Çözüm: Ortadoğu Federasyonu! (14-08-2009)
"Kürt açılımı"nı ele alırken ilk sorulması gereken soru, bugünkü durumun nasıl doğduğu olmalıdır. Anahtar buradadır. Bugün Türkiye'deki siyasi atmosferde büyük bir değişiklik yaşandığı yadsınamaz. Bu değişikliğin kaynağında devletin doruklarından, yani cumhurbaşkanı, hükümet ve TSK'dan gelen tutum değişikliğinin yattığı açıktır. Öyleyse sormamız gereken ilk soru şudur: Bu tutum değişikliğine yol açan nedir?
"Kürt açılımı"nın dinamikleri: İkinci Cumhuriyet politikası yeniden gündemde
Baykal ve Bahçeli gibilerinin demagojik biçimde AKP'yi başından beri "terör örgütü"yle uzlaşmaya hazır bir güç olarak göstermesi, gerçeğe hiçbir biçimde uymuyor. Erdoğan, iktidara geldiğinden kısa süre sonra "Kürt sorunu yoktur" beyanatı vermiş biridir. Ayrıca 5 Kasım 2007'de Beyaz Saray'da Bush'un iznini aldıktan sonra Kuzey Irak'a defalarca hava operasyonu ve bir kez de kara operasyonu yaparak "askeri çözüm"ü bir kez daha denemiş bir hükümetin başıdır. İslamcı hareketin Kürt bölgesindeki gücünü oya tahvil etmek için yaptığı manevralar, özellikle de 2005 yazında Diyarbakır'daki özeleştirel konuşması bu gerçekleri gizleyemez. Daha da önemlisi, bugünkü "açılım"ın bir devlet politikası olarak uygulanıyor ve TSK'nın desteğini alıyor olmasıdır. Herhalde kimsenin TSK'nın geçmişte "terör örgütü" ile uzlaşmaya açık bir güç olduğunu ileri sürecek hali yoktur! Öyleyse, "Kürt açılımı"nı anlamak ve bu yeni yöneliş karşısında tavrını belirlemek isteyen bütün güçlerin ilk cevap vermesi gereken soru açıktır: Neden şimdi?
Bu sorunun cevabı üç temel dinamiğe dayanıyor. Bunların yanı sıra gelişmeleri hızlandıran başka faktörlerden de söz edilebilir, ama asıl belirleyici olan bu üçüdür.
1) ABD'nin sürekli savaş politikasının ulaştığı merhale: Bush yönetimi altında ABD ile Irak'ın kukla hükümeti arasında imzalanan antlaşma gereğince zaten karar altına alınan, ABD askerinin Irak'tan çekilmesi, Obama yönetiminde bir nebze hızlanarak uygulanmaya başlamıştır. ABD'nin Irak'tan çekilmesi, sanıldığı kadar kolay olmayacaktır, ama Afganistan'da (ve giderek Pakistan'da) başı büyük dertte olan emperyalistler, İran'ı da henüz kontrol altına alamadıkları için ordunun Irak yükünü azaltma konusunda isteklidirler. ABD'nin Irak'taki ağırlığının azalması, ülkenin kuzeyinde varlığını büyük ölçüde ABD desteğine borçlu olan Kürdistan Bölgesel Hükümeti'nin ciddi bir tehlike karşısında kalmasına yol açabilir. Son aylarda Irak'ta Kürtlerle Araplar arasında gerilimin yükseldiğine dair çeşitli işaretler var. Bir aşamada Irak ordusu ile peşmergelerin çatışmanın eşiğine geldiği bile iddia edildi. Oysa ABD'nin Irak'taki en büyük kazanımı Barzani ve Talabani hareketlerinin sadık desteğidir. Dolayısıyla, ABD Kuzey Irak'taki Kürt bölgesel oluşumunun himayesini kısmen Türkiye'ye devretme çabası içindedir. Aslında, ABD bu çözümü ta Körfez Savaşı'ndan (1991) itibaren Türkiye'ye kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ortadoğu'daki iki sadık müttefikinin (Türkiye ile Kuzey Irak Kürt önderliklerinin) birbirleriyle uzlaşması onun açısından en elverişli çözümdür. Bu tür bir uzlaşma elbette Türkiye'nin kendi Kürt sorununu da askeri yöntemlerle çözemediğine göre daha politik yöntemlerle istikrara kavuşturmasını gerektirecektir. Böylece, bu yöneliş ikinci bir yarar getirecektir: ABD'nin Ortadoğu'da İsrail'den sonra en güçlü müttefiki Türkiye bu iç sorundan kurtulunca, ABD'nin Avrasya'daki sürekli savaş politikasına daha güçlü bir destek verebilecektir.
