AKP Seçim Muharebesini Kazandı (24-07-2007)
27 Nisan muhtırası ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin mahkemelik olmasında cisimleşen siyasal krizin temelinde burjuvazinin iç savaşı yatıyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu iç savaşın bir muharebesiydi ve Abdullah Gül’ün seçtirilmemesi sonucunda bu muharebeyi kazanan, arkasında Batıcı-laik bir toplumsal ittifakın bulunduğu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin öncülüğünde ve siyasal alanda CHP ve MHP’nin temsil ettiği cephe olmuştu. Ancak bu, son tahlilde Batıcı-laik sermaye ve İslamcı sermayenin çatışması tarafından belirlenen burjuvazinin iç savaşındaki çelişkilerin çözüldüğü anlamına gelmiyordu. Erken seçim kararının alınmasıyla yeni muharebenin tarihi de 22 Temmuz olarak belirlenmiş oldu.
Seçim gecesi sonuçlar açıklanıp da AKP’nin %50’ye yaklaşan oy oranları açıklanmaya başlandığında ve DTP’nin bağımsız adaylarının grup oluşturacak bir sayıyla meclise gireceği anlaşılmaya başlanınca, Batıcı-laik cephenin cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandığı zaferin aslında geçici ve aldatıcı olduğu ortaya çıktı. AKP’nin birinci parti olacağı herkes tarafından bekleniyordu. Bununla birlikte Batıcı-laik cephenin temsilcileri estirilen milliyetçi, ulusalcı, ırkçı rüzgarın, geniş katılımlı laiklik mitinglerinin mutlaka CHP ve MHP’nin yelkenlerini dolduracağını düşünüyorlardı. Irkçı rüzgarın MHP’yi ilerlettiği görülüyor. Laiklik mitinglerinin de CHP’yi çok ötelere taşımasa da en azından Baykal’ın (kendi partisi dahil olmak üzere) itici ve sevilmeyen kişiliğinin yarattığı olumsuz etkiyi zayıflatarak daha büyük bir hezimeti engellediği söylenebilir. Ancak söz konusu mitinglere damgasını vuran orta sınıf karakteri ve “beyaz Türk” görüntüsü; “modern yaşam tarzımız tehdit ediliyor” derken, kendi hassasiyetlerini paylaşmayan kesimleri tehdit eder bir tutumun öne çıkması; emekçi yığınların ağırlığını oluşturduğu geniş kesimlerde sınıfsal ve kültürel bir tepki yarattı. Bu kesimi Batıcı-laik kampın karşısında AKP etrafında birleştirdi. Bu durum, Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtirmemenin siyasal bedeliydi ve bu bedelin Batıcı-laik kanadın zaferini gölgede bırakacak derecede ağır olduğu 22 Temmuz gecesi ortaya çıktı.
Gelgelelim, 22 Temmuz seçimlerinin de burjuvazinin iç savaşını nihai şekilde çözdüğü söylenemez. %46’lık oy oranıyla birlikte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının önündeki engelin kalktığını düşünenler kesinlikle yanılıyorlar. Genel seçimlerde seçmenin %85’inin temsil edildiği bir parlamento yapısının oluşması, parlamentonun meşru bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yapamayacağı şeklindeki argümanı ortadan kaldırıyor. Ancak parlamento aritmetiği yeni bir 367 krizinin çıkmayacağına karşı hiçbir garanti vermiyor. (AKP’nin 340 milletvekiliyle birlikte oylamada yer alması için DTP destekli [22-23] ve diğer bağımsızları [4] firesiz biçimde ikna etmesi ya da MHP’yi [71] bu konuda yanına çekmesi gerekiyor.) En önemlisi de parlamento içi dolayımlardan bağımsız olarak, doğrudan askeri müdahale tehdidi sürmektedir. Nitekim, AKP’nin kesin seçim zaferi karşısında “ordunun müdahale şansı kalmamıştır” havasına girenlere ilk cevap Emekli Orgeneral Edip Başer aracılığıyla verilmiştir. Başer’in İtalya’nın La Repubblica gazetesine verdiği demeç çok açık: “Cumhurbaşkanını belirlemede durum raydan çıkarsa ordu yine müdahale edebilir. Bunu, nisan sonunda internette bildiri yayımlamaya oranla farklı bir şekilde de yapabilir.” Başer aynı röportajda “raydan çıkma” sözünden Gül’ün adaylığını da kastettiğini şu sözlerle ifade etmiştir: “Ben, Erdoğan'ın da Gül'ün de, partinin adayının kamuoyunda yol açtığı tepki neticesinde milyonlarca insanın protesto için meydanlara döküldüğünün bilincinde olduklarını düşünüyorum.” Başer’in askeri müdahale olasılığına ilişkin, bu kadar net bir çıkış yapmasını tesadüf olarak görmek mümkün değildir. Başer’in sözleri seçim muharebesini kaybeden Batıcı-laik cephenin bir ay içerisinde gündeme gelecek olan Cumhurbaşkanlığı muharebesine ciddi bir hazırlık yapmakta olduğunun ve AKP’nin seçim zaferine karşı pes etmeye hiç de niyetli olmadığının göstergesidir. Dolayısıyla seçim sonuçları Batıcı-laik cepheyi meclis içinde zayıflattığı ölçüde, askeri müdahale olasılığını azaltmak bir yana arttırmıştır diyebiliriz.
DTP’li bağımsız adayların barajı delerek meclise girmiş olmaları, Kürtlerin siyasi haklarını destekleyenler için sevinç kaynağı olmuştur. Ancak DTP’nin meclisteki varlığı da kriz dinamiklerini güçlendiren bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. DTP kanadından, demokratik açılımlar çerçevesinde AKP ile ittifaka kapı açan açıklamalar geliyor. AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçimi için DTP’nin desteğinden yararlanma yoluan gitmesi askeri darbe olasılığını ciddi boyutlara yükseltecek bir tavır olacaktır. Erdoğan, meclis aritmetiğinde oluşacak muhtemel sorunları DTP’lilerle ittifak yaparak çözmeye yönelmesi durumunda başta TSK ve MHP’den gelmek üzere sert bir politik saldırıyla karşılaşacağını görmektedir. Dolayısıyla, AKP-DTP ilişkilerinin sancılı olması beklenebilir. Recep Tayyip Erdoğan, sonuçların ardından partililerin ve ülkenin karşısına çıktığında ilk elde “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganına sarılarak, daha fazla şovenist bir politika izleyeceğinin sinyalini vermiştir. Dolayısıyla mecliste AKP, CHP ve MHP arasında (Muhsin Yazıcıoğlu ve Mesut Yılmaz’ında hevesle katılacağı) yaşanacak bir şovenizm yarışının yeni bir 2 Mart darbesinin yaşanmasına yol açması hiç de uzak olmayan bir olasılıktır. (2 Mart 1994’te Meclis’e giren Kürt milletvekilleri yemin töreninde ‘Kürtçe konuştukları için’ dokunulmazlıkları kaldırılarak tutuklanmışlardı.) Böyle bir darbenin Kürt sorununu derinleştirmesi ve çatışmaları körüklemesi mümkündür ve böyle bir süreçte ağırlığının artacağını düşünen güçlerin (başta TSK ve MHP olmak üzere) yeni bir 2 Mart yaratmak için hevesli olacağı da açıktır.
Bu tablo ışığında sosyalistlerin önünde duran görevler açık biçimde belirmektedir. Öncelikle DTP’li vekillere yönelik baskılara her koşulda karşı çıkmak ve bu vekiller şahsında Kürt halkının temsil hakkını savunmak gereklidir. Bu noktada atılacak her geri adımın şovenizmi daha da güçlendireceği unutulmamalıdır. Bu görevi de kapsayan ve bir adım öne çıkan görev ise seçimlerde kurul(a)mamış olan, burjuvazinin tüm cephelerinden bağımsız bir Üçüncü Cephe’nin inşasıdır. Ne EMEP, ne ÖDP, ne DTP, ne de seçime katılan diğer sosyalist gruplar ilk değerlendirmelerinde yeniden ısınacak krize vurgu yapmaktadır. AKP’nin seçim zaferi adeta askeri müdahaleye karşı bir güvence olarak görülmektedir. Bu anlayış her şeyden önce bir yıldır yaptığımız uyarılara rağmen 27 Nisan öncesinde askeri müdahale olasılığına ciddi bir tehdit olarak yanaşmayan anlayışın devamıdır. Ayrıca, seçimden önce açıkça eleştirdiğimiz, demokrasi adına AKP’ye hayırhah bakan ikibuçukuncu cephe anlayışının bir sonucudur. Bu anlayış derhal terk edilmeli ve geçmişte 27 Nisan’a ve seçimlere olduğu gibi ufukta beliren yeni siyasal krizlere de hazırlıksız yakalanmamak için harekete geçilmelidir. Askeri müdahalenin her türlüsüne karşı net bir karşı çıkış, burjuvaziden tamamen bağımsız bir siyasal duruşla gerçekleştirilmelidir.