almanın yöntemlerini belirleyen bir parti kavuşturabilir. Böyle bir parti, burjuvazinin silahlı güçlerinin proletaryanın mücadelesini hakim sınıflar adına kanla bastırmaya hazır olduğunu hiçbir zaman unutmaz. Proletaryanın bütün başarılı devrimci atılımları, kendisini kitlesel olarak savunmayı bildiği durumlarda gerçekleşmiştir.

Devrimci İşçi Partisi, Marksizmin bu politik ve stratejik kazanımlarını Türkiye topraklarına taşıyarak işçi sınıfının kurtuluşunun yolunu açmak için kuruluyor. Bu kurtuluş, yöntemleri bakımından değilse de ruhu bakımından 1971 kuşağına çok şey borçlu olacaktır.

Marksist teori, ideoloji ve programı yaratıcı biçimde uygulamak

Marksizmin tarihi krizlerle doludur. Uluslararası işçi hareketi Marksizmi erkenden kendi teorisi, ideolojisi ve programı olarak tanımıştır; ama hareketin kendi içinde düzenle bütünleşen unsurlar Marksizme sürekli olarak sırtlarını çevirmişler, altını oymuşlar, işçi hareketini Marksizmden uzaklaştırmaya çabalamışlardır. II. Enternasyonal'in Bernstein'ları ve Kautsky'leri, III. Enternasyonal'in Stalin'leri ve Dimitrof'ları Marksizmi ardı ardına tanınmaz hale getirmişlerdir. Ama Marksizm her seferinde kendi küllerinden yeniden doğmuştur.

Ne var ki, Marksizm yüz altmış yıllık tarihinde hiçbir aşamada Berlin Duvarı'nın 1989'da çöküşüyle içine girdiğimiz yirmi yıllık dönemde olduğu kadar prestijini yitirmemişti. Bu yirmi yıl boyunca burjuvazinin neoliberal ideolojisi yükselirken özel mülkiyet-piyasa-bireycilik üçlüsü büyük emekçi kitlelerin de bilincine bütünüyle hakim olmuş, toplumun geleceğinin bilinçli biçimde planlanması fikri ve Marksizmin bu uğurda savunduğu kolektif çözümler ağır bir darbe yemiştir. Marksizmin toplumsal mücadeleler üzerindeki etkisini kırma konusunda asıl ağır darbe ise solun kendi içinden gelmiştir. "Küreselleşme" ile birlikte yepyeni bir çağın başladığı ileri sürülmüş, "eski" teorik araçların dünyanın yeni gerçeklerini artık hiçbir biçimde açıklayamadığı ısrarla söylenmiştir. Postmodernizm, sol liberalizm/sivil toplumculuk, post-Fordizm, bilgi toplumu ve benzeri teoriler, Marksizmin tarihi sınıf mücadeleleriyle, modern dünyayı ise sermaye ile proletarya arasındaki çelişkilerle anlama ve açıklama çabasının yerini almıştır. Bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletlerinin çöküntüsü, Marksizmin yanlışlığının yadsınamaz delili olarak öne sürülmüştür.

Oysa başta büyük Ekim devriminin ürünü Sovyetler Birliği olmak üzere, 20. yüzyılın işçi devletlerinin bürokratik kangrenden muzdarip olduğu, daha 1930'lu yıllarda başta Trotskiy olmak üzere devrimci Marksistlerce, Marksist teorinin kendi araçları kullanılarak tespit edilmiş, gelecekte işçi sınıfı bürokrasiyi politik devrimlerle deviremediği takdirde, bu ülkelerde kapitalizmin hem de bürokrasinin kendisi tarafından restore edileceği öngörülmüştü. Sovyetler Birliği'nde, Doğu Avrupa'da ve Çin'de kapitalizmin restorasyonu Marksizmi yanlışlamamış, tersine doğrulamıştır. Marx ve Engels'ten Lenin'e ve Komünist Enternasyonal'e, oradan Trotskiy'e ve IV. Enternasyonal'e Marksizm, sosyalist devrim en ileri ülkelere yayılmadıkça sosyalist inşa deneyimlerinin başarısızlığa uğrayacağını, "tek ülkede sosyalizm"in tehlikeli ve gerici ama aynı zamanda ütopik bir düş olduğunu daha en baştan ifade etmiştir. Sovyetler Birliği'nin çöküşünü ve kapitalizmin restorasyonunu öngören herhangi bir burjuva teorisi değil, Trotskiy'in şahsında devrimci Marksizm olmuştur!

Günümüzde, yirmi yıllık küstahlık sona eriyor. Kapitalizmin tarihindeki üçüncü büyük krizin içine baş aşağı yuvarlanması, serbest piyasacılığın, özel girişim sistemine yönelik övgülerin, "küreselleşme" teorisinin belini kırmıştır. Ondan da önce, emperyalizmin saldırgan ve militarist karakterinin Körfez Savaşı'ndan Yugoslavya'ya, Afganistan'dan Irak'a kör gözlerin bile göreceği bir yalınlıkla ortaya çıkması, "küreselleşme"yi barış, insan hakları ve demokrasinin anası gibi gören bütün çocuksu teorileri yerle bir etmiştir. Marksizm küllerinden yeniden doğmaktadır ve yeni dönemde yükselecek sınıf savaşlarının ve toplumsal mücadelelerin kılavuzu olacaktır.

Marksizmin bu yükselişi aynı zamanda Stalinizmin tarihin karanlığına göçmesiyle el ele gidecektir. Stalinizm ve onun Maoist versiyonu, Marksizmin ağır biçimde çarpıtılmasıydı. Tıpkı üretim araçlarının tekelini elinde tutan hakim sınıfların fikirleri olması sebebiyle burjuvazinin yanlış fikirlerinin büyük kitleler üzerinde hakimiyet kurması gibi, bürokrasinin büyük sosyalist devrimlerin mirasını kendi gücü haline getirmesi de Stalinizmin çeşitli versiyonlarının uluslararası işçi hareketinin içindeki hakimiyetine yol açmıştır.

Bugün bürokrasi ile birlikte bu güç de çökmüştür. Stalinist teori ve programın karşılıksız bir çek olduğu gün yüzüne çıkmıştır. Gelecek Stalinizmin değil yeniden ve bir kez daha Manifesto'nun ve Kapital'in, Anti-Dühring'in ve Sosyal Reform mu, Devrim mi?'nin, Devlet ve Devrim'in ve İhanete Uğrayan Devrim'in sayfalarından süzülüp gelen, I. ve II. Enternasyonal'in Marksist kararlarının, III. Enternasyonal'in ilk dört kongresinin ve IV. Enternasyonal'in belgelerinin mirasında cisimleşen, bütün sahici sosyalist devrimlerin ve devrimcilerin ruhunda ayağa kalkan devrimci Marksizmindir.

Bu Marksizm, burjuvazinin ve onun düzenini savunmayı meslek edinen teorisyenlerinin "yenilenme" safsatalarının karşısına dimdik çıkarken, her yeni olgunun açıklamasını Marksist yöntemin yaratıcı uygulamasıyla yapacak, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin derslerinden hareketle Marksist programı geliştirecek, 21. yüzyılın maddi ve ideolojik dünyasının insanlığın karşısına çıkardığı her yeni soruna programatik çözümler önerecek bir Marksizmdir. Bu Marksizm, insanın karmaşık dış dünyasının ve derin iç dünyasının hiçbir boyutunu ihmal etmeyecek, insanın doğayı ve öteki canlı türlerini tahrip etmesini de karşısına alacak bir Marksizmdir. Bu Marksizm, tarihin motorunun sınıf mücadeleleri olduğu bilinci ile bütün ezme-ezilme ilişkilerine karşı çıkma tavrını birleştirebilen bir Marksizmdir. Bu Marksizm, sadece başkalarının hatalarından değil kendi hatalarından da öğrenmeyi bilen, hep geri dönerek kendini eleştiren, yaratıcı ve geliştirici bir Marksizmdir. Bu Marksizm bir doktrin değil, bir devrim kılavuzudur.

İşçi sınıfının öncüsünü örgütlemek ve proletaryayı iktidara taşımak

Türkiye solu, en iyi örneklerinde dahi, devrimci örgütü, işçi sınıfından ve büyük emekçi kitlelerden destek alan, devrimci yükseliş döneminde onları kendi peşine takan bir örgüt olarak görmüştür. Proleter devrimciliği ise devrimci partiyi işçi sınıfının mücadelelerinin en ileri ve bilinçli müfrezesi olarak görmek anlamına gelir. Devrimci parti sınıfla aynı şey değildir; ondan keskin biçimde ayrılır. Ama sınıfın dışında konumlanmak anlamında değil; sınıfın her gün, her dakika devam etmekte olan mücadelesi içinde öne çıkan, belirli bir bilinç kazanan ve mücadele durulduktan sonra da sınıf bilincini yitirmeyen öncü katmanlarını örgütleyerek kendini sınıfın geri kalan durgun, geri bilince sahip, hatta bazen gerici ideolojilere teslim olan katmanlarından ayırmak anlamında. Devrimci proleter partisi, işçi sınıfının öncüsü aracılığıyla sınıf içinde kök salmak için mücadele eden ve bu mücadelesinde başarıya ulaştığı ölçüde sınıfın bütününü ve daha geniş emekçi kitleleri sınıfın öncüsünün politik yöneticiliğine kazanmaya çalışan partidir. Kitleleri peşinden sürükleyen, sınıfın dışında bir parti değildir; sınıfın, devrimci bir program zemininde örgütlenmiş olan öncüsü sınıfın geri kalanını kazanmaya uğraşmaktadır. Evet, devrimci parti sınıfla aynı şey değildir, ama ondan ayrı değildir, onun bir ileri bölüğüdür. İşçilerin kurtuluşu ancak işçilerin kendi eseri olabilir.

Dünya ve Türkiye solu, son onyıllarda proletaryaya veda etmekte birbiriyle yarışan teorilerin at koşturduğu bir havayı solumuştur. Oysa modern dünyaya biçimini veren sermayenin özgül ürünü ve gerçek mezar kazıcısı proletarya, toplumun bütün sömürülen ve ezilen kesimlerinin kurtuluşunda stratejik bir role sahiptir. Ancak proletarya gibi kolektif örgütlenme ve mücadelenin maddi olanaklarına sahip ve kapitalizme alternatif bir üretim tarzının maddi taşıyıcısı olabilecek bir toplumsal güç, kapitalizme son vererek toplumun bütün ezilmişlerinin ve lanetlilerinin kapatıldığı zindanın kapılarını kırmaya yeteneklidir. Sermaye dünyaya hakim oldukça ve büyüdükçe, proletarya da, değişen biçimler ve bileşimler altında da olsa, var olacak ve genişleyecektir. Proletarya, sanayi işçilerinden ibaret değildir. Ulaştırmadan turizme, bankacılıktan ticarete, kamu hizmetlerinden bilişime, hangi alan kapitalist temellerde örgütleniyorsa, ekonomik baskı altında emekgücünü satmak zorunda olduğu için o alanların her birinde kapitalist işletmelerde veya kamu hizmetinde çalışan, sermayenin ve devletin temsilcisi olmayan her emekçi bir proleterdir. Elbette, kapitalist ekonominin sinir merkezlerini oluşturan sektörler, başta sanayi olmak üzere telekomünikasyon, ulaştırma, bankacılık vb. işçi sınıfının mücadelesi açısından belirleyici bir konuma sahiptir. Ama proletarya farklı kesimleriyle sermayenin karşısında bir bütündür.

Son çeyrek yüzyılda, nice iddialı teorisyen, usta illüzyonistler misali, proletaryayı gözlerden saklamaya çalıştı. Nicesi de kapitalizmin ve yeni teknolojilerin işçi sınıfını paramparça ettiğini, proletaryadan geriye ne kaldıysa onun da artık mücadele edemeyecek kadar zayıfladığını iddia etti. İşçi sınıfının çalışma koşullarında ve örgütlenme kapasitesinde ortaya çıkan değişiklikler, kapitalizmin "küreselleşme" ve "post-Fordizm      " temelinde yepyeni bir aşamaya girmiş olmasının ya da yeni teknolojilerin kaçınılmaz ürünleri değildir. Uluslararası burjuvazinin, 1970'li yılların ortalarından beri yaşamakta olduğu uzun krizini aşmak için işçi sınıfının bütün haklarını, mevzilerini, kazanımlarını söküp almak ve onu yenilgiye uğratmak için başlatmış olduğu bilinçli bir sınıf taarruzunun ürünüdür. Esneklik, yalın üretim, toplam kalite yönetimi, insan kaynakları yönetimi, Japon tipi üretim, adına ne denirse densin, sermayenin işçi sınıfını yönetmek için geliştirdiği bütün teknikler daha büyük miktarda artı-değere el koyabilmek için geliştirilmiş yöntemlerdir. Bütün bunların sonucunda işçi sınıfı mücadeleleri geçici olarak bir durgunluğa girmiştir, ama yüzyıl başından beri bu durgunluk adım adım geride kalmaktadır. İşçi sınıfının bölünmüşlüğü, güvencesiz çalışma koşulları, sermayenin çeşitli hâkimiyet yöntemlerine tutsak olması, gelecekte isyan etmeyeceği anlamına gelmez. Sınıf mücadeleleri tarihi, en zor çalışma koşulları altında bile işçilerin günü geldiğinde sınıf mücadelesine atıldığını gösteriyor. Dün "işçinin artık kaybedecek bir şeyleri var, isyan etmez" diyenler bugün "işçi elinde ne varsa kaybetti, isyan etmez" diyorlar! Onlar koşullar ne olursa olsun sınıf mücadelesi istemeyenlerdir. Dileklerini gerçeğin kendisi olarak görmek istiyorlar!

Devrimci Marksistler proleterlerin örgütlenerek kendilerini sermaye karşısında güçlendirme doğrultusundaki çabalarına destek olurlar. Sendikalar, işçi sınıfının kendini sermayeye ve burjuva devletine karşı savunmasında ve geleceğin işçi iktidarına giden yolda eğitmesinde kilit rol oynar. Ancak kapitalistler sendikaları evcilleştirme konusunda sayısız teknik geliştirmişler ve geleceğin işçi demokrasisinin nüveleri olan bu işçi örgütlerini düzene bağlamakta önemli başarılar elde etmişlerdir. Bu kirli çabalarında en önemli yardımcıları, çoğunlukla işçi sınıfı içinden gelmekle birlikte, sendika yöneticisi olarak elde ettikleri maddi ayrıcalıklar dolayısıyla çıkarları işçilerden farklılaşmış ve burjuva düzenine bağlanmış sendika bürokratlarıdır. Devrimci İşçi Partisi, sendika bürokrasisini alaşağı etmek ve sendikaları işçilerin sınıf mücadelesi araçları haline getirmek için hiçbir çabayı esirgemeyecektir.