2) Kuzey Irak üzerinde kurulacak himayenin Türkiye için ekonomik ve politik cazibesi: Türkiye burjuvazisi, Körfez Savaşı'ndan bu yana Kerkük-Musul hayalleri görmeye başlamıştı. Özal'ın İkinci Cumhuriyet yönelişi, "bir koyup üç alma" politikası, tam da bunun devlet içindeki ifadesi olmuştu. Ne var ki, Özal erken öten horoz oldu. Kuzey Irak henüz Irak'ın bir parçasıydı, Kerkük petrolünün ve doğal gazının erişilebilir olması henüz uzak bir düş gibiydi. 2003 savaşından itibaren Kuzey Irak'taki Kürt oluşumu elle tutulur bir gerçek olurken, bir yandan da Türkiye sermayesi bu bölgede birçok sektörde bir numaralı aktör haline geliyordu. İşin ilginç bir yanı, TSK'nın uzantısı olan OYAK'ın burada en faal holdinglerden biri olmasıdır. Son dönemde, Kerkük petrolleri üzerinde Türk şirketlerinin imtiyaz elde etmeye başlamasının Kuzey Irak'ın Türkiye burjuvazisi için cazibesini arttıracağı ortadadır. Nabucco projesinin kısmen Kerkük kaynaklı tedarikle uygulamaya konulacağı da biliniyor. Ancak, Türkiye'nin Kuzey Irak'taki Kürt yönetimiyle barışmasının yalnızca ekonomik çıkarlara bağlı olduğunu düşünmek yanlış olur. İki taraf arasındaki yakınlaşma, aynı zamanda Türkiye'nin hemen güneyinde, üstelik kendi Kürt sorununu sürekli kaşıyabilecek bir düşman edinmesi sorununa bir çözüm olarak düşünülmektedir. Türkiye ABD'nin Kuzey Irak Kürtlerini şimdilik terk etmeyeceğini anlamış, dolayısıyla sorunu bu şekilde çözmeye razı olmuştur. Ayrıca, bu yakınlaşmadan PKK'yi yenilgiye uğratma çabasında yarar elde edeceğini hesaplamaktadır. Bu yarar başta Kuzey Irak yönetiminin askeri bir çözüme engel olmaması olarak düşünülmüştü. 5 Kasım 2007 Beyaz Saray anlaşması tam da bu "çözüm"ün test edilmesini uygulamaya koymuştu. Ama yaşanan deneyim, Türkiye'yi başka bir mecraya yöneltmiştir.
3) "Askeri çözüm"ün bozguna uğraması: Burada da üçüncü faktör devreye giriyor. 5 Kasım 2007 Beyaz Saray anlaşması ABD ile Türkiye arasında, Türkiye'nin Kuzey Irak Kürt yönetimiyle barışmasını esas unsur olarak içeriyordu. Türkiye'nin kendi Kürt sorununu politik yöntemlerle çözmesi ise bu anlaşmanın bir parçası değildi. Tam tersine, ABD TSK'nın Kuzey Irak'ta hava ve kara operasyonlarına izin vererek ve istihbarat paylaşarak, güçlü müttefikinin "askeri çözüm" politikasına bir şans daha veriyordu. 5 Kasım 2007 ile Obama'nın başa geçtiği 2009 yılı arasında yaşanan 2008 yılı, "askeri çözüm"ün mümkün olmadığını gösterdi. Burada özellikle Şubat 2008'de Zap'a yapılan kara harekâtının yenilgisi belirleyici bir rol oynuyordu. Biz, bu harekâtı derhal "Askeri fiyasko, siyasi bozgun" olarak nitelemiştik. (Bu başlığı taşıyan yazı İşçi Mücadelesi sitesinde okunabilir.) İşte bu ve başka deneyimler, Türkiye burjuvazisini ve devletini Kürt sorununun "askeri çözüm"ünün imkânsız değilse bile son derecede güç olduğuna ve politik bir çözümün denenmesi gerektiğine ikna etmiştir. AKP'nin 2009 yerel seçimlerinde bölgede DTP karşısında aldığı yenilgiyi ise "Kürt açılımı"nın bir nedeni ya da koşulu olarak görmek yanlış olur. Tam tersine, AKP'nin zaferi, "Kürt açılımı"nı daha da cesurca yürütmesine yol açardı.
Öyleyse, şu sonuca ulaşıyoruz: "Kürt açılımı" AKP'nin birdenbire başına taş düşmüşçesine Kürt sorununda "demokrat" olmasının bir ürünü değildir. Türk devletinin ABD'nin sürekli savaşına adapte olmasının bir yöntemidir. Amacı, Türkiye'nin (ABD ile ortaklaşa) Kuzey Irak Kürtlerini himayesi altına alırken Kerkük petrol ve doğal gazından yararlanması, buna bağlı olarak Türkiye'deki isyanın da söndürülmesidir.
Şimdi bu "söndürme"nin ne anlama geldiğini araştıralım: Türk devleti açısından güdülen hedef Kürt sorununa "politik çözüm" müdür, yoksa Kürt hareketini politik yöntemlerle "çözmek" midir?
Kürt sorununu mu çözmeye çalışıyorsunuz, Kürt hareketini mi?
Kürt açılımı zaman zaman Kürt sorununun çözümü gibi sunuluyor. Bu o kadar ileri gidiyor ki, yalnızca Kürtlerin haklarının verilmesinden söz edilmiyor, aynı zamanda akan kanın artık durmasından, iki tarafın kucaklaşmasından vb. söz ediliyor. Evet, Türkiye'nin Kürt sorununun politik çözümü elbette savaşın adil bir biçimde sona erdirilmesini de kapsamalıdır. (Bütün Ortadoğu'da Kürtlerin ulusal sorununun çözümü ise başka bir düzeyde ve kapsamda bir tartışmayı gerektirir.) Ama bunun için belirli gerçeklerin kabul edilmesi ve savaşın bitirilmesi için zorunlu bazı adımların atılması gerekir.
Her şeyden önce "terör" edebiyatı bir kenara bırakılmalı, tam da bu günlerde 25. yılını doldurmakta olan olgunun bir savaş olduğu teslim edilmelidir. 2008'de yapılan sınırötesi kara operasyonu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Ortada bir savaş vardır. Savaşı bitirmek için de savaşın iki tarafı şu ya da bu yöntemle konuşmak ve anlaşmak zorundadır.
Öyleyse, "Kürt açılımı"nda merkezi sorun, muhatap sorunudur. Bu konuda hükümetin yaklaşımı sorunu yayarak bulandırmaktır. Erdoğan'ın DTP ile görüşmesi ancak çok daha ileri bir sürecin ilk adımı olması halinde anlamlıdır. Bu görüşmeyi AKP başkanı sıfatıyla yapması elbette geçmişte görüşmeyi reddettiği bir parti ile şimdi görüşmek zorunda kalmasından kaynaklanan mahcubiyeti güya örtmek için başvurulmuş bir komedidir. Eğer DTP ile görüşenin hükümet olmadığı iddia ediliyorsa, "açılım"ın koordinatörü olarak ilân edilmiş olan İçişleri Bakanı'nın AKP heyetindeki yeri neydi? Bu komediyi çok ciddiye almak gerekmez. Ama öte yandan, hükümetin DTP'nin yanı sıra öteki muhalefet partilerine, TOBB ve benzeri örgütlere, gazetecilere vb. danışma girişiminde bulunması, DTP'nin bir muhatap değil, danışılan herhangi bir aktör konumuna indirgenmesi anlamını taşır ki esas sorun buradadır.
Bu noktada Kürt burjuvazisinin ve ondan bile geri bir pozisyonu savunan Türk sol liberallerinin hazırladığı bir tuzağa dikkat çekmek gerekiyor. Bunların yaklaşımına göre AKP içindeki Kürt milletvekilleri ve Kürt "sivil toplumu" da DTP ile bilikte muhatap olarak alınmalıdır. AKP içindeki Kürtler, milletvekili olsunlar olmasınlar, muhatap falan değildir. Bu politikacılar, milletvekili seçildikleri durumda bile, Kürtlerin hakları için mücadele ettikleri için seçilmemişlerdir. Şimdi Kürt hakları tartışılırken devletin muhatabı olamazlar. Ayrıca, hükümet partisinin kendi Kürt uzantılarıyla konuşması önerisi, Türkiye'nin bir numaralı sorununun bir parti içi diyalogla çözülebileceğini ima eden gülünç bir öneridir. Masanın iki yanında da AKP mi oturacaktır? Nihayet, AKP'nin Kürt milletvekilleri konuşmaya başlar başlamaz Erdoğan "söz ola, baş kesile" diyerek onları susturmuş, onlar da kendi çıkarlarına halel getirmemek için derhal seslerini kesmişlerdir. Bunlar mı muhatap olacak?!
Kürt "sivil toplumu" tezi, en çok Kürt burjuvazisinin ekonomik örgütlerinin etkisini arttırmak için savunulan bir tezdir. Bölgenin barolarının, sendikalarının, derneklerinin vb. fikri elbette önemlidir. Ama bunların fikrini almak başkadır, bunların muhatap olması başka. Tartışılmakta olan askeri ve politik bir sorundur. Muhatapları da o sorunun tarafı olan askeri ve politik güçlerdir.
Öyleyse, varılacak sonuç açıktır: Muhatap sorunu ne Türk tarafındaki görüşmelerle, ne de Kürt bölgesindeki danışmalarla sulandırılmamalıdır. Türk tarafında Erdoğan istediği kurumla istediği kadar görüşsün, istediğine istediği kadar danışsın. O onun bileceği şeydir. Ama bu olsa olsa, hükümetin ve devletin Kürt hareketine yapacağı önerilerin daha dikkatli yapılmasını, Türk tarafında daha fazla mutabakat sağlayarak formüle edilmesini, hükümetin daha demokratik bir görünüm vererek üstlendiği riski azaltmasını vb. sağlayabilir. Ne TOBB, ne CHP, ne MHP, ne gazeteciler, ne de başkaları Kürt sorununda hükümetin muhatabı değildir. Bu görüşmelerle DTP ile görüşmeyi aynı kefeye koymak işi sulandırmaktır. Kürt tarafında ise Kürt hareketinin dışındaki aktörleri onunla aynı kefeye koymak da aynı işlevi görür.
Muhatap İmralı'dır, Kandil'dir, DTP'dir. Savaşı bitirmek isteyen, savaşan gücü ve Kürt halkının hak mücadelesinin siyasi temsilcilerini muhatap almak zorundadır.
Oysa hükümet Kürt hareketini muhatap almak bir yana, tam da "açılım"dan söz ettiği bir evrede Kürt hareketine saldırıyor! Önce DTP yöneticileri başta olmak üzere çeşitli Kürt kurumlarında çalışan insanlara, sonra da KESK içindeki Kürt kadrolara yapılan taarruz bu bakımdan son derecede öğreticidir. Bu tutuklamaların ardında şöyle bir mantık sezmemek mümkün değil. "Kürt açılımı" çerçevesinde Kürt hareketinin kadroları hakkında nasıl bir "çözüm" düşünüldüğü sık sık basına yansıyor. Öcalan'ın hiç olmazsa kısa vadede salıverilmesi düşünülmüyor. Kandil'deki yönetici kadronun Avrupa'nın bir ülkesinde zorunlu ikameti öngörülüyor. Taban militanlarına şu yada bu şekilde belki de af düşünülüyor. Sorun şu: "Kürt açılımı" tamamlandığında Kürt hareketinin siyasi alandaki temsilcileri kim olacak? Elbette orta kademe dağ kadrosu değil. Bunların becerileri başka bir alanda gelişmiş durumda. Kitleler nezdinde başarılı çalışmalar yapabilecek kadrolar normal koşullarda Kürt siyasetinin başını çekecektir. Ama şimdi taarruza uğrayan tam da bu kadrolardır. Öyle görünüyor ki, "açılım"dan sonra Kürt hareketinin çözülmesinin, başsız bırakılarak siyasi alanda inisiyatifi başka akımlara kaptırmasının koşulları hazırlanmaktadır. PKK'nin silahsızlanmasının ana beklenti olduğu bir ortamda, Kürt hareketinin siyasi alanda da mümkün olduğu kadar zayıflatılması çabası, amacın Kürt hareketini çözmek olduğunu gösteriyor.
Bırakalım legal alanda faaliyet gösteren kadroları, "Kürt açılımı"nın Kürt hareketini değil Kürt sorununu çözmesinden söz edilecekse, PKK önderlerinin ve kadrolarının da siyasi alanda özgürce çalışmalarına olanak tanınmalıdır. Sorunun bugün tartışılma tarzı bütünüyle yanlıştır. Bugün Kürtlere çeşitli haklar tanınması tartışılıyorsa, bunun nedeni, tarafların askeri alanda yenişememesidir. "Terör"e karşı olduklarını söyleyenlerin, siayasi alanı kapatmaya çalışması, bu bitmeyen savaşta yeni ölümlere davetiye çıkarmaktır. Bugün bu kadrolar kendileri mücadelelerini siyasi alanda sürdürmeye istekli olduklarını açıkladıklarına göre, bu olanak onlara tanınmalıdır. Başta Öcalan olmak üzere PKK önderlerine ve kadrolarına siyasi hakları verilmelidir. İçişleri Bakanı dünyadaki bütün modelleri incelediklerini söylüyor. O zaman hükümetin bilgisi dâhilindedir: Filistin'den Güney Afrika'ya, Salvador'dan İrlanda'ya bu tür savaşların politik çözümleri hep bu temelde bulunmuştur. Arafat, Mandela, Salvador Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), IRA önderleri hepsi siyasi alanda faaliyete geçmişlerdir.
Burada söyleneni "genel af" ile karıştırmamak gerekiyor. Bir kere, Kürt sorununun gerçek bir politik çözümü bugünkü anayasanın ve yasaların maddeleri içine sığacak bir şey değildir. Bunun için meclisten, anayasa değişiklikleri de dâhil, özel bir paket geçirilmesi gerekiyor. Bu doğru ise, PKK'liler için düşünülecek düzenlemeye af demenin anlamı yoktur. Öte yandan, "genel af" şiarı, derin devlet/kontrgerilla içinde sayısız savaş ve insanlık suçu işlemiş olan devlet ajanlarının da affı anlamına gelir ki, bu kabul edilemez. Kontrgerillayı ezmeyen bir düzenleme Kürt sorunununda barışı kalıcı bir biçimde tesis edemez. Bu yüzden "genel af" doğru bir şiar değildir.
Bu konuyu bitirirken, Baykal'ın içerik bakımından ileri sürdüğü "kırmızı çizgiler" dışında usul açısından da getirdiği bir önkoşula değinmek gerekiyor. Hazret PKK'nin silahsızlanmasını herhangi bir görüşmenin ve affın önkoşulu haline getirmek istiyor. Ona söylenecek tek şey var: Burası Sri Lanka değil, tartıştığımız sorun da Tamil sorunu değil! Uykunuzdan uyanın. Eğer savaşan taraflardan biri hiçbir kazanım elde etmeden silahsızlanacaksa, buna politik çözüm ya da "açılım" denmez, karşı tarafın teslim olmasını talep etmek denir!
Kürtlerin sadece kültürel hakları değil, kolektif ve siyasi bütün hakları tanınsın!
"Kürt açılımı" siyasi hayatta dolaşıma girdiğinden bu yana, Kürtlerin taleplerini karşılamak amacıyla bir dizi taviz verileceği belli oldu. Bu ortamda Kürt tarafından kim konuşsa, dile getirdiği talepler az çok aynı: Kürtçe yayın özgürlüğü; anadilde eğitim; Kürdoloji enstitüleri; yer isimlerinin iadesi; dışlayıcı olmayan vatandaşlık tanımı vb. vb. Bunların hepsi hiç kuşkusuz meşru talepler ve sonuna kadar desteklenmeli. Ama bir yanılgıya düşmeden: Kürtlerin ne tarihsel olarak meşru hakları bundan ibarettir, ne de aslında talepleri bu kadar sınırlıdır. Ama onlar verili güç dengelerinin ve koşulların basıncı altında, sayısız taktik mülahaza ile şimdilik taleplerini bunlarla sınırlıyorlar. Hakim ulusun proleter sosyalistlerinin ise Kürtlerin bütün haklarının teslim edilmesini talep etmesi gerekir. Genel olarak şu söylenmelidir: Kürtler Türklerden ayrı bir halk oldukları için hakları, Türk devletinin ve şovenistlerinin sunmak istediği (ve Avrupa Birliği'nin de ifade ettiği) gibi bireysel ve kültürel haklarla sınırlı değildir. Kürtlerin hakları bütün bir halka ait kolektif haklardır, ayrıca kültürel haklarla sınırlı olmayıp aynı zamanda siyasi hakları da içermektedir. Bu genel düzeyden biraz da ayrıntıya girelim. Ortadoğu çapında Kürt sorununun nasıl çözülebileceği sorununu şimdilik parantez içine alırsak, sosyalistlerin Türkiye ölçeğinde Kürtlerin şu haklarını mutlaka savunmaları gerekir:
1) Dillerin eşitliği: Eğer Türk halkının kendi dilini her bakımdan özgürce kullanma, o dilde eğitim görme, kültürünü geliştirme vb. hakkı varsa, ki var, Kürt halkının da aynı haklara sahip olması gerekiyor. Baykal gibileri, "kırmızı çizgiler"inden biri olarak, Kürt çocuklarının anadillerinde eğitilmesine bile karşı çıkıyor. Oysa bu haklı bir taleptir, ama yeterli değildir. Kürtçe Türkçe'nin yanı sıra resmi dil olmalıdır. Meclis kürsüsünde Kürtçe hiçbir engel olmadan konuşulabilmelidir.
2) Ulusların eşitliği: Türk şovenistleri, "Türk milleti"nin dışında var olan her halkın konumunu "etnik kimliğe" indirgemeye, hepsinin yüce "Türk milleti" içinde eritilmesini kabul ettirmeye çalışıyorlar. "Etnik kimlik" argümanı, inkârcı yaklaşımın günümüzün koşullarına adapte edilmiş biçimidir. "Kürt realitesi" kabul edilmektedir, ama "Kürt halkı"nın ayrı bir halk olduğu yine inkâr edilmektedir! Oysa bu topraklarda yaşayan farklı halklar içinde en yüksek nüfusa sahip olan ve ötekilerden farklı olarak tarihsel bakımdan bu topraklarda yerleşik olan Kürtler, eğer kendilerini bir ulus olarak görüyorlarsa, ki görüyorlar, Türk ve Kürt uluslarının eşitliği kabul edilmelidir. Kürtlerin Türklerle hukuki bakımdan da eşitlik talep etmesi karşısında en liberaller dahi tepki göstermekte, öteki halkları da bahane ederek Türklerden sonra bir de Kürtlere "ayrıcalık" tanınmasına karşı çıkmaktadırlar. Kürtlerin Türklerle eşitliğinin kabul edilmesi, hiçbir biçimde başka halkların yok sayılmasını gerektirmez. Anayasa'da "Türk, Kürt ve diğer halklar"dan söz edilirse, gelecekte kendini bir etnik grup değil, ayrı bir halk olarak gören her grup da bu hükümden yararlanabilecektir. Yani bu tür bir formül Kürtlere ayrıcalık tanımak bir yana, öteki halkların da kendi haklarını aramak bakımından önünü açacaktır. Türk ve Kürt halklarının eşitliğinin kabulü, aynı zamanda cumhuriyetin mutabakat ile belirlenecek biçimde nitelenmesini gerektirir.
3) Kürtlerin kendi kendilerini yönetme hakkı: Bir ikinci "kırmızı çizgi" olarak Baykal Kürtlerin kendini yönetmesine izin verilemeyeceğini ileri sürüyor. Burada da gerekçe üniter devleti deldirmemek. TSK da yıllardır her açıklamasında sadece "ulus devlet"i değil, "üniter devleti" de bir tabu düzeyine yükseltmeye çalışıyor. Üniter devlet yerine başka bir devlet biçimi olursa dünya mı durur? Üniter devletin bir fetiş haline getirilmesinin ve dokunulmazlık zırhıyla korunmasının gerekçesi nedir? Dünyada birçok devlet federaldir ve bu birçok durumda demokratik işleyişe katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, Türkiye'nin 1921 Anayasası da yerinden yönetim ilkesine yaslanıyordu, merkeziyetçiliği dışlıyordu. Kürtler ayrı bir halk ise, ki öyledir, kendi kendilerini yönetmeye hakları vardır. Bunun da ötesinde ve kendi kendini yönetme hakkının mantıksal bir sonucu olarak, bütün halklar gibi kendi geleceklerini belirleme hakları da vardır.
4) Savaşın sonuçlarına ilişkin önlemler: Kürtler bugün yukarıda sözü edilen güç dengeleri çerçevesinde 25 yıldır süren savaşın getirdiği acı ve haksızlıkların da hesabını soramamakta, çekilen acıların onarılmasına ilişkin talepler öne sürememektedir. Oysa hâkim ulusun demokratları ve proleter sosyalistleri bu alanda da yapılacak şeylerin olduğunu haykırmalıdır. Her şeyden önce bir haydutlar çetesi olan koruculuk sistemi lağvedilmelidir. Bunun yanı sıra başta JİTEM ve özel tim olmak üzere kontrgerillanın ve derin devletin bütün yapıları ortadan kaldırılmalıdır. Bununla da yetinilmemeli, bu kuruluşların savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işleyen yetkilileri, siyasi sorumlular da dâhil olmak üzere, yargılanmalıdır. Nihayet, savaş mağduru milyonların acılarını bu kadar yıl sonra hiç olmazsa biraz hafifletmek için köye dönüş tazminatları gerçekçi bir temelde hesaplanarak derhal ödenmelidir.
Amerikan çözümü ile Kürtlerin köleliği dışında bir yol: Ortadoğu Federasyonu
Şimdiye kadar anlatılanlar karşısında okurun kafası bir ölçüde karışmış olabilir. Madem "Kürt açılımı" denen şey ABD'nin sürekli savaşının çıkarları doğrultusunda atılmakta olan bir adımdır, madem Türk burjuvazisinin Kerkük'ün zenginliklerine göz koymasının ürünüdür, o zaman bu "açılım" bugünkü sınırlı halinden Kürtlere bütün haklarını tanıyan bir noktaya sürüklenebilse dahi, kendi içinde ciddi sorunlar içermiyor mu? O zaman bu "açılım"a karşı çıkan güçler haklı mı?
Bugün gerek Türkiye'de gerekse Irak'ta Kürtlerin özgürlük ve haklarına karşı çıkanlar, bunu emperyalizmi zayıflatmak için değil, emperyalizmin desteğini kendilerine vermesini sağlamak ve Kürtleri ezmeye devam etmek için yapıyorlar. Irak Arap hakim sınıfları, Kürt halkını ezmeye fırsat bulduğu anda bir kaşık suda boğmaya kalkışacaktır. Bu yüzdendir ki, 2003-2007 arasında Barzani ve Talabani Kürt hareketi içinde ve solun kimi kesimlerinde yüceltilirken biz ısrarla şunu belirtmiştik: Kuzey Irak Kürt önderlikleri Arap hakim ulusunun saldırısı ile karşı karşıya kalırsa Türkiye'ye sığınacaktır. Bugün olan tam da budur. Türkiye'ye gelince, "Kürt açılımı"na karşı olan bütün güçler, bunu anti-emperyalist oldukları için değil, Kürtlere verilecek haklardan ödleri koptuğu için yapıyorlar. Amaçları, ABD'nin sürekli savaş yönelişinin tekerine çomak sokmak değil, o yönelişe kendilerinin daha iyi hizmet edeceğini kanıtlayarak Kürtlere haklar verilmesini engellemektir. Hatta daha ileri gidelim. En azından Baykal CHP'si, Kuzey Irak Kürtleri ile barışmaya ve oradaki Kürt oluşumuna hayat hakkı tanımaya da karşı değildir artık. 5 Kasım 2007 Beyaz Saray anlaşmasından sonra, yıllarca sürdürdüğü politikalardan derhal çark ederek, "orada yaşayan insanlar bizim kardeşlerimizdir" retoriğiyle Barzani ve Talabani'ye kucak açması, son dönemde de Talabani'nin davetini kabul etmesi bunu açıkça gösteriyor. Baykal'ın hazmedemediği Türkiye Kürtlerinin köleliğinde çatlaklar açılmasıdır!
Bugün yapılması gereken, ne kadar sınırlı olursa olsun "Kürt açılımı"nın karşısında yer almak değil, aralanmış kapıyı sonuna kadar açmak için yüklenmek, Türk ve Kürt halkları arasında gerçek eşitliği ve kardeşliği kuracak bir çözüm için mücadele etmek, bu çözümün ABD hegemonyasında yürütülmesine ve ABD'nin sürekli savaşına hizmet etmesine engel olmaya, hatta onun karşısına geçmesine çaba göstermektir.
Bu bağlamda son dönemin bazı gelişmeleri konusunda uyanık olmak gerekiyor. Bunlardan ilki ABD büyükelçisinin son günlerde hem DTP ile hem de CHP ile yaptığı görüşmelerdir. Hazret bu görüşmelerin çok önceden belirlendiğini, Erdoğan'ın DTP ile görüşmesi ile aynı günlerde olmasının rastlantı olduğunu ifade ediyor. Görüşmelerin gerçekten çok önceden belirlenmiş olduğuna inanmak zor, ama öyle olsa da, bu kez Erdoğan'ın kendi görüşme takvimini ABD büyükelçisi ile koordinasyon içinde saptadığını düşünmek bile mümkün! Büyükelçi ayrıca lütfedip "açılım"ın içeriğini Türkiye'nin kendisinin belirleyeceğini, kendisinin görüşmelerde yalnızca başka ülkelerin deneyiminden söz ettiğini izah etmiş. Bu doğru olsa bile, başka ülkelerin deneyiminden söz etmek bile yol göstermektir. ABD büyükelçisi pazarlıklarda arabulucu rolünden derhal çekilmelidir.
İşin bir başka boyutu ise Kürt hareketinin bir dizi politik adımının, "açılım"ı emperyalist-kapitalist çıkarlarla uyuşur hale getirme yönünde olması ile ilgilidir. Bunların arasında en belirgini DTP' nin ABD elçisi ile yapılan görüşmede Washington'da büro açma isteğini ifade etmiş olmasıdır. ABD emperyalizmi nezdinde akredite olmak, Kürt hareketine ne getirecektir? Bu tür adımlar, ancak Kürt hareketinin ABD ile ilişkileri olumlu bir mecraya oturtmak istediğini gösterir.
Bir başka ciddi gösterge TÜSİAD görüşmesidir. Kendisini özellikle son dönemde "çatı partisi" tartışmalarıyla sosyalist solun bir müttefiki olarak konumlandıran bir partinin Türkiye tekelci burjuvazisinin baş temsilcisi ile görüşmesi, toplantıda ne konuşulmuş olursa olsun, nesnel olarak gelecek için verilmiş bir güvence görünümü taşır.
DTP Meclis grubunun meclis başkanlığı seçiminin üçüncü turunda AKP adayı Mehmet Ali Şahin'e oy vermiş olması da çok ciddi sorunlara işaret eder. Hatırlanacağı gibi, DTP 2007 seçimlerinde AKP Meclis'te çoğunluğu elde edemezse bu partinin kuracağı bir hükümete güvenoyu vereceğini başkanının ağzından açıklamıştı. Ne var ki, daha sonra bu politikanın doğru olmadığı teslim edilmiş ve özeleştirisi yapılmıştı. Partinin şimdi yine AKP ile flört yönelişine dönmüş olması düşündürücüdür. Şahin'in üçüncü turda AKP oylarıyla zaten seçileceği hatırlandığında bu desteğin verilmiş olması daha da çarpıcı bir anlam kazanıyor.
Nihayet, Ahmet Türk'ün 17 bin faili meçhulü unutmaya hazır olduklarını açıklaması, DTP' nin "açılım" sırasında çıtayı şaşırtıcı derecede düşük tutacağının bir göstergesi olarak görülebilir.
Bütün bu yaklaşımlar 1999'dan beri dile getirilen bir nokta ışığında tehlikeli bir bileşim oluşturuyor. Hatırlanacağı gibi, son on yılda, Türkiye'nin Kürt sorununu çözdüğü takdirde bölgesinde büyük devlet olacağı, Kürt hareketinin de buna destek olacağı, başta Öcalan olmak üzere Kürt hareketinin sözcülerince oldukça sık tekrarlanmış bir görüş olageldi. Bunun anlamı açıktır: Türkiye'nin bölgedeki (yalnızca Ortadoğu'da değil bütün Avrasya'daki) emelleri meşru kabul edilmekte ve buna Kürt hareketinden destek geleceği belirtilmektedir. Bu, ezilen Kürt halkının siyasi temsilcileri için kabul edilemez bir pozisyondur.
Bu durumda, proleter sosyalistlerinin bir konuda çok açık olması gerekiyor. Biz Kürt halkının bütün hak taleplerini destekleriz. On yıllar boyunca inkâr ve asimilasyon politikalarına maruz bırakılmış bir halkın haklarını savunmak her devrimcinin, her sosyalistin, her enternasyonalistin görevidir. Bu savunma koşulsuzdur. Ama ister İmralı'dan gelsin, ister başka bir yerden, Kürt hareketinin ne yol haritasını, ne de taktiklerini desteklemek zorunda hissederiz kendimizi. Kürt hareketinin izlediği siyasetin desteklenmesi için, ABD emperyalizminin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına güvence vermek yerine ezilen Kürt halkının çıkarlarını Türkiye'nin işçi ve emekçi sınıflarının çıkarlarıyla birleştirme doğrultusunda gelişmesi gerekir.
Bugün Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, zor bir durumla karşı karşıyadır. Bir yanda, Kürt halkının bazı haklarının politik yöntemlerle verilmesine karşılık, Kürtler, ABD ve müttefiki Türkiye'nin Ortadoğu ve daha geniş bir anlamda Avrasya'daki çıkarlarına destek olmaya, gençlerini bu uğurda asker vermeye çağırılıyor. Proleter sosyalistleri olarak biz ABD'nin gölgesinde bir çözümün Kürtlere ancak geçici bir takım kazanımlar getirebileceğine inanıyoruz. Bugün 25 yıllık savaşın bitişi, yarın ABD emperyalizmi ile Türkiye kapitalizminin ortak çıkarları adına Ortadoğu'da, özel olarak İran'da, Kafkasya'da veya Orta Asya'da Türk ve Kürt gençlerinin birlikte ölüme yollanması anlamına gelecekse, bunun ne faydası olacaktır? Türk gençlerinin ve Kürt gençlerinin birbirlerini öldürmesini istemiyoruz, ama başka halklardan gençleri de ne öldürmelerini ne de onlarca öldürülmelerini!
Madalyonun öteki yüzünde ise, Ortadoğu'nun hâkim ulusları olan Türklerin, Arapların ve İranlıların, 20. yüzyıl boyunca olduğu gibi, 21. yüzyılda da Kürtleri ezmeye, inkâr etmeye, asimile etmeye çalışmaya devam etmesi var. Bu durum, Ortadoğu halklarını tekrar tekrar birbirine düşürecek, ABD'nin ve başta Britanya olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin müdahalesine açık bir ortam yaratacak kanayan bir yaradır. Bugünkü zorlu kavşağa 25 yıl öncesinin bu durumundan geldik; Kürlerin esareti devam ederse yarın yine aynı oyunlarla karşı karşıya kalacağız.
Ortadoğu halkları ve en başta işçi sınıfı bu ikilem karşısında çaresiz midir? Hayır! Ama çıkar yolu bulmak için insanın ufkunu bugünün ulusal devletleriyle sınırlamaması gerekiyor. Çıkar yol bütün Ortadoğu halklarını eşit haklarla bir araya getirecek bir Ortadoğu Federasyonu'nda yatıyor. ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin İsrail'i Filistin'e, Kürtleri Irak'a, Türkiye'yi İran'a, Şiileri Sünnilere, her bir halkı bir diğerine karşı kışkırtarak Ortadoğu'da güç edinmesine karşı, Ortadoğu halkları ancak bir federasyonda birleşerek koyabilirler. Elbette bu ABD'ye karşı mücadele etmek, hatta savaşmak demektir. Elbette, bu ırkçı ve köktendinci Siyonist İsrail devletinin sonu, tarihi Filistin'de ortak bir laik devletin kurulması demektir. Elbette bu Kürtlerin dört ayrı ülkede ezilmesine son vermek demektir, yani onlara kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak demektir. Elbette bu Ortadoğu'nun krallarını, şeyhlerini, emirlerini, askeri ve sivil despotlarını, mollalarını, kapitalistlerini devirmek demektir.
Ama gerçek çözüm buradadır. Öyleyse, hemen bugün kurulabilecek olmasa bile şimdiden bir Sosyalist Ortadoğu Federasyonu için örgütlenmeye ve mücadeleye başlamak gerekiyor!