17 Ağustos 1999: Bir daha asla! (17-08-2009)

Marmara için deprem tehlikesi atlatılmış değil. Uzmanlar, önümüzdeki 30 yıl içerisinde Marmara bölgesinde büyük bir deprem olacağını söylüyorlar. Bu depremin şiddetinin de 7'nin üzerinde olacağı konusunda neredeyse tüm bilim insanları mutabık gibi görünüyor. Üstelik kentleşmenin giderek hızlanması, tehlikeyi daha da arttırıyor. Büyük depremin gerçekleşmesi halinde sadece İstanbul'da 70-90 bin arasında insanın hayatını kaybedeceği tahmin ediliyor. Rakamı yüz binlerle ifade eden bilim insanları da mevcut. Ancak deprem tehlikesini yaşayan tek il İstanbul değil. Makine Mühendisleri Odası tarafından hazırlanan "Türkiye'de Deprem Gerçeği" raporu, Türkiye topraklarının %93'ünün deprem bölgesinde yer aldığını, ayrıca Türkiye sınırları içerisinde yaşayan nüfusun da %98'inin deprem bölgesinde yer aldığını söylüyor.

 

Peki deprem sadece sismik bir doğa olayı mı? Diğer bir deyişle ortaya çıkan zarar kaçınılmaz mı? Elbette hayır. Müteahhitlerce yüksek kâr elde etmek için yapılan çürük inşaatlar, belediyeler tarafından imara açılan bina yapımına elverişsiz araziler ve daha pek çok toplumsal ve ekonomik faktör depremin kayıplarını arttırıyor. Marmara depreminden sonra bölgedeki inşaatları yapmış olan müteahhitlere 2.100 kadar dava açıldı. Bunların 1.800 kadarında ilgili kişilere ceza verilmedi. 110 davada verilen cezalar ertelendi. Kalan davalar ise 16 Şubat 2007 tarihinde zaman aşımından düştü. Bu süreçte mahkemelerin birbirleri ile çelişen kararlar verdikleri ve ayrıca bilirkişi raporlarının da çoğu kez yanıltıcı olabildiği biliniyor. Yani sistem müteahhitlerini (siz bunu müteşebbis olarak okuyun) koruyor. Kaybolan hayatlar ise birer istatistik sadece devlet için.

 

Devlet, depremin ardından müdahalede ciddi biçimde gecikti. Bunun bir boyutu doğrudan doğruya kapitalist toplumda depremin de, başka her olay gibi, sınıf karakteri taşıması ile ilgilidir. Depremin ilk 24, hatta 48 saati, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) sıkıyönetim ya da Olağanüstü Hal ilânı konusundaki talebinin gölgesinde geçmiştir. Bu yüzden bu süre boyunca, başta askeri birlikler olmak üzere, depreme ciddi bir müdahale yapılmamıştır. TSK'nın bu talebinin ardında, depremi yaşayan bölgelerin, özellikle de depremin merkezinde bulunan Kocaeli'nin sanayi proletaryasının ağırlıklı olduğu bir nüfus yapısına sahip olması ve işçilerin bu koşullara karşı düzeni sarsacak mücadelelere girmesi ihtimalinin bulunması yatmaktadır. Düzenin güvenliğine insan hayatından daha fazla önem veren bu yaklaşım, daha sonra Kürt hareketinin (DEP) son derecede doğru bir tavırla deprem bölgesinde yapmaya çalıştığı dayanışma faaliyetinin engellemesinde de kendini göstermiştir.

 

İşin öteki boyutu ise hazırlıksızlıkla, acil durum yönetiminde gerekli kapasitenin geliştirilmemiş olmasıyla, gönderilen yardımın özel çıkarlar uğruna yağmalanmasıyla ilgilidir. Kızılay'ın deprem sonrası acizliği akıllardan halen çıkmış değil. 1999'u 2000 yılına bağlayan kışı depremzedeler, Kızılay'ın 1. Dünya Savaşı'ndan kalma çadırlarında geçirmek durumunda kaldılar. Daha sonra kendilerine verilen prefabrik konutlara bir süre sonra su ve elektrik sayacı takıldı! Ayrıca hasarlı binalara elektrik, su ve telefon faturaları yollanmaya devam edildi. Bunun yanında ülke dışından gelen yardımların milliyetçi bir uygulama ile engellenmiş olduğu, daha sonraları da dağıtımında önemli sorunların bulunduğu biliniyor. Günümüzde de deprem için yaptırılan konutlara devlet bürokratları yerleştiriliyor. Buna karşı çıkan depremzedelere ise polis şiddeti ile yanıt veriliyor. Depremin 10. yıldönümün yaşandığı bu günlerde bile, haklarını arayan depremzedeler polis tarafından coplandı! Depremden yıllar sonra bile devlet henüz ciddi adımlar atmış değil. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'na göre güçlendirilmesi gereken 77.220 adet okul, hastane vb kamu binasından sadece 764 tanesi güçlendirilmiş durumda.

 

Boşa harcanmış bir on yıl

 

Depremin zararlarını en aza indirmede, yapıların denetime tabi tutulması oldukça önemli. Deprem sonrasında ise yapı denetimi alanında tam anlamıyla bir denetimsizlik söz konusu. Kamusal denetim mekanizmalarının yerini 4708 sayılı yasa ile özel kesim denetim şirketlerinin aldığı görülüyor. Yasanın sadece milli gelirden en yüksek payı alan 19 ili kapsaması da cabası. Sonuçta özel kesimin yaptığını, özel kesim denetliyor. Hırsızların denetimi başka hırsızlara veriliyor!

 

 

 

Günümüzde de gereken tedbirler tam anlamıyla alınmış değil. İnsanlar yaşadıkları acıları unutmak ve tedirginlik duygusunu yenmek için deprem tehlikesi yokmuş gibi davranmayı tercih ediyorlar. Günlük yaşamlarını sürdürebilmenin yolu bu çünkü. Bununla beraber, devlet ve yerel yönetimler bunu kullanıyor, deprem konusu da şu sıralar rafa kaldırılmış görülüyor.

 

Kamu binaları kontrolden geçirilmiyor ama, kentsel rantları arttırmanın bir yolu olarak kentsel dönüşüm projeleri tüm hızıyla sürüyor. Yönetimler, depreme karşı alınacak önlemlerden çok, nereye kaç katlı gökdelen dikilir, hangi tarihi yapı ya da kent yoksullarının, işçilerin emekçilerin hangi yaşam alanı gasp edilir onun telaşında. Burjuvaziye rant yaratma amaçlı bu kentsel dönüşüm projeleri yerine, insanların güvenliği ve sağlığını esas alan projeler geliştirilmeli, depremi önleme amaçlı olarak uygulanan projeler, müteahhitlere, zenginlere kâr sağlama amacı olmaktan çıkarılmalıdır.

 

İşçilerin, emekçilerin, kent yoksullarının sağlıklı barınma hakkı sağlanmalıdır. Bu bağlamda oturdukları konutlar sağlıklı birer yaşam alanı ise, ücretsiz ve periyodik olarak sağlamlığı kontrol edilmeli, değil ise kendilerine bedelsiz olarak, depreme dayanıklı konutlar verilmelidir.

 

Yapı güvenliğinin özel kesim tarafından denetlenmesi gibi açık bir kandırmacaya son verilmeli, var olan binaların denetimi de kamu kesimine verilmelidir. Diğer yandan kentsel rantın bir bölümünün rüşvet biçimi altında belediye yetkililerine dağıtılmasını ve böylece kamusal denetimin etkisinin hiçe indirgenmesini önlemek için, kamu kesiminin denetim mekanizması, işçi sınıfı örgütlerinin ve bu alanda uzmanlaşmış emekçi örgütlerinin (TMMOB'ye bağlı mühendis ve mimar odaları) temsilcilerinin bağımsız gözetimine tabi tutulmalı, bu temsilciler düzenli olarak kendi örgütlerinin yerel tabanına ve topluma hesap vermelidir.

 

Kent toprakları kamulaştırılmalı, bu alanlardaki rant olanakları ortadan kaldırılmalıdır. Böylelikle kentler gerçek anlamda üzerinde yaşayan ve üreten insanların ortak yaşam alanı olabilecektir.

 

Düzen sorunu

 

İnsanlık henüz, başta depremler olmak üzere, doğal afetlere karşı etkili teknolojik çözümler bulabilmiş değil. Ama kapitalist sistemin toplumsal çıkarı sermaye birikiminin çıkarlarının gölgesinde bütünüyle ikinci plana atan, hatta yapılaşma örneğinde olduğu gibi sermaye birikiminin kâr mantığına köle yapan özelliği, doğal afetleri tam bir toplumsal felâkete dönüştürüyor. Bundan birkaç yıl önce dünyanın en büyük ekonomik olanaklara sahip ülkelerinden ABD'de New Orleans'da yaşanan sel felâketi, hem devletin kamu altyapısına gerekli harcamaları yapmamasının bir sonucuydu (taşkını engelleyecek setler, uzun yıllar onarım görmediğinden delik deşik olmuştu), hem de kurtarma faaliyeti, aynen Türkiye'de olduğu gibi, büyük skandallere yol açacak kadar kötüydü. Yani başka birçok alanda olduğu gibi, "bak Amerika'ya, Avrupa'ya, adamlar nasıl halletmişler, biz ne kadar geriyiz" mantığı burada da yanlıştır. Çünkü sorumlu olan kapitalizmdir!

 

Bunu anlamak için insanın ABD'nin burnunun dibinde bulunan ve sert kasırga ve tayfunlardan onun kadar etkilenen Küba'ya bakması yeter. Bu yıl 50. yıldönümünü yaşamakta olduğumuz Küba devriminin ürünü olan bu işçi devletinde, ülke ABD'den kat kat yoksul olduğu halde, kamu otoritesi kasırgaların öncesinde bazen milyonlarca insanı evlerinden güvenlikli bölgelere taşımakta ve böylece doğal afetin toplumsal felâkete dönüşmesini önlemektedir. Bunun elbette bir toplumsal maliyeti vardır. Mesele insan hayatına öncelik vererek bu maliyeti üstlenme konusunda siyasi irade göstermektedir. Yoksul Küba bunu yapıyor, çünkü kapitalizmi devirmiştir, sermayenin kâr açlığına tabi mantığı ile damgalanmamıştır. Zengin ABD yapmıyor, çünkü kapitalist toplumda yoksul kitlelerin hayatından çok daha önemli olan sermayenin kârıdır.

 

Kimileri, "vahşi kapitalizm"in geçerli olduğu ABD'den farklı olarak Avrupa'nın "sosyal model"inin devleti bu tür konularda çok daha duyarlı hale getirdiğini iddia edebilir. Onlara da Avrupz Birliği'nin en büyük dört ülkesinden biri olan zengin İtalya'da son dönemde yaşanan L'Aquila depreminde olanları hatırlatalım. Zengin İtalya'da kamu binalarının, okulların, hastanelerin, kiliselerin vb. kartondan yapılmış gibi çöküvermesini bütün dünya hayretle izlemiştir! L'Aquila depreminden en büyük kayıp, bir öğrenci yurdunda verilmiştir!

 

Bugün Türkiye'de, baştan aşağı fay hatlarıyla örülmüş olan bu topraklarda, kapitalist düzenin insan hayatını bütünüyle ikinci plana atan mantığıyla mücadele edilmeden ne yaklaşan Marmara depreminin tam bir toplumsal felâkete dönüşmesini engelleyebiliriz, ne de başka bölgelerde yaşanacak korkunç sarsıntıları. Bu ise bir sınıf mücadelesi sorunudur. Kamu kaynaklarının sermayeye teşvik için harcanması yerine işçi ve emekçi halkın sağlıklı ve güvenlikli barınma hakkına öncelik verecek şekilde kullanılması için gösterilecek çaba ile ilgilidir. Son tahlilde, işçi sınıfının kapitalizmin iktidarına son vermesi ile ilgilidir. Yani depremin fay hatlarının yıkıcı etkilerini asgariye indirebilmek için toplumun fay hatlarının yarattığı dinamikleri harekete geçirmek gerekir.

 

Felâketler geride kalınca etkileri unutuluyor. Bu toplumun Kocaeli ve Düzce depremlerini mutlaka hatırlaması ve haykırması gerekiyor: Bir daha asla!