Ne var ki devrimler tarihi, işçilerin tüm ezilen katmanları da kucaklayarak toplumu yönetmeye aday olduklarında, yani devrim durumlarında, bambaşka organlar yarattığını gösteriyor. Bunlar işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütlü örgütsüz en geniş katmanlarını içine alan özörgütlenme organlarıdır. Sovyetler hem proleter devriminin burjuva gericiliğine karşı mücadele organlarıdır hem de yeni işçi devletinin işçi demokrasisini cisimleştiren yönetim organları. Sovyetleri sadece bir mücadele aygıtı olarak ya da partinin uzantıları olarak gören bütün yaklaşımlar devrimci Marksizmden uzaktır. Sovyetler işçi devletinin kendisi olacaktır. Devrimci parti elbette proletaryanın en bilinçli, en mücadeleci kesimlerini örgütleyen işçi örgütü olarak sovyetlerin çoğunluğunu kendi yanına çekmek için her türlü siyasi çabayı gösterir. Partinin amacı sovyetler zemininde toplumu yönetmektir. Ama sovyetler, partinin işçi sınıfının onayını ve rızasını alacağı meşru zemin olacaktır. İşçi demokrasisini başka türlü ayakta tutmak mümkün değildir. İşçi sınıfının ve müttefiki emekçi ve ezilen kitlelerin içinde farklı çıkarlar ve ihtiyaçlar var olduğu için, işçi iktidarının temellerini yıkmayı hedeflemeyen, devrimi karşı-devrimin saldırılarından korumaya kararlı her parti sovyetlerde temsil hakkına sahip olacaktır.

Sovyetlerin iktidarı, bütün bir dünyanın değişmesi demektir. Sovyetlerin iktidarı, devletin sınıf karakterinin değişmesi demektir. Bu iktidar kendini burjuvazinin ve emperyalist dünyanın tasallutundan korumak için derhal ciddi tedbirler alacaktır. Kapitalizmin tasfiyesi, sermayenin toplumsal iktidarının alaşağı edilmesi, emperyalizmin saldırılarının püskürtülmesi için, kısacası devrimin amaçlarına ulaşabilmesi için işçi devletinin özsavunması ve kapitalistleri ekonomik olarak mülksüzleştirmek amacıyla siyasi olarak da mülksüzleştirmesi vazgeçilmezdir. Her kim proletaryanın kendi sömürücülerini siyasi olarak mülksüzleştirmesine karşı çıkarsa o, istese de istemese de sermayenin toplumsal iktidarını koruyor demektir. Ama proletarya iktidarı burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik olacaktır: parlamentarizmin soyut bölgesel temsil zemininden sınıfın ve öteki emekçi kitlelerin kendi bağrından seçtiği, geri çağrılabilir temsilcilerinden oluşan organlara geçmesi, her işçi ve emekçiye, ezilen ulustan, ezilen cins kadından, gençlerden herkesin bütünüyle eşit haklarla siyasete katılmasının yolunu açması, siyaseti paranın hâkimiyetinden kurtararak sovyetleri meşru zemin olarak kabul eden bütün partilere ve adaylara eşit haklar sağlaması, siyaseti profesyonel bir siyasetçiler kastının av alanı olmaktan çıkararak herkesin günlük işi haline getirmesi, büyük halk kitlelerine bugün varolan en demokratik burjuva devletinde bile sahip olmadıkları bir güç getirecektir. Demokrasi, halkın yönetimi, esas anlamını işçi devletinde kazanacaktır.

Devrimci İşçi Partisi, geçmişin deneyimlerinden öğrenen bir parti olacaktır. Devrimden sınıfsız toplumun kuruluşuna kadar geçecek süre içinde, toplumun içinden çıkıp ayrışarak kendine özgü ayrıcalıklar kazanacak bir bürokrasinin proletaryanın iktidarını yozlaştırması ihtimalinin var olduğunu bilecek ve son güne kadar bu eğilimlerle yorulmazcasına mücadele edecektir. İnsanlık sınıfsız topluma ancak işçi sınıfının kendi elleriyle yönettiği bir işçi devleti altında ulaşacaktır. İşte o gün, birleşmiş üreticiler haline gelmiş olan işçi sınıfı kendi devletini ve onunla birlikte bütün devletleri, insanlığın zamanla aşılmış başka buluşlarıyla birlikte, tarih müzesine armağan edecektir.

Kentin ve kırın yoksullarına bir gelecek kazandırmak

Türkiye'nin büyük kentlerinde sefalet kol geziyor. Yaşamak için emekgücünü satmak zorunda olan proletaryanın bazı katmanları tam bir yoksulluk içinde, eğitimsiz, vasıfsız, sürekli iş bulma olanaklarından yoksun yaşıyor. Bunların bir bölümü geniş işsizler ordusunun saflarını sıklaştırırken, bir bölümü de, proleter konum ile kendi üretim araçlarına sahip küçük burjuva sınıf konumu arasında derece derece farklılaşan bir ekonomik temelde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Mendilci çocuktan otoyolda su satan gençlere veya emeklilere, piyangocu ve tablacıdan nohut pilavcıya, sokak çiçekçisine, boyacı çırağına kadar milyonlarca insan kentin yoksulları arasında yerini alıyor. Bunlara eşini yitirmiş, çocuklarına bakmak zorunda olan vasıfsız ev kadını, öksüz ve yetim çocuklar, yalnız ve dul kalmış yaşlılar ekleniyor. Bu aile veya bireylerin bir bölümü kirada sürünürken bir bölümü derme çatma gecekondusunun "kentsel dönüşüm" projelerinde başına yıkıldığını görüyor. Kent yoksullarının eli ayağı tutanları, zaman zaman konfeksiyon atölyelerinde, küçük sanayi sitelerinde, hamallık işlerinde, tehlikeli ve izbe "merdiven altı" atölye ve fabrikalarda işçi sınıfının saflarına katılıyor. Sonra bir fırsatını buldu mu akrabalarını yanına alıp atölye işvereni oluyor, iflas edince kendini yine tablacılıkta buluyor. "Gemisini kurtaran", evlilik yoluyla ya da kaçak işçi simsarlarının kamyon kasasında Avrupa'ya kapağı atıyor.

Bu kent yoksulları bütün varoşlarda ve bütün ailelerde proletarya ile iç içe yaşıyor. Faşist hareket bu işsizlerin ve kent yoksullarının gençlerini küçük yardımlarla ve onlara "paye" vaad ederek saflarına kazanıyor. Daha ilerici ailelerin gençleri ise, bu koşullarda yaşamanın yarattığı öfkeyi ifade eden devrimci demokrat örgütlere katılıyor. Devrimci İşçi Partisi, örgütlü ve örgütsüz işçi sınıfının siyasi hareketinin, kent yoksullarını bu sefaletten ve geleceksizlikten kurtulmak için kendi etrafında toplaması göreviyle karşı karşıyadır.

Tarım artık "çokuluslu" olarak anılan bir avuç emperyalist şirketin ve yerli ortaklarının tahakkümü altına giriyor. Tarımın gübreden tohumluğa bütün girdileri aracılığıyla ve sözleşmeli tarım temelinde üretici köylülük "çokuluslu" şirketlerin boyunduruğuna koşuluyor. Köyler üretim gücüne sahip genç nüfustan yoksun kalıyor, Avrupa'da çalışan göçmen işçilerin yazlık sayfiyeleri haline geliyor. Sadece son on yılda tarımda üç milyondan fazla iş buharlaşmış bulunuyor. Geride kalan köylülük gittikçe yoksullaşıyor ve devletin tarıma desteğinin de ufalanmasıyla kapitalistlerin kölesi haline geliyor. Türkiye'nin belirli kırsal yöreleri, Kürt illeri, Doğu Karadeniz, Orta Anadolu'nun bazı yöreleri gibi yoksul bölgeler, Marmara, Trakya, Ege, Akdeniz karşısında başka bir çağdan kalmış bir Afrika ya da Bangladeş gibi kalıyor. Kırlar yoksulluk üretiyor. Mevsimlik işçilik sefil koşullarına rağmen yoksul köylünün tek tutabileceği dal haline geliyor. İşçi sınıfının siyasi hareketi kır yoksullarının sorunlarına kendi sorunları gibi sahip çıkmalıdır. İşçi sınıfı ile yoksul köylülük arasında bir ittifak Türkiye emekçilerinin ortak kurtuluşunun anahtarlarından biridir.

Ezilen Kürt halkına istediği gibi yaşama hakkını tanımak

"Başka bir halkı ezen bir halk, kendi zincirlerini örüyor demektir." Marx'ın I. Enternasyonal'in kararlarına geçirdiği bu düstur, daha sonra en ileri programatik ifadesini Lenin'in, Bolşevik Partisi programının ve Komünist Enternasyonal kararlarının köşe taşlarından biri haline getirdiği "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"nda bulmuştur. Ezilen ulusların kurtuluşunun ezen ulusların proletaryası tarafından desteklenmesi, farklı ulusların proleterleri arasında güven sağlamanın ve böylece enternasyonalizmi pratikte gerçekleştirilebilir kılmanın vazgeçilmez yoludur.

Kürt halkı, I. Dünya Savaşı ertesinde, emperyalistlerin haritasını çizdiği bir Ortadoğu'da dört ülke arasında paylaştırılmış topraklarda yaşayan bir halktır. Dünyanın, tanımlanmış bir coğrafyada yaşayan ve kendi devleti olmayan en büyük nüfusa sahip halkı. Bu yüzdendir ki, 20. yüzyıl, Türkiye'de, Irak'ta, İran'da ve Suriye'de Kürt isyanları ile geçmiştir. Kimi ülkede (Suriye) tam vatandaşlık hakkına bile sahip değillerdir, kimi ülkede (Türkiye) onyıllar boyunca varlıkları inkâr edilmiştir. Nerede mücadele ettilerse orada asimilasyona karşı mevziler kazanmışlardır. Türkiye'de Kürt sözcüğünün kamusal alanda kullanılabilmesi bile 1980'li yılların sonunda büyük mücadeleler sonucu söz konusu olabilmiştir.

Türkiyeli Kürtlerin politik, kültürel, ekonomik hakları için mücadeleleri bütünüyle haklı bir mücadeledir. Devrimci İşçi Partisi, bu mücadelede Kürt halkının bütün haklarının verilmesinden yanadır ve bu doğrultudaki bütün taleplerini kendi talepleri olarak görür ve sahiplenir. Bu destek sadece süslü sözlerle değil, sokaklarda, meydanlarda, yürüyüşlerde, barikatlarda bedenlerin ve hançerelerin gücüyle verilecektir.

Türkiye işçi hareketi ve sosyalist akımlarının hâkim damarı, Mustafa Suphi'lerin ölümünden sonra adım adım Stalinistleşmiş tarihi TKP'den başlamak üzere, Kemalizmin üzerinde yükseldiği Türk milliyetçisi politikaların peşine takılmıştır. Bugün de aynı yolda yürüyen akımlar Kemalizmin tarihsel mirasının ağırlığını üzerlerinden atmak bir yana, devletin Kürtlerin mücadelesine karşı kışkırttığı Türk şovenizminden derece derece etkilenmekte, Kürt sorunu konusunda Leninist bir enternasyonalist tavır benimsemekten uzak durmaktadırlar. Enternasyonalizm proletaryanın her ulusal müfrezesi için kendi yaşadığı topraklarda başlar. Devrimci İşçi Partisi, Kürt sorununu "milli mesele" olarak niteleyen Hükmet Kıvılcımlı, Kemalizmi karşısına aldığı için ulusal sorunu keşfeden İbrahim Kaypakkaya veya idam sehpasında "Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!" diye haykıran Deniz Gezmiş'in yolundan yürüyerek Kürt halkının özgürleşmesini kendi davası olarak kabul edecektir.

Emperyalizmin Ortadoğu'daki çıkarları, Kürt halkının çeşitli ülkelerdeki haklarının zaman zaman emperyalistlerce desteklenmesine ve gerici Kürt önderliklerinin emperyalizmin müttefiki haline getirilmesine yol açmıştır. Hiçbir ulus kurtuluşunu emperyalizmden bekleyemez. Bölge ülkelerinin hâkim sınıfları ise Türk, Arap ve Fars milliyetçiliğinin çıkarlarına vazgeçilmez biçimde bağlıdır. Bütün ülkelerde Kürtlerin özgürleşmesinin gerçek müttefiki, bugün kendi burjuvazilerinin ideolojik ve politik hâkimiyetinde olan, ama yarın mücadeleye giriştikçe Kürtlerle kucaklaşacak olan işçi ve emekçi sınıflardır. Devrimci İşçi Partisi, Türkiye'de devrimin ilerlemesinde kilit görev olarak mücadele içindeki işçi sınıfı ile kendi özgücüne dayanarak özgürleşme mücadelesine girmiş Kürt halkı arasında bir ittifak kurmayı önüne koyacaktır. Kürt halkı ileriye doğru yürüdüğü sürece bu ittifak işçi sınıfının devrimci politikasının anahtarlarından biridir.

Bütün ezilenlerin kendi kurtuluşları yolundaki mücadelesine omuz vermek

İnsanlık tarih öncesini yaşıyor. Gerçek insanlık tarihini açacak olan sosyalist dünya devrimine kadar insanın insanı ezmesi sayısız biçim almaya devam edecek. Hâkim sınıfların sömürülen sınıfları ezmesinin yanı sıra, insan insan üzerinde cinsiyeti, ırkı, ulusu, dini, mezhebi, yaşı dolayısıyla sayısız biçimde tahakküm kuruyor. Devrimci Marksizm sadece sınıf sömürüsüne ve tahakkümüne değil, her türden ezme-ezilme ilişkisine karşı savaş açar ve ezilenlerin kendi kurtuluşlarının öznesi olduklarının bilinciyle mücadelelerini sonuna kadar destekler. Devrimci İşçi Partisi, programıyla, politikalarıyla, kendi iç pratiğiyle, ezilenlerin tahakkümden kurtulma yolunda verdikleri mücadeleye eylemli olarak destek verecektir.

İnsanlığın yarısı kadınlar, binlerce yıldır sırf kadın oldukları için erkek egemen ezme ve tahakküm sisteminin baskısı altında yaşamaktadırlar. Aile ve toplum içi cinsiyetçi işbölümü ve ev içindeki görünmeyen emekten, kadınların bu işbölümüne uygun tarzda yetiştirilmesine, kadınlar üzerinde uygulanan şiddetten kadın bedeninin metalaştırılmasına erkekler; sosyo-ekonomik yapı, ideoloji, din, eğitim, gelenekler ve devletin gücü aracılığıyla kadınlar üzerinde ağır bir tahakküm uygulamaktadırlar. Bu tahakküm, solda genellikle sanıldığının aksine sadece "feodal" bir baskı biçimi değildir, kapitalist toplum tarafından devralınmış ve bazı eski biçimlerin tasfiyesine paralel olarak yeni ezme biçimlerinin ortaya çıkması temelinde sermayenin hâkimiyeti ile iç içe geçmiş bir toplumsal sistemdir. İçinde yaşadığımız toplumda bütün kadınlar ezilmektedir. Kapitalist iktidarın devrilmesi, özel mülkiyetin kaldırılması önlemleri, kapitalizmden de eski olan bu ezme-ezilme ilişkisinin maddi temellerini ortadan kaldırmaya tek başına yetmeyeceğinden, kadınların kurtuluşu için erkek egemenliğinin bütün sebep ve sonuçlarını ortadan kaldıracak mücadelenin sürekliliği gerekmektedir. Bu nedenle kadın kurtuluş mücadelesi kadınların örgütlü mücadelesiyle zafere ulaşacak, kadınlar kurtuluşlarının öznesi olacaktır. Ama kapitalizm ile erkek egemen sistem iç içe geçmiştir. Kadınların gerçek kurtuluşunun önünün açılması için, kadını ev içi ve toplumsal işbölümündeki köleliğinden kurtaracak bir kolektif ekonomi gerekir. Öyleyse, bu mücadelenin önünü işçi ve emekçi sınıflardan kadınlar çekecektir. Devrimci İşçi Partisi, kadınların kurtuluş mücadelesine hem kendi pratiğinde ve parti içi ilişkilerinde, hem de kadın kurtuluş hareketine destek vererek yandaş olacaktır. Bu mücadele aynı zamanda eşcinsel, transseksüel gibi cinsel yönelimleri dolayısıyla, baskı altına alınan, horlanan, aşağılanan bütün grupların hâkim erkek egemen sistem karşısında savunulmasını da içerecektir.

Anadolu topraklarında Aleviler yüzyıllar boyunca Osmanlı'nın hunhar baskısı altında yaşadıktan sonra cumhuriyet döneminde Kemalizme verdikleri desteğe rağmen bir dini inanç topluluğu olarak sürekli bir baskı altında yaşamışlar, dönemsel olarak Osmanlı'yı andırır katliamlara kurban olmuşlardır. Bugün milyonlarca Alevi hâlâ kendi inançlarına uygun olarak ibadet etmekte engellerle karşılaşmakta, Sünni çoğunluğun baskısı altında yaşamakta, çocukları kanun zoruyla Sünnileşmeye zorlanmaktadır. Sünniliği Diyanet İşleri aracılığıyla devlet dini haline getirmiş olan cumhuriyet, Alevilerin bir dini inanç topluluğu olarak eşitliğini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Bunlar yetmezmiş gibi, Aleviler devletin ya da devlet koruması altındaki gerici güruhların saldırılarıyla defalarca katliama (Dersim, Maraş, Sivas, Gazi ve benzeri) maruz bırakılmışlardır. Bu katliamlarda Alevilerin çoğunluğunun cumhuriyetin ilk döneminden bu yana desteklemiş olduğu, başta CHP, Kemalist partiler hep iktidardaydı. Aleviler Türkiye işçi sınıfının ve sosyalist hareketin yükseliş içinde olduğu 60'lı ve 70'li yıllarda hareketin en önemli militan kaynaklarından biri idi. Devrimci İşçi Partisi, Alevi topluluğunun bugün yaşadığı muhafazakârlaşma eğilimlerine karşı, Alevi işçi ve emekçilere kurtuluşlarının ancak bütün ezilme biçimlerine karşı mücadele edecek sosyalist işçi hareketiyle ittifak içinde bir işçi iktidarı yaratma yoluyla gerçekleşeceğini anlatmaya çalışacaktır.

Sınıflı toplumlarda gençlik geleneksel toplumun baskıları altında kalan bir katmandır. Ama kapitalizmin gelişmesi ile birlikte gençlik de kendi içinde aynen toplumun bütünü gibi sınıfsal farklılaşmaya maruz kalmıştır. Erkenden çıraklığa verilen, zorunlu eğitimini bile tamamlayamayan yoksul emekçi gençlik, babanın, hocanın, ustanın, yoksulluğun kendisini sürüklediği cezaevinde kaşarlanmış mahkûmların veya genelevlerde ve barlarda patronun tahakkümü ve şiddeti altında yaşar. Lise ve üniversite gençliği de sadece okul sınıflarına değil toplumsal sınıflara da ayrışmıştır. 60-80 kişilik dersliklerde eğitim gören milyonlarca lise ve meslek okulu öğrencisi ile yabancı, özel veya ayrıcalıklı devlet okullarında okuyan burjuva ve orta sınıf çocukları arasında bir uçurum açılır. Bu uçurum daha sonra yurtdışı, özel ve ayrıcalıklı devlet üniversitelerinde okuyanlarla yıllarca üniversite kapılarında sürünen veya derme çatma Anadolu üniversitelerine kapağı atan veya Açık Öğretim'den lüzumsuz işler diploması alan öğrenciler arasında daha da büyür. Devrimci İşçi Partisi, hayatlarının erken çağında çırak ve işçi olan çocuk ve gençlerin sorunlarına özel bir önemle eğilecektir. Öğrenci gençlik içinde ise, bu kesimin özgül sorunlarını atlamadan, işçi ve emekçi sınıftan gelen öğrencilerin sorunları üzerinde yoğunlaşacaktır. Bütün gençlerin karşılaştığı her türlü ortak toplumsal ve siyasi baskı karşısında durmayı da görev bilecektir. Gençleri, ileride çalışma hayatlarında üretimin bir vidası haline getiren eğitim sistemine savaş açacaktır. Gençlerin ileride, işyerinin ve toplumun yönetimini ellerine alabilmeleri için politeknik eğitimle, çok-yönlü ve pratikle iç içe yetiştirilmesi için mücadele edecektir. Üniversitenin burjuva devletinin ve sermayenin hakimiyetinden kurtarılıp toplumun ezici çoğunluğunun hizmetine verilmesi için, gününü çoktan doldurmuş "özerk" üniversiteyi değil, "Özgür Emekçiler Üniversitesi"ni savunacaktır.

Dünya nüfusunun yaklaşık %10'unu engelliler oluşturmaktadır. Engellilerin her türlü toplumsal alandan dışlanmalarına karşı ve toplumsal yaşama entegrasyonları yönünde gelişmiş kapitalist ülkelerde bile göstermelik, hümanist ve sadece toplum vicdanını temizlemeye yarayan birtakım adımlar atılmakta, özellikle Türkiye gibi ülkelerde ise engelli nüfus, deyim yerindeyse yok sayılmaktadır. Şimdiye kadar sosyalist solun da engellilere yaklaşımı oldukça yetersiz kalmıştır. Engellilerin sorunlarının bir kısmı günlük yaşamı zorlaştıran "engellerden", söz gelimi kaldırım düzenlemeleri, toplu taşıma araçlarına erişimde güçlükler, toplumsal alanda kendini var edememe (emek süreçlerine uzaklık, kendilerini ilgilendiren toplumsal düzenlemelerde onlara olan kayıtsızlık vd.) bir kısım sorunları ise kendilerine yönelik yeterli ayrımcılığın yapılmamasından ve özellikle eğitim başta olmak üzere sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanlardaki nitelik ve nicelik yetersizliklerden kaynaklanmaktadır. Kapitalist eğitim sistemi içerisinde engelli öğrenciler için kurgulanan "özel eğitim" alanının yeni bir alan olması ve doğrudan piyasa unsurlarınca verilmeye başlanması, buna ulaşımda sınıfsal farklılıkların gözetilmesine neden olmakta, kapitalist sistem engellilerin engelini iyice arttırmakta ve parası olan/parası olmayan ayrımını yapmaktadır. Paran varsa engelli değilsin!

Kapitalist sağlık sistemi ise, engellilerin yaşamını kolaylaştırabilecek, hatta bazen iyileşmelerini sağlayacak tedavi ve bakım mekanizmalarına erişimi oldukça zorlaştırmaktadır. Engellilerin sorunlarının çözümü ve toplumsal yaşama engelli olmayan insanlarla eşit düzeyde entegre olmaları, ancak kolektif bir ekonomik yapının içinde mümkün olabilecektir. Bu noktada, engelli nüfusun önemli bir kısmının (tedaviye ulaşma güçlüğü, bilgi yetersizliği vb) etkenlerle işçi ailelerinde yaşadığı da bir gerçektir. Devrimci İşçi Partisi, diğer tüm ezilen kesimler gibi engellilerin de uğradıkları negatif ayrımcılığa karşı mücadele edecek, engellilerin kurtuluşunun ancak sosyalist işçi hareketiyle ittifaklarında olduğunu kendilerine anlatmaya çalışacaktır.

Bolşevik bir parti inşa etmek

İşçi sınıfının iktidarı için, sınıfsız toplumu kurmak için, bütün ezilenlerin kurtuluşu için mücadele eden bir parti, özel tipte bir parti olmak zorundadır. Böyle bir parti, hem kitleler içindeki bütün kadro ve militanlarının bilgi ve fikirlerinden azami surette yararlanmak, hem de mücadele alanına çıktığında burjuvazinin, devletin ve emperyalizmin karşısında tek ses olmak zorundadır. Tartışmada tam özgürlüğü, eylemde tam birliği gerektiren bu yaklaşım ifadesini demokratik merkeziyetçilik ilkesinde bulur.

Stalinizmin Marksizmi uğrattığı çarpıtmadan sonra sosyalistler demokratik merkeziyetçilik fikrine ve Bolşevik parti anlayışına kuşkuyla bakar oldular. Modern tarihin en ileri proleter devrimi olan Ekim devriminin yönetici gücü Bolşevik Partisi, tarihin tanıdığı en demokratik parti idi. Partinin büyük saygı gören önderlerinin defalarca azınlık kaldığı, eğilimlerin kurulmasının olağan bir hak sayıldığı, devrimi bile Merkez Komitesi'nde oylayarak kararlaştıran bir parti. Sovyetler Birliği'nde proleter demokrasisini ortadan kaldırarak bürokratik bir diktatörlük kuran (ve bu modeli kapitalizmin ortadan kaldırıldığı öteki ülkelere de taşıyan) Stalinizm, bütün dünyada kendine bağlı partileri de kendi suretinde biçimlendirdi. Kongrelerde kararların hiçbir tartışma yaşanmaksızın oybirliğiyle alındığı, yeni yönetimi eski yönetimin belirlediği, eğilim kurmanın tabu olduğu bu monolitik parti anlayışını Bolşevik Partisi ile bir tutmak, belleğimizin Stalinist bürokrasinin yalanlarına terk edilmesinden başka bir şey değildir.

Devrimci İşçi Partisi, partinin programı uğrunda mücadele etmeye çalışan militanın, gerektiğinde bu programı değiştirme konusunda dahi fikir özgürlüğünün olduğu bir parti olacaktır. Devrimci İşçi Partisi, kongrelerinde, konferanslarında ve yönetim organlarında her fikrin özgürce söyleneceği bir parti olacaktır. Devrimci İşçi Partisi, belirli bir yöneliş çevresinde eğilimlerin özgürce kurulabileceği, üyesine hiçbir burjuva partisinin tanımadığı özgürlükleri tanıyan bir parti olacaktır.

Ama Devrimci İşçi Partisi, aynı zamanda burjuvazinin iktidarına karşı amansız bir mücadele için kurulan bir partidir. Bu yüzden fabrikalarda, işyerlerinde, sendikalarda, okullarda, kitle örgütlerinde ve meydanlarda tek ses, tek yürek olacaktır. Bu yüzden, üyeleri sadece parti programı doğrultusunda mücadele etmeyi ve gelirine orantılı bir aidat ödemeyi değil, aynı zamanda bir komitenin üyesi olarak partinin kendisine verdiği görevleri yerine getirmeyi taahhüt eden ve bütün görevlerini elinden geldiğince disiplinli biçimde yerine getiren militanlar olacaktır. Bu yüzden, parti her koşul altında mücadeleye devam etmeye hazır bir parti olacaktır. Burjuvazinin baskılarına karşı ayakta kalma mücadelesine girdiğinde bütün militanlarından olağanüstü bir disiplini ve birlik ruhunu bekleyecektir.

Devrimci İşçi Partisi, işçi sınıfının öncüsünü örgütlemek için yola çıkacak, ama toplumun başka sınıf ve katmanlarından devrimci Marksizme gönül veren insanlara saflarını kapatmayacaktır. Aydınlar, gençler, kadınlar, her türden emekçi ve ezilen, bu partide yeni bir dünya için mücadelenin ortamını bulacaktır.

Bu partide yeri olmayanlar, burjuvazinin düzenine bağlı solculardır, kendisinin ve ailesinin geleceğini insanlığın kurtuluşunun önüne koyanlardır, devrim için nutuk vermekten başka hiçbir şey yapmayan gevezelerdir.

Sürekli devrimle sosyalizme, sosyalist devrimle sürekli devrime yolu açmak

Türkiye 21. yüzyılın başında sömürü, yoksulluk ve açlık yaşayan bir işçi-emekçi çoğunluğun ve ezilen Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve gençlerin baskıcı ve sefil bir politik hayatın pençesinde kıvrandığı bir toplumdur. Ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel alanlarda bütün gericilikleri süpürecek olan ancak bir devrim olabilir. Ne var ki, Türkiye burjuvazisi var olduğu kadarıyla bütün devrimci barutunu 20. yüzyılın ilk çeyreğinde harcamıştır. Bugün Türkiye'de devrimin dinamikleri ancak proletaryada ve onun potansiyel müttefiklerinde mevcuttur. Bu yüzden Türkiye devrimi demokratik görevlerinin tamamlanabilmesi için dahi sosyalist karakterde olmak zorundadır. Devrim hangi talepler temelinde başlarsa başlasın, devrimci Marksistler devrimin kalıcı olabilmesi için onu sürekli kılmak için mücadele ederler.

Sosyalist devrim tarihte daha önce yaşanmış bütün devrimlerden nitel olarak farklıdır. Tarihte ilk kez, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri iktidara getirecek ve böylece sınıf tahakkümünün koşullarını ortadan kaldırarak sınıfsız toplumun yolunu açacaktır. Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun proletaryanın hakim sınıf olmaktan çıkarı yoktur. Proletaryanın iktidarı, üretim ve dolaşım araçlarında özel mülkiyete, üretimin toplumsallaşmasına uygun ölçüde ve tempoda son vererek, devlet mülkiyeti ve başka türden kamusal mülkiyet biçimleri temelinde uygulanacak bir demokratik merkezi planlama yoluyla ekonominin yönetimini mülk sahiplerinden kopararak, üretim ve bölüşümün toplumun çoğunluğunun ihtiyaç ve tercihleri doğrultusunda düzenlenmesini olanaklı hale getirecektir. Stalinist bürokrasinin işçi devletlerinde yarattığı yozlaşma solda liberal eğilimlerin boy vermesiyle paralel olarak kamu mülkiyeti ve planlamanın bürokratik, hotzotçu yöntemleri gerekli kıldığı düşüncesinin yayılmasına yol açıyor. Bizi özel mülkiyete mahkûm eden bu kanı yanlıştır. Çok partili sovyet kurumlarında verilecek demokratik kararlar, planlamanın demokratik bir tarzda yapılmasını ve halkın büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarının ekonomiye yön vermesini sağlayacaktır.

İşçi devleti kendini savunmak için gerekli bir takım tedbirleri en baştan itibaren almakla birlikte, devletin toplumun üstüne yükselmesine karşı başlangıçtan itibaren mücadele edecek, kapitalistlerin iktidarı yeniden ele geçirmeleri tehlikesi azaldığı ve sınıflar zaman içinde ortadan kalktığı ölçüde sönümlenmeye başlayacaktır. Nihayetinde devlet politik karakterini yitirecek, bir baskı aygıtı olmaktan çıkacak ve insanların yönetimi sona erecek, şeylerin yönetimi başlayacaktır.

Bütün bunlar tek tek ülkelerin sınırları içinde gerçekleştirilemez. Burjuva devrimlerinden farklı olarak sosyalist devrimler nihai zafere ulusal çapta ulaşamaz. Dolayısıyla devrim aynı zamanda dünya arenasına yayılmak anlamında sürekli olmak zorundadır. Ancak üretici güçlerin en yüksek düzeyde gelişmiş olduğu ülkeler üzerinde bir hâkimiyet tesis ettiği takdirde sosyalist devrim geleceğini asgari bir güvenceye almış olur. Bu gerçekleşene kadar, sosyalist devrimi gerçekleştirerek kapitalizmi ilga etmiş olan ülkeler sadece sosyalist dünya devriminin birer kalesi, birer ileri karakoludur.

Sınıfsız bir dünya toplumuna gidiş aynı zamanda ulusal baskıdan cinsiyetçi ezilmeye kadar bir dizi sorunun çözümünden geçer. Sosyalist devrim bu anlamda da sürekli olmak zorundadır: toplumsal ilişkilerin bütün alanlarında devrimci atılımları sürekli kılmak, her türlü baskının, tahakkümün ve ezme-ezilme ilişkisinin köklerini kurutmak, her bireyin toplumun bütün kültürel ve zihinsel nimetlerinden yararlanmasını sağlamak, çok-yönlü bir yeni insan yaratmak, insanın doğayla yeniden dost olmasının temelini atmak.

Sınıfsız toplum sürekli bir bayram yeridir. Ağanın, paşanın, beyin, patronun baskısı ve tahakkümü kalktıkça, bütün insanlar içtenlikle kardeşleşir, her birey bütün yeteneklerini gönlünce geliştirebilir, insanlık tarih öncesinden çıkarak nihayet dayanışma içinde ve doğa ile dost olarak yaşamaya başlayabilir.

Avrupa Birliği emperyalizmiyle bütünleşme için değil, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri ve Ortadoğu Sosyalist Federasyonu için mücadele etmek

Türkiye burjuvazisi, daha erkenden, Kemalist önderlik altında emperyalist Batı ile birleşmeyi vazgeçilmez stratejik bir hedef haline getirdi. "Muasır medeniyet" Türkiye burjuvazisi için Batı'nın medeniyetidir. Emperyalist kurumlarla bütünleşme, doruğuna Avrupa Birliği'yle (AB) ekonomik ve siyasi bütünleşme projesiyle ulaştı. Burjuvazinin bu stratejik yönelişine küçük burjuva Türk milliyetçisi yanıt, AB'ye karşı ulusu, ulus devleti, cumhuriyeti savunmak oldu. Kimileri bunu, Avrasya coğrafyasındaki büyük ülkelerin gerici önderlikleriyle, Putin'lerle, Çin'in restorasyonist bürokrasisiyle ve diğerleriyle kurulacak bir Avrasya cephesinin temeli saydılar.

Proletaryanın uzun vadeli çıkarları bütün ülkelerde ortaktır ve kapitalizmin ilgası temelinde sınıfsız bir toplumu inşa etmekten geçer. Avrupa Birliği ile ekonomik ve politik birleşme projesi, Türkiye burjuvazisinin istikrarlı bir limana kapağı atarak kendi sınıf hakimiyetini sağlamlaştırma çabasının bir ifadesidir. Proletaryanın, emekçi kitlelerin ve Kürtlerin Avrupa'nın, barış ve istikrara dayanan bir demokratik, ulusal haklar ve işçi hakları cenneti olduğuna inandırılması, bu projenin kurnaz yöntemidir. AB, dünyanın emperyalist paylaşımında ABD ile rekabetinde güç kazanmak isteyen Avrupa ülkeleri finans kapitalinin daha güçlü bir emperyalist odak kurma projesidir. Bu birliğe katılmak Türkiye'nin işçi ve emekçilerine, AB emperyalizminin düşük ücrete ve hak ihlâllerine dayalı üretim platformu olmayı ve emperyalist paylaşım maceralarında onun askeri olmayı getirecektir. Devrimci İşçi Partisi, emperyalizmin AB projesine de, Türkiye'nin AB üyeliğine de "ulusal çıkarlar" temelinde değil, proletaryanın ve emekçi kitlelerin çıkarları temelinde "Hayır!" diyor. Devrimci İşçi Partisi, proleter enternasyonalizminin AB işçi sınıfıyla birleşme bahanesiyle burjuvazinin AB politikasının yedeğine koşulması yolunda karikatürleşmesine şiddetle karşı çıkıyor. Türkiye işçi sınıfı sadece Avrupa işçisiyle değil, Rusya'nın dev proletaryasıyla, İranlı kardeşleriyle, Ortadoğu'nun yoksul emekçi kitleleriyle ve Orta Asya'nın yoksullarıyla olduğu gibi bütün dünyanın işçileriyle ortak bir kurtuluşu önüne koymalıdır. Avrupa'da bu kurtuluşun ilk adımı ise Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri olmalıdır.

AB'nin sözde istikrarlı limanına sığınmanın karşısına konulan "ulusal çıkarlar", ulus devlet ve cumhuriyet savunusu, gerici bir ütopyanın peşinde koşmaktır. Türkiye Cumhuriyeti'ni sosyalist hareketin stratejik hedefi haline getirenler, 20. yüzyılın "milli komünizm"inin acı deneyiminden hiç ders çıkaramamış olanlardır. Türkiye devrimini Ortadoğu devriminden ayrı düşünmek mümkün değildir. En azından Kürt sorunu, Türkiye'de bir proletarya iktidarını Ortadoğu sorunu ile mutlaka hesaplaşmaya mecbur bırakacaktır. Ayrıca, Balkanlarda doğacak dinamiklerden Avrupa'ya yerleşmiş Türkiye kökenli göçmen işçilere kadar bir dizi faktör Türkiye devriminin etkisini Avrupa'ya da taşıyacaktır. Her devrim kendi bölgesinde yayılma etkileri yaratır. Türkiye devriminin dinamiği bir yandan Avrupa'da, bir yandan Ortadoğu'da uluslararası devrimin parçası olacaktır ve zaferi ancak bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri kurulduğunda perçinlenecektir.

Avrasya hâkim sınıfları ve Çin'in restorayonist bürokrasisi ile ittifak projesi ise bu devasa bölgenin işçi ve köylülerine karşı hakim güçlerle ittifak yapmaktan ve başta Rusya ve Çin olmak üzere bu kadar sefaletin yaşandığı bu ülkelerde gericiliğe destek vermekten başka anlam taşımaz. Proletarya ya hep birlikte kurtulacaktır ya hiç!

Emperyalizmi yeryüzünden süpürmek, halkların kucaklaşmasını sağlamak

Kapitalizm işçileri ve emekçileri sömürmekle kalmıyor, dünyanın dört köşesini haraca bağlıyor. 19. yüzyılın sonlarından itibaren hem kendi iç dönüşümleri hem de dünyanın kapitalist olmayan bölgelerini sermaye birikimi sürecinin gerekleri doğrultusunda biçimlendirme çabaları içinde kapitalizm emperyalizm haline dönüştü. Emperyalizm, kapitalizmin bu en yüksek aşaması, bütün dünyayı sosyalizme geçişe hazırlıyor. Emperyalizm tarih sahnesine çıktığında henüz köylü toplumu olan nice ülke bugün bütünüyle kapitalistleşmiş durumda. Yüz-yüz elli yıl öncesinden farklı olarak emperyalizm bugün tahakkümünü kendileri de kapitalistleşmiş olan ülkeler üzerinde sürdürüyor.

"Küreselleşme" efsaneleri ne derse desin, emperyalizmin bağımlı ülkeler üzerindeki tahakküm ve baskısı, "karşılıklı bağımlılığa" dönüşmemiştir. Ne de yine "küreselleşme"nin sağda ve solda yaygın efsanelerinde ileri sürüldüğü gibi, tekil ulusal devletlerin önemi ortadan kalkmıştır ve böylece emperyalistler arasında dünyanın paylaşımı konusundaki rekabet ve mücadele buharlaşmıştır. Emperyalizm 20. yüzyıl başından bu yana yaşanan gelişmeler içinde asıl bugün 21. yüzyıl başında olgun biçimine kavuşmuştur. Bunu "çokuluslu" adıyla anılan emperyalist sermayelerin dünyanın dört bir köşesindeki operasyonlarında ve daha da fazla emperyalist ülkelerin, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve nice başka aracı da kullanarak bağımlı ülkelerin ekonomik, politik, askeri geleceğini belirlemede oynadığı tahakkümcü rolde somut olarak görmek mümkündür. Emperyalizm "küreselleşme" döneminde Arjantin'de Malvinas savaşından sol eğilimli hükümetinin devrilmesi için Grenada'nın işgaline, Panama'nın işgalinden Ruanda'da Fransa destekli soykırıma kadar çeşitli emperyalist savaşlara devam etmiştir. Öte yandan, 1991 Körfez Savaşı, 1990'lı yıllarda Yugoslavya'yı paramparça eden savaşlar, 2001 Afganistan ve 2003 Irak savaşları, emperyalizmin Doğu Avrupa, Sovyetler Birliği ve Çin'de değişik evrelere ulaşmış olan kapitalist restorasyon süreçleri sonucunda açılan dev iktidar boşluğu karşısında dünyayı yeniden paylaşma mücadelelerinin birer ifadesi olmuştur. Emperyalizm dünyayı, her köşesine yaydığı yoksulluk, sefalet ve kanla yönetmektedir.

Emperyalizm aynı zamanda emperyalist ülkelerde işçi sınıfının bir bölümünün emperyalist sömürünün getirdiği aşırı kârlar ile susturulmasına, bir işçi aristokrasisi haline getirilmesine yol açar. İşçi aristokrasisi, sendika bürokrasisi ile birlikte, emperyalist ulusların burjuvazisinin bağımlı ve tâbi uluslara karşı körüklediği önyargılara kapılır ve küstah bir emperyalist ulusçuluğun tutsağı haline gelir. Devrimci Marksizmin emperyalist ülkelerdeki görevlerinden biri, işçi aristokrasisinin bu tavrını ikirciksiz biçimde karşısına almak, proletaryanın devrimci partisini ezilen/bağımlı/tâbi uluslarla dayanışma içinde inşa etmektir.

Proletaryanın görevi, dünyanın bütün ezilmiş halklarını emperyalizmin pençesinden ve savaşın fecaatinden kurtarmaktır. Devrimci İşçi Partisi, dünyanın neresinde olursa olsun, bağımlı, tâbi ülkelere karşı açtığı savaşlarda emperyalizmin karşısında olacak ve yenilgiye uğratılabilmesi için elinden ne geliyorsa yapacaktır. Özel olarak 21. yüzyıl başında ABD emperyalizminin AB emperyalizminin desteğiyle ilân etmiş olduğu "sürekli savaş"a karşı kararlı bir mücadele verecektir. Ne var ki, emperyalist sömürü, müdahale ve savaşlara karşı nihai zaferi elde etmek için insanlığı kapitalizmden kurtarmak gerekiyor. Çünkü emperyalizm iradi olarak benimsenen bir politika değil, kapitalizmin tekelci çağındaki gelişme biçiminin yarattığı iç zorunlulukların bir ürünüdür. Öyleyse, sürekli savaşa karşı proletaryanın devrimci partisinin şiarı "sürekli devrim!" olmalıdır!

Mustafa Suphi'nin TKP'sinden sonra ilk enternasyonalist partiyi kurmak

Kapitalizmin emperyalizme dönüşmüş ve bütün dünyayı tahakkümü altına almış olduğu bir çağda sınıfsız toplumun tekil ülkelerde yalıtılmış biçimde kurulmasının olanaksızlığı, sosyalist dünya devrimini insanlığın kurtuluşu açısından bir zorunluluk haline getirmiştir. Marksizmin programının en baştan ortaya koyduğu bu gerçek, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin ve bu deneyimlerin bürokrasinin cenderesinde paramparça olmasının bize yeniden öğrettiği bir hakikattir. Öyleyse, her ülkenin sosyalisti işçi sınıfının ve bütün ezilenlerin kurtuluşunu dünya devriminde aramalıdır.

Eğer kurtuluş sosyalist dünya devriminde ise, bunun için uluslararası proletaryaya bir dünya partisi gereklidir. Aynen tek tek ülkelerde işçi sınıfının öncüsünün bir devrimci partide örgütlenmesinin muzaffer sosyalist devrimin bir koşulu olması gibi, uluslararası proletaryanın öncüsünün bir dünya partisinin saflarında birleşmesi de devrimin dünya çapındaki başarısının koşuludur. Marx I. Enternasyonal'i, Engels II. Enternasyonal'i, Lenin III. Enternasyonal'i, Trotskiy ise hem III. hem de IV. Enternasyonal'i kurmak için o kadar emek harcadılarsa bu boşuna değildir. Bugün enternasyonal veya dünya partisi fikri dünya ve Türkiye solunun ufkundan silindi ise, bu Lenin'in kurduğu III. Enternasyonal'i (Komintern) 1943'te lağveden Stalinizmin Marksizme yaptığı en büyük kötülüktür.

Uluslararası proletaryanın öncüsü tarihte iki kez kırıldı, parçalandı, etkisizleştirildi. İlki I. Dünya Savaşı başında sosyal demokrasi her ülkede kendi burjuvazisinin savaş çabasını destekleyerek II. Enternasyonal'i bir sosyal şovenler kulübü haline getirdiğinde oldu. İkincisi, 1930'lu yıllarda Sovyet bürokrasisi, III. Enternasyonal üyesi bütün komünist partilerini kendi ulusal politikasının eklentileri haline getirdiğinde yaşandı. Bugün Devrimci İşçi Partisi'nin önüne koyduğu, başka ülkelerden yoldaşlarla birlikte bu uluslararası öncüyü yeniden tesis etmek ve dünya devriminin yolunu açmaktır. Devrimci İşçi Partisi, Türkiye tarihinde Komintern'in üyesi olarak kurulan tarihi TKP'den sonra dünya proletaryasının öncüsüyle buluşmak için somut, elle tutulur adımlar atan ilk parti olacaktır.

Görev devasadır: Türkiye'de bir devrimci işçi partisi inşa ederken, aynı anda bir dünya partisinin inşası için de çalışmak! Böylesine soylu bir göreve talip olanlar! Kalkalım ayağa bu köhne düzeni yıkmak için!

Çağrımız, Türkiye'nin yarım yüzyıllık kitlesel sosyalist hareketinin, bütün badirelere rağmen ayakta kalmasını bilmiş, geçmişin yanlışlanmış şemalarıyla oyalanmak yerine Marksizmin dünyada ve Türkiye'de elde ettiği gerçek kazanımlar temelinde mücadele etmeyi seçen kadro ve militanlarınadır!

Çağrımız, devrimci Marksizmin lekesiz bayrağını bu topraklarda yükselterek devrimci ve enternasyonalist bir işçi partisinin ilk kez Türkiye işçi sınıfı içinde kökleşmesi için yapılacak bu atılımı anlamlı bulan bütün kadro ve militanlaradır!

Çağrımız, bu erkek egemen burjuva toplumunda iki kez ezilen, buna karşı duyduğu isyanla ayağa kalkan, kalktığında bütün ezilenlerin mücadelesini kucaklayan, yüzünü işçi sınıfına ve sosyalizme çeviren kadınlaradır!

Çağrımız, hangi alanda olursa olsun, bencil bir geleceğin hesaplarını bir kalemde silerek insanın insana tahakkümüne karşı mücadeleye soyunan, bu mücadelenin tutarlı bir sonuca ulaştırılması için bir partiye ihtiyaç hisseden bütün gençleredir!

Çağrımız işçi sınıfınadır: Türkiye'nin işçileri, bütün ülkelerin işçileriyle birleşin! Kazanılacak yepyeni bir dünyayı hep birlikte yaratalım!

Devrimci İşçi Partisi Girişimi