12 Eylül her şeyden önce burjuvazinin bir sınıf taarruzudur! (Sungur Savran - 16-09-2008)
*Darbenin yıldönümünde Türkiye'deki mevcut tabloyu nasıl tanımlıyorsunuz?
Türkiye üç savaşın basıncı altında kriz üzerine kriz yaşayan bir ülkedir. Emperyalizmin Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerini hedef alan ve esas amacı Asya ve dünya üzerindeki emperyalist hakimiyeti pekiştirmek ve kalıcı kılmak olan sürekli savaşı, 55 yıldır NATO üyesi olan Türkiye’yi her geçen gün daha fazla uluslararası savaşların içine çekiyor. PKK ile yürütülen savaş hem çoğu gencecik on binlerce insanın ölümüne hem muazzam bir ekonomik maliyete hem de her hükümet için politik istikrarsızlığa yol açıyor. Bu iki savaş yetmezmiş gibi, Türkiye burjuvazisi kendi içinde Batıcı-laik kamp (TÜSİAD, TSK, yüksek yargı kurumları, üniversitenin bir bölümü, CHP vb.) ile emperyalizmle barışmış bir İslamcı kamp (AKP, MÜSİAD, katılımcı bankacılık vb.) arasında bir politik iç savaşa tutuşmuş durumda. Bu savaşın sona erdiğini ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) AKP ile uzlaştığını söyleyenlerin ne kadar yanıldıkları, 30 Ağustos devir teslim törenlerinde yeni komutanların söyledikleriyle, TSK’nın kararıyla özel harpçi bir korgeneralin Kocaeli Cezaevi’nde darbeci generalleri ziyaret etmesiyle, Erdoğan-Aydın Doğan kavgasıyla kısa sürede ortaya çıktı.
Ama bir de dördüncü savaş var: sınıf savaşı. 1990’lı yılların ortasından beri durgun olan işçi sınıfı hareketi, 2007’nin ortasından beri kıpırdanmaya başladı. Telekom, THY, tersane işçisinin, bir dizi işkolunda yapılan grev ve direnişlerin, 14 Mart 2008’de sağlık ve sosyal güvenlik yasasına karşı ortaya konulan mücadelecilik ruhunun, 1 Mayıs’ın gösterdiği, işçi sınıfının yeniden inisiyatif alabileceği ve hükümetin karşısına bir güç olarak çıkabileceğidir. Çözüm burada, sınıf mücadelesinin derinleşmesinde yatıyor. Elbette bu derinleşme aynı zamanda işçi sınıfı ile Kürt halkı arasında kurulabilecek bir ittifakın yolunu da döşüyecektir.
*Geçmişle hesaplaşma konusunda dünyanın başka yerlerinde de darbeler yaşandı ancak sorumlular cezalandırıldı. Bu henüz Türkiye'de sağlanmadı. Buna dair değerlendirmeleriniz...
Brezilya’da 1989’a kadar süren askeri diktatörlüğün sorumluları hariç tutulursa, Kenan Evren son kırk yılın cezasız kalan tek askeri diktatörüdür. Yunanistan ve Arjantin cezalandırma konusunda iyi örnekler. Şili’de bile Pinochet’nin yargılanmasına az kaldı geçiliyordu. Bizde de aynı şeyi yapmak gerekir. Yani başta Evren olmak üzere generalleri yargılama konusunda sonuna kadar gitmek. Evren yaşlanıyor, zaman daralıyor. Yatağında huzur içinde ölmesine izin vermemek gerek!
*12 Eylül'ün sorumluları sıfatıyla şu an kimlerin üzerine gidilmeli?
12 Eylül’ün dolaysız sorumluları darbeci generallerdir. Elbette arkalarında emperyalizm ve tekelci sermaye vardı ama siyasi iktidarı elde tutanlar generallerdi. Cunta üyelerinin yanına genellikle unutulan dönemin başbakanı Bülend Ulusu’yu da katmak gerekir. Biz daha onları yargılayamadığımız için öteki sorumluları gündeme bile getiremiyoruz. Yoksa epeyce bir dayaklık insan saymak mümkün. Mesela, şimdi Doğan medyasında bir köşe tutup sözde liberal yazılar yazan eski büyükelçi, 12 Eylül’ün dışişleri bakanı İlter Türkmen veya Türk-İş genel sekreteriyken cuntanın çalışma bakanı olarak hizmet veren Sadık Şide gibi insanları da unutmamak gerekir. Bir de Diyarbakır, Mamak ve öteki cezaevlerini birer zindan haline getiren sorumluları, devrin emniyet sorumlularını falan unutmamak gerek. Bu insanların elinde Kürt, Türk binlerce insanın kanı var!
Yalnız 12 Eylül meselesini artık kontrgerilla ve son dönemin darbeci generallerinden koparmamak gerekiyor. Bir kere Ergenekon davasıyla kontrgerilla denen ahtapotun bir kolu günyüzüne çıkar gibi oldu. Ergenekon’dan tutup, Kemal Türkler’den Vedat Aydın’a, Musa Anter’den Hrant Dink’e suikastlerin, Maraş’tan Sivas’a katliamların hesabını sormak gerekir. 28 Şubat’ın sorumluları, örneğin şimdi Ülker’e hizmet veren Çevik Bir, Özden Örnek günlükleriyle suçüstü yakalanan generaller ve 27 Nisan 2007’de darbe tehdidi yapan bütün komuta kademesi de yargılanmalı. AKP hükümetinin Büyükanıt’a verdiği aracın zırhı, onu Şemdinli ve darbe tehdidi konularındaki suçlarında cezadan koruyamamalı. Kürtlere karşı işlenen bütün suçlar derinlemesine soruşturulmalı, kontrgerilla ve JİTEM/JİT dağıtılmalı.
*Türkiye halen 12 Eylül'ün anayasasıyla yönetilen bir ülke diyebiliriz. Bu konudaki değerlendirmeleriniz...
Sadece anayasasıyla mı? 12 Eylül sınıflar arasında yepyeni bir güçler dengesi kurdu. 15-16 Haziran 1970’teki işçi ayaklanmasına bir cevaptı. İşçi sınıfının kazanımlarını (sendikalaşma ve grev konularındaki mevzilerini), sınıf mücadeleci sendikalarını (DİSK) ve ne kadar yanlış ve şaşkın da olsa siyasi hareketini (sosyalist ve devrimci demokrat hareket) ezdi. 1982 Anayasası bütün bunların bir şemsiyesi idi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun o dönemde başkanı olan zat, Halit Narin, “bugüne kadar işçiler güldü, sıra bizde” diyecek kadar alçalmış ve 12 Eylül’e şükranlarını bildirmişti. Bu sistem bugün, aradan geçen 28 yıla rağmen hâlâ dimdik ayaktadır. Tayyip Erdoğan 12 Eylül’ün bu mantığının hakimiyetini korumak için geçtiğimiz 1 Mayıs’ta işçilerin Taksim Meydanı’na çıkmasına bu yüzden engel oldu.
Türk solu 12 Eylül’ü genellikle halkı kendine acındırmaya çalışarak anlatır. Sosyalistlere, devrimci demokratlara, sendikacılara yapılanların hesabının elbette sorulması gerekir. Ama iş orada bırakılırsa 12 Eylül’den hiçbir şey anlaşılmaz. 12 Eylül her şeyden önce bir sınıf taarruzudur. Halkı 12 Eylül’ün mirası olan sisteme karşı harekete geçirmek istiyorsak bunu anlatmalıyız, sadece kahramanlarımızın mağduriyetini değil. Bu yaklaşım farkı, daha da öteye tarihi yorumlama yöntemi, Türk solunda proleter sosyalizmi ile devrimci demokrasiyi birbirinden ayırır.
*Bölge'de 2008 Newrozu'nda sivil halka karşı saldırılar, öte yandan yine Bölge halkının özel günlerinde panzerler altında kalan bir çocuğun ölümü.. Şemdinli'de suçüstü yakalananların serbest bırakılması, Uğur Kaymaz cinayeti vs. Tüm bunlar 12 Eylül faşizminin kalıntısı diyebilir miyiz?
Bu da işin ikinci boyutu. 12 Eylül aynı zamanda 70’li yıllarda mücadelesi kitleselleşmeye başlayan Kürtlere de bir taarruzdu. Kürtçe’nin kullanımı 12 Eylül tarafından kesin biçimde yasaklandı. Diyarbakır zindanı 12 Eylül’de siyasetle ilgisi olmayan Kürtleri bile işkenceden geçirdi. 12 Eylül öncesinde ilân edilen sıkıyönetim OHAL’e döndü ve bir kuşak Kürdün uzatılmış bir dönem boyunca askeri yönetim altında yetişmesini getirdi. Bugün yaşananlar, elbette 12 Eylül’ün kalıntısıdır. Ama arada devletin, onun hizmetkârı politikacıların ve kontrgerillanın geliştirdiği yepyeni korkunç yöntemleri unutmamak kaydıyla söylenmeli bu. Yani 12 Eylül sistemine karşı mücadele Kürt halkının haklarının savunulmasından ayrılamaz.
*12 Eylülcü zihniyetle nasıl mücadele edilmeli?
İzninizle sadece bir zihniyet ile değil, bir hukuk sistemi ve bir dizi kurum biçimini alan çok daha somut ve maddi yapılarla karşı karşıyayız. Bunu söyledikten sonra zihniyet meselesini ele alayım. 12 Eylül zihniyeti, sivil toplum fetişizmi temelinde çözülemez. Yani askerin karşısında, bütün toplumsal sınıfları ve bu arada burjuvaziyi de içeren bir sivil toplum mücadeleyi sonucuna ulaştıramaz. Burjuvazi 12 Eylül’den müthiş memnundur. 12 Eylül zaten burjuvaziyi 1960’lı ve 70’li yıllarda işçi sınıfı karşısında düştüğü zor durumdan kurtararak engel tanımaz biçimde hakim kılmak için yapılmıştır. Sