Batı’da işçi adaylar, Doğu’da Kürt halkının temsilcileri! (Sungur Savran - 08-12-2008)

Bahar aylarında Maliye Bakanı, “kriz mriz yok” diyince, Erdoğan da bu büyük uzmanının sözünü çok beğenmiş olacak ki bunu olduğu gibi tekrarladı. Sonra Eylül-Ekim aylarında kriz bütün haşmetiyle patlak verip Türkiye sahillerini de dövmeye başladı. Bu sefer Erdoğan Kasım başında demeç verdi: “Kriz doruk noktasını geçti, artık geriliyor.” Hani kriz mriz yoktu, “hamdolsun” bizi “teğet” geçiyordu, ne zaman doruk noktasını geçti bu olmayan şey? Ardından başbakan ABD’deki G-20 toplantısına gitti. Orada kendi “uzman”larının söylediklerinden farklı olarak durumun ciddiyetini kavramış olacak ki, “kriz gerilemeye başlıyor” dedikten on gün sonra bu sefer “2009’un ilk yarısı zor geçecek” diye açıklama yaptı. Hayda! Hani bu kriz mriz doruğunu geçmişti, şimdi birdenbire nasıl oldu da 2009’da yeniden “doruk yapacak”? Sonra, G-20 toplantısı üzerinden iki hafta geçmişti ki, 30 Kasım’da yeniden krizin “tepe noktasını geçtiğini” söyleyiverdi. Ama bu sefer bütün çelişkileri tek demece sığıştırarak önümüzdeki dönemin daha sıkıntılı geçeceğini de belirtti!

Bu laf salatasının içinden çıkmak mümkün değil. Kim bilir kriz kaç defa başlayacak bitecek, düşecek çıkacak daha! Biz Erdoğan’ın bu sayıklamalarının içeriğine değil de nedenine bakalım daha ziyade. Zira başbakanın yukarıda aktardığımız sözlerinden biri, ekonomik kriz için değil ama AKP için galiba geçerli: AKP doruk noktasını geçti ve şimdi gerilemeye başlıyor. Bunun önümüzdeki dönemde Türkiye’de siyasi hayatın seyri bakımından büyük önemi var. Öyleyse bu olguya ve nedenlerine biraz daha yakından bakalım.

AKP yokuş aşağı

Biliyoruz ki, AKP 2002 seçimlerinden sonra başta ABD olmak üzere emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin sadece İslamcı (ya da zaman zaman yanıltıcı biçimde söylendiği gibi Anadolu) kanadının değil, TÜSİAD da dahil tamamının desteğini almıştı. (Bu destek, “ulusalcı” kanadın iddia ettiği ve solun büyük bölümünün inandığı gibi 2002 seçiminden önce elde edilmiş değildi. ABD’yi ve TÜSİAD’ı ikna eden, AKP’nin sandıktaki ezici zaferi oldu.) Öte yandan, AKP’nin geleneksel Milli Görüş’ten çaldığı bir başka tabanı ve kentlerin ve kasabaların yoksullarından aldığı destek vardı.

ABD ile AKP’nin arası çok erkenden bozulacak, Türkiye-ABD ilişkilerinin 1950’li yıllardan bu yana en kötü evrelerinden biri AKP’nin ilk döneminde yaşanacaktı. Burada Irak savaşının, 1 Mart tezkeresinde yaşananların ve Kürt sorununun belirleyici olduğunu herkes biliyor. Elbette AKP ABD’ye hizmette kusur etmemeye çalıştığı için ilişkiler kısmen düzelmişti. Ama Türkiye-ABD ilişkilerini esas 5 Kasım 2007 Beyaz Saray görüşmesinin sonuçları onardı. Yine de bu ABD’nin AKP’ye özel bir destek vermesi anlamına gelmiyordu, çünkü anlaşma sadece AKP hükümeti ile değil, Dolmabahçe Mutabakatı’nın iki tarafıyla birden, yani hem hükümet hem de Türk Silahlı Kuvvetleri ile yapılmıştı.

Buna karşılık, 2002-2007 arası, AKP ile TÜSİAD’ın balayı dönemi idi. Ama 2007 seçimlerinden sonra TÜSİAD ile hükümetin yolları ayrıldı. Bu konuyu daha önce Mavi Defter ile başka yayınlarda ayrıntısıyla işlemiş olduğumuzdan, burada yeniden ayrıntıya girmiyoruz. (Bkz. Mavi Defter’de Ağustos ayında yayınlanmış olan “Solda Ergenekon tartışması: Bir bilanço” başlıklı yazımız ve orada referans verilen başka yazılarımız.) Solda çoğunluk (yazın patlak veren Ergenekon tartışmasında da görüldüğü gibi) bu gerçeği bir türlü kabul etmek istemedi. Solun büyük bir bölümü, Ergenekon’u AKP’nin TÜSİAD ile devam eden ittifakının bir başka ürünü olarak görürken, Eylül ayında Erdoğan ile Doğan arasında burjuvazinin iç savaşının bir yeni muharebesi patlak verdi. Bu polemiğin sertliği ve çıplaklığı (“bizim Çalık”), Erdoğan’ın TÜSİAD’ı yitirmiş olduğunun yeni bir kanıta ihtiyaç bırakmayacak belgesidir. (Unutulmasın ki TÜSİAD’ın şu anda başında olan hanımefendi “Doğan” soyadını taşıyor.)

Eğer bu yetmiyorsa, ekonomik kriz içindeki gelişmelere bakmak uyandırıcı olabilir. Eylül ayından beri TÜSİAD burjuvazisinin bütün sözcüleri Erdoğan ve AKP’ye İMF konusunda ayak dirediği için ısrarla çatmaktadırlar. Erdoğan’ın ekonomik alanda yerel seçime yönelik “seçim politikası” uygulama, yani oy getirecek harcamalar yapma arzusu, sınıfın bütününün çıkarlarının ağır yaralar alması riskini koştuğu için burjuvazinin gözüne kabul edilemeyecek derecede bencil görünmektedir. İMF tartışması ile ikna olmayanlar, Erdoğan’ın Kasım ayı içinde şiddetlenen bankalara saldırısını iyi okumak zorundadırlar. Erdoğan Anadolu’nun her köşesinde kendisini destekleyen irili ufaklı üretim sermayesi temsilcilerini TÜSİAD üyesi bankalara karşı cansiperane koruyor. Bu, hükümetin ağırlığını TÜSİAD devlerine karşı İslamcı sermayeden yana koymasından başka bir şey değildir.

Demek ki, AKP 2002-2007 arasında kendisini güçlü kılan en önemli desteklerinden birini, Türkiye burjuvazisinin en güçlü kanadını, TÜSİAD burjuvazisi ile ona bağlı medyayı yitirmiştir ve bu yüzden de karşı saldırıya geçmiştir. Bunun anlamı, bir bakıma AKP’nin aslına dönmesi, yani aynen daha önce Erbakan’ın partilerinin olduğu gibi İslamcı burjuvazinin partisi haline gelmesi olabilirdi. Zaten gelişme de o yöndedir. Ama ne tuhaftır ki, Erdoğan o alanda da son dönemde önemli darbeler yemiştir. Fehmi Koru’nun Erdoğan için Kasım başlarında “seçildiğinde Obama idi, şimdi Bush oldu” yargısı, İslamcı bir yazardan gelebilecek en ağır salvolardan biri olarak görülmelidir. Buna, Fethullah Gülen’in Türkiye’deki resmi temsilcisi olarak kabul edildiği söylenen Hüseyin Gülerce’nin AKP’ye yönelik eleştirisinin eklenmesi, durumu daha da zorlaştırmaktadır.

Öte yandan, AKP’nin Batıcı-laik ortamlardaki halkla ilişkilerinin gönüllü sözcüleri liberallerin de son dönemde AKP’ye yaylım ateşine başladıkları biliniyor. Sol liberalizmin sosyal demokrat eğilimli olmakla birlikte AKP’ye taktik destek veren kanadı (bu kanat sembolik olarak Radikal 2’nin sürekli yazarlarında cisimleşir) AKP’den bahar aylarından itibaren kopmaya başlamıştı. Burada en önemli rolü, AKP’nin türban atağını bu kesimleri heyecanlandıran “sivil anayasa” projesinden bütünüyle soyutlayarak dayatmacı bir tarzda Türkiye’nin gündeminin merkezine yerleştirmesi ve AB’ye yaklaşımında gözlenen soğukluk oynuyordu. Hükümetin 1 Mayıs’ta takındığı gaddar tutumun da ikincil bir rol oynamış olması ihtimal dahilindedir. Ergenekon davası dolayısıyla AKP’nin demokrasi havarisi ilan edilmesi bu kanatta bir yumuşama yaratacaktı yaratmasına, ama sol liberalizm içinde çatlak doğmuştu bir kere. Sosyal demokrat eğilimliler ile AKP konusunda tam bir angajman içinde olanlar (bu kanat da sembolik olarak Taraf gazetesinde odaklaşır) giderek birbirlerine girmeye başladılar. Etyen Mahcupyan ile Fuat Keyman arasındaki, terbiye sınırlarını da aşan polemik, iplerin ne kadar gerilmiş olduğunu göstermesi bakımından anlamlıydı. Ne var ki, Kasım ayında Erdoğan’ın ve Savunma Bakanı’nın Kürt sorunu ve Türk ulus devleti konusundaki çıkışlarından sonra Taraf gazetesindeki liberaller de Erdoğan’a ve AKP’ye karşı seslerini yükselteceklerdi. (İşin ironik yanı, bunun, bir dizi sol liberalin de katıldığı Yeni Hayat apartmanı buluşmasından hemen sonraya denk gelmesiydi.)

AKP’den desteğini çeken güçler arasında buraya kadar saydıklarımız elbette kitlelerin bu partiye karşı tavrını otomatikman etkileyecek değil. Ama burjuvazinin en güçlü kanadının, medyanın en yaygın dağıtıma sahip bir bölümünün ve bir dizi aydının desteğini yitirmek, AKP’nin gücünü elbette önemli ölçüde etkileyecektir. Buna partinin son dönemde yolsuzluklar dolayısıyla ciddi darbeler yediği gerçeğini de eklemek gerekiyor. Deniz Feneri, Silivri, Gaziantep ve Mehmet Mir Dengir Fırat olaylarının AKP’nin kitleler nezdindeki prestijini bir ölçüde sarsması beklenebilir.

Bütün bunların Mart sonunda sandığa ne ölçüde yansıyacağını bilmek zor. Ama eğer ileride durumda yeniden bir dönüş yaşanmazsa, AKP’nin kitle desteğini de bu seçimlerde olmasa bile biraz daha orta vadede yitirmeye başlayacağı öngörülebilir. Burjuva parlamenter sistemde kitle desteğinin paranın ve medyanın gücünden bağımsız olduğunu düşünmek gerçek bir saflık olur. Elbette arada bire bir ilişki yoktur, ama paranın kaynağını ve medyayı yitiren siyasi partilerin gücünün bundan önemli ölçüde etkileneceği de açıktır.

AKP’nin yükselişinin durmuş, hatta düşüşe geçmesinin başlamış olduğuna ilişkin göstergeleri saptadıktan sonra şimdi bu gelişmenin ardındaki faktörleri anlamamız, solun hareket hattını belirlemek bakımından önem taşıyor. Çünkü bu faktörler ele alındığında görülecektir ki AKP belki de çok kısa süre içinde kitle desteğini de yitirme tehlikesiyle yüz yüzedir.

AKP’nin yaşadığı sarsıntı bir rastlantılar zincirinin veya olumsuz bir konjonktürün ürünü değildir; tam tersine, her şeyden önce, AKP’nin temsil ettiği siyasi projenin derin çelişkilerinin olgunlaşmasının ürünüdür. İslamcı bir önderliğe, parti örgütüne, kadrolara ve tabana dayalı bir hareketin, Türkiye burjuvazisinin en güçlü kanadı ile girdiği ittifakın çelişkileri gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. AKP 2002-2007 arasında işçi, emekçi ve ezilenlere karşı burjuvazinin bütününün temsilcisi olmuştur, ama aynı zamanda burjuvazinin bir kanadının çıkarlarını ötekine karşı savunan bir parti karakterini taşır. Burjuvazinin kendi içinde ise neredeyse onyıllardır, en azından 1995’ten bu yana devam etmekte olan bir sınıf içi mücadele vardır. Bu çelişki açığa çıkmıştır. AKP giderek burjuvazinin bütününün partisi olmaktan uzaklaşarak İslamcı kanadın partisi kimliğine bürünmektedir.

Ayrıca, Erdoğan’ın türban atağı da basit bir taktik hata değildir. Yukarıda sözü edilen çelişkiler dolayısıyla bu konu er ya da geç hükümetin önüne gelecekti. Çünkü bu parti hâlâ büyük ölçüde İslamcı kadrolarca kontrol edilmekte, İslamcı bir çekirdek tabana hesap vermektedir. Bu durumda türbanın bir gün mutlaka zorlanacak bir gündem maddesi haline gelmesi çok anlaşılır bir şeydir. Daha da ötede, bu konuların ebediyen kapandığını düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bakın Erdoğan son günlerde bir kitle toplantısında kendisine “Anayasayı değiştir” diye bağıran bir kişiye kürsüden ne cevap vermiş: “Sevgili kardeşim davulun sesi uzaktan bana çok hoş geliyor. Biraz sabır. Anayasayı değiştirmek 10. ve 42. maddeyle ilgili. Anayasa değişmedi mi? Değişti, sonra ne olduğunu görmediniz mi. Hesapları iyi yapacağız ve germeden gerdirmeden yere sağlam basmak suretiyle geleceğe yürüyeceğiz. Sabır sabır sabır. Bir meyve olgunlaştığı zaman onu yiyeceksin ki tadını alasın. Hamken yenmez.” Bu sözlerin bir bölümü ucuz kahramanlık gibi düşünülebilir. Ama her şey bir yana, Erdoğan’ın bu sözleri söylemek zorunda kalması bile partisinin yapısal çelişkisinin bir ifadesi değil midir?

AKP’nin zayıflamasında ikinci olarak Batıcı-laik cephenin nihayet etkili bir takım hamlelerde bulunmuş olması rol oynuyor. Bu hamleler arasında en önemlisi Anayasa Mahkemesi’nin çifte kararıdır. Özellikle kapatma davası, AKP’nin “odak” haline gelmiş olduğunu saptayarak AKP’nin üzerinde bir Damokles kılıcı yaratmıştır. Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kendisine nereden sızdırıldığı özenle sorulması gereken belgelerle bugüne kadar iki baş almış olması AKP’de bir yenilgi etkisi yaratmıştır.

Ama eğer Türkiye politikasının ne yöne evrileceğini anlamak istiyorsak, bunların dışında kalan iki faktörü de iyi kavramamız gerekiyor. Çeşitli vesilelerle vurguladık, AKP’nin 2007 seçimlerinden tam bir zaferle çıkmasının ardında iki temel neden vardı: ekonomi ve Kürt sorunu. Birincisi, AKP hükümeti döneminde dünya ekonomisinin bütününde yaşanan canlı konjonktür sayesinde Türkiye ekonomik kriz görmedi. Halk kitleleri bu durumu 2001 ile karşılaştırdılar ve (hiç ilgisi olmadığı halde) bu göreli olumlu durumu AKP’nin izlediği politikalara atfederek desteklerini sürdürmekle kalmadılar, arttırdılar. Şimdi ise Türkiye ekonomisinin dünya kapitalizminin bir parçası olarak içine girmiş olduğu derin kriz, AKP’nin kitleler nezdindeki prestijine ağır bir darbe indirecektir. İşçi sınıfı ve emekçilerde mücadelecilik eğilimi artarsa ve arttığı ölçüde AKP’den uzaklaşma hızlanacaktır.

AKP’nin 2007 başarısının ardındaki ikinci faktör, Kürt sorununun 1990’lı yıllardan farklı bir evreden geçmesi olmuştur. Her ne kadar 2005’ten itibaren savaş yine kısmi bir parlama göstermiş olsa da, 2007 sonbaharına kadar durum 1990’lı yıllardan esastan farklı idi. 1990’lı yılların bütün hükümetlerinin dayanıksız olmasının temel nedenlerinden biri savaşın yarattığı sarsıntı idi. AKP bu sarsıntıyı bütün ağırlığı ile yaşamadı. Ama 2007 sonbaharından sonra yaşanan baskınlar, 5 Kasım’dan sonra Kuzey Irak’a yapılan operasyonlar ve AKP’nin seçimden sonra Kürt hareketi ile giriştiği çekişme, ikinci Erdoğan hükümetinin de savaştan ciddi biçimde etkilenmesini beraberinde kaçınılmaz olarak getirecektir. Burada bir de işin karmaşık boyutu devreye giriyor: Batıcı-laik burjuvazinin desteğini yitirdikçe Erdoğan ordunun rehinesi haline geliyor ve Kürt sorununda sertleşiyor. Sertleştikçe de savaş ortamını daha fazla geriyor. Erdoğan için yerel seçimlerde DTP’yi yenilgiye uğratmak hayat memat meselesi haline gelmiştir. Kürt illerinde DTP’ye karşı barikat kurabilecek tek güç haline gelerek burjuvazinin kendisine ihtiyacı olduğunu kanıtlamak, Erdoğan’ın politikasına şu anda yön veriyor.

Öyleyse ulaşılacak sonuç açıktır: AKP yavaş yavaş gerilemeye başlayacak, burjuvazinin, medyanın ve etkili bir aydınlar grubunun desteğini yitirmenin ardından kitle desteğinde de bir erozyon yaşayacaktır. Bunun Mart 2009 yerel seçimlerine ne ölçüde yansıyacağı bir dizi somut faktöre, belki en önemlisi krizin derinleşmesinin derecesine ve buna karşı işçi sınıfının ve halkın göstereceği tepkiye bağlıdır. Ama gerileme başlamıştır.

Milliyetçilik tehlikesi ufukta

Bir döneme damgasını vuran eğilimler kavranamazsa, o dönemin gelişmelerini öngörmek ve buna uygun politikalar oluşturmak mümkün değildir. İçinden geçmekte olduğumuz döneme, bir önceki dönemden farklı olarak ekonomik kriz damgasını vurmaktadır. Bunun işçi hareketinin ve sosyalizmin politikası açısından anlamına birazdan değineceğiz. Ama önce burjuvazinin saflarında ekonomik krizin tetikleyeceği eğilimlere kısaca değinmeliyiz.

Mavi Defter okuru, Şubat ayından bu yana bu sayfada yazdıklarımızdan, önümüzdeki dönemin burjuvazinin politikası açısından ana eğiliminin bütün dünyada ve Türkiye’de devletin ekonomiye müdahalesinin yoğunlaşması ve milliyetçiliğin yükselmesi olduğunu ileri sürdüğümüzü hatırlayacaktır. Bu, artık geleceğe ilişkin bir öngörü olmaktan çıkmış, elle tutulur bir gerçeklik haline gelmiştir. Devlet müdahalesi, ABD ve Britanya gibi son çeyrek yüzyıldır neoliberalizmin ve özelleştirme politikasının kalesi olmuş olan ülkelerde bankaların kısmi devletleştirilmesine kadar ulaşmıştır. Milliyetçiliğin yükselişi ise henüz emekleme döneminde ise de her gün yeni örneklerini sunmaktadır. Türkiye dışından bir örnek verecek olursak, Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Fransız şirketlerini yabancı rekabetine karşı korumak için özel bir fon oluşturması çarpıcı bir örnektir. Türkiye’de ise uzun yılların ekonomiyi korumaktan bütünüyle uzak durmuş politikalarından sonra, son dönemde ortaya çıkan iki örnek durumu anlatacaktır. Telekomünikasyon alanında üçüncü kuşak mobil teknoloji ihalesinin şartnamesi, araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden Türk mühendislerinin, bilim insanlarının ve KOBİ’lerinin zamanla artan ölçüde yararlandırılması konusunda emredici hükümler içeriyor. Bir başka alanda, henüz kesinleşmemiş tüketici kredisine devlet desteği projesi ise alınan kredinin yerli mallara harcanmasını koşul koşulmasını öngörüyor.

Türkiye burjuvazisinin bir bütün olarak milliyetçi ekonomi politikalarına savrulmasının, buna bağlı olarak milliyetçiliğin sadece Kürtlere karşı değil genel olarak makbul bir ideoloji haline gelmesinin hangi partilerin değirmenine su taşıyacağı ortadadır: CHP ve MHP (ve ikincil düzeyde DSP ve “ulusalcı sol”un partileri) bu rüzgârla yelkenlerini doldurma fırsatı ile karşı karşıyadır.

Ne var ki, daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, kriz içinde sınıf mücadelelerinin yükselme olasılığı, dünya çapında koşulların uygun olduğu ülkelerde faşizmin yeni biçimler altında güçlenmesini de bir olasılık haline getirecektir. “Koşulların uygun olduğu ülkeler” arasında Türkiye önde gelen bir örnektir. Hem burjuvazinin bütünü yıllardır Kürt sorununda şovenizmi kışkırttığı için hem de faşist hareket tarihsel ve güncel olarak güçlü bir örgütsel varlığa sahip olduğu için.

Öyleyse, bir sonuç yalın olarak ortaya çıkmaktadır: İşçi hareketi ve sosyalizm doğru politikalar izlemediği takdirde, AKP’nin zayıfladığı bir bağlamda, ekonomik kriz ve Kürt sorunu milliyetçi hareketlerin ve faşizmin güçlenmesine yol açacaktır.

Sol ne yapmalı?

Bu alın yazısı değil. İşçi hareketini diri unsurlarının, sosyalist hareketin ve elbette Kürt hareketinin yakın dönemde her biri kendi cephesinden izleyecekleri politika, krizin yükselişinin ve AKP’nin gerileyişinin alanı milliyetçiliğe mi yoksa sınıf mücadelesine mi açacağını belirleyecek.

İşçi hareketinde bazı olumlu gelişmeler yok değil. 30 Kasım günü Ankara’da 100 bine yakın işçi ve emekçinin katıldığı miting hareketin kıpırdanmakta olduğunu bir kez daha gösterdi. Eğitim-Sen belki 17-18 Haziran 1995 Kızılay işgalinden beri bu kadar dev bir kortejle meydanlara çıkmamıştı. Birleşik Metal, Genel İş ve bazı başka DİSK sendikalarının kortejlerinin gücü de tabanın mücadele çağrısına kulak verdiğini gösteriyor. Üstelik, daha bir ay önce DİSK ve KESK bambaşka bir program açıklamışken, şimdi 100 bin kişilik bir insan denizinin dile getirdiği ana somut talep “işten çıkartmalar yasaklansın!” oluyor. Ama krizin vahameti ile karşılaştırıldığında hareketin çeşitli bileşenlerinin üzerlerine düşeni ne yeterli düzeyde ne de yeterince süratle yerine getirdiklerini vurgulamak gerekli. Türk-İş’in sol kanadı bu mitinge bütün ağırlığıyla yüklenmeliydi. Bu görülmedi. Birleşik Metal’in son derecede olumlu bir girişimle başlattığı sendikal güçbirliği çabası yerinde sayıyor. Oysa kriz her geçen gün hızla derinleşiyor ve yakında işçi sınıfının bütün kesimlerini vuracak. Kaybedecek zaman yok, uzlaşmacı taktiklerle oyalanmak yanlış. Kapitalizmin tarihinin üçüncü büyük krizinde “idare-i maslahat” tam bir hayal. Bugün radikal taleplere “gerçekçi değil” diye burun kıvıranlar çok yakında uzlaşma çabalarının hiçbir temeli olmadığını anlayacaklar. Asıl bu krizi yumuşak tarzda atlatma hayalleri gerçekçilikten bütünüyle uzak.

Solun politikası açısından bakıldığında, ekonomik krizin yarattığı yeni ortam Türkiye’nin politik hayatının neredeyse yapısal duruma gelmiş bazı özellikleri ile birleştirildiğinde iki nokta apaçık ortaya çıkıyor. Birinci nokta şu: Burjuvazinin Batıcı-laik ve İslamcı kampları arasındaki politik iç savaşta kamplardan birinin peşine takılmak yerine bunların karşısında bir Üçüncü Cephe inşa etmek her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Ama bu Üçüncü Cephe, Bin Umut Adayları’nda olduğu gibi, el altından liberalizme ve AKP’ye destek vermeye yatkın bir İki Buçukuncu Cephe olmamalıdır! Ne de AKP’ye karşı bir cephe oluşturma ve onu devirme telaşıyla “ulusalcı sol” ile bir ittifak işçi, emekçi ve ezilenlerin çıkarına olabilir.

İkinci nokta cephenin sınıf içeriği ile ilgilidir. Üçüncü Cephe’nin kurucularının Kürt hareketi ile sosyalist hareket olacağı açıktır. (Başta sendikalar olmak üzere, kitle örgütleri ancak bir dinamik yaratılırsa zamanla bunun parçası haline gelebilir.) Ama son yıllarda Kürt hareketi ve onunla siyasi ittifak içine girmeye yatkın sosyalist hareketler maalesef işçi sınıfının ve emekçilerin sorunlarını neredeyse bütünüyle bir kenara bırakmışlar, demokrasi, birlikte yaşam, çok kültürlülük (ve AB) gibi konuları propagandalarının merkezine koymuşlardır. Bu yaklaşım bugüne kadar başarısız olmuştur. Çünkü mücadele içindeki Kürt halkının müttefiki yalnızca sosyalistler olursa, bu, kurulacak cepheyi hiçbir yere götürmez. Cephenin bir güç olabilmesi ve hem Kürtlerin haklı mücadelelerine hem de sosyalistlerin davasına hizmet edebilmesi için AKP’nin, MHP’nin, biraz da CHP’nin etkisi altındaki işçi ve emekçileri kendi yanına çekebilmesi gerekir. Bunu yapabilmek için de onların sorunlarına hitap etmek, onlara düzen partilerinden başka bir şey vaad etmek zorundadır.

Bugüne kadar başarısız olan bu yaklaşım, derin ekonomik kriz ortamında bütünüyle iflas etmeye mahkûmdur. Bu kadar derin bir ekonomik kriz ortamında, sınıf mücadelesine kayıtsız kalan herhangi bir aktör toplumda en ufak bir ilgi dahi çekemez. En basit iş ve ekmek sorunları, önümüzdeki dönemin hayat memat sorunları haline gelecek.

Öyleyse, Kürt hareketi ve onunla ittifak içindeki sosyalist sol, bundan sonra yaklaşımını köklü biçimde sorgulamak zorundadır.

Görev mücadeleci işçilerle Kürtleri birleştirmek

Bugün Türkiye’ye bir Emek ve Özgürlük Cephesi gerekiyor. Buraya giden yolda 2009 baharında yapılacak yerel seçimler büyük önem taşıyor. Üçüncü Cephe elbette seçimlerle sınırlanmamalıdır ama seçimler cephenin kuruluşuna giden yolda çok önemli bir fırsat olarak beliriyor.

Bu konuda çok geç kalmış durumdayız. AKP 5 Aralık’ta büyük kentlerdeki adaylarını açıklıyor. Sözde sosyal demokratlar en güçlü adaylarını saptamak için faaliyete çoktan başladı. Ankara ve İzmit’ten sonra öteki önemli kentler için de isimler dolaşıyor. Solun şimdilik azınlık olan bazı kesimleri ortanın solunun adaylarının desteklenmesi konusunda şimdiden işaretler vermeye başladı. Bu tür bir destek sınıf mücadelesinin önünde büyük bir engel yükseltmek olacaktır.

Kürt hareketi ve sosyalistler ortak bir platformda kendi seçim stratejilerini tartışmakta şimdiden geç kalmış durumda. Bu seferki seçim blokunda geçmişte yapıldığı gibi son anda bir araya gelerek her şeyi aday pazarlığına indirgemekten kaçınmak gerekiyor. Her şeyden önemlisi, seçim programıdır. Yerel seçimlerde kurulacak blok, eğer işçi ve emekçilerin çıkarlarına gür sesle hitap etmezse, sadece Batı’nın emekçilerini düzen partilerine doğru itmekle kalmayacak, yoksul Kürt kitlelerinin bir bölümünü daha AKP’ye kaptırma tehlikesini büyütecektir. Başlayan seçim hazırlıkları hızla sonuçlandırılmalı, seçim programı işçi sınıfı ile Kürt halkını birleştirecek biçimde oluşturulmalıdır.

Ne var ki, en iyi niyetlerle hazırlanmış programlar bile daha sonra kâğıt üzerinde kalabilir. 2002 Emek, Barış, Demokrasi Bloku deneyimi, binbir zahmetle hazırlanan programların seçim meydanlarında bütünüyle görmezlikten gelinebildiğini deneyimle kanıtlamıştır. Kürt hareketi ile sosyalistler arasında kurulacak bir ittifakın işçi sınıfı ve emekçilere hitap etmesini sağlamanın tek güvenceli yolu, Batı’da, işçi sınıfının ciddi bir toplumsal ağırlığa sahip olduğu bütün kentlerde ve beldelerde, belediye başkan adaylarının mücadele eden işçi, işçi temsilcisi ve sendikacılar arasından gösterilmesi olacaktır. Elbette adaylar Kürt halkının haklarını da savunanlar arasından seçilmelidir. Ama zaten Kürt hareketi ile işbirliği yapmayı kabul edecek adaylardan başka ne bekelenebilir ki?

İstanbul’da, İzmit’te, Gebze’de, Çorlu’da, İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da ve emekçi yoğunluğuna sahip bütün yörelerde işçi adaylar işçi ve emekçilere “biz sizin yanınızdayız, Kürt halkı da sizin yanınızdadır” türünden bir mesaj vermenin en emin yoludur. Doğu’da Kürt halkının mücadelesini temsil eden adaylar elbette vazgeçilmezdir. Çukurova gibi geçiş bölgelerinde ise hem Türk, hem Kürt işçi ve emekçi adaylar ittifakın çimentosu olacaktır.

Hele işçiler böyle bir seçim blokuna bir kulak vermeye başlasın, siz bakın Türkiye nasıl değişiyor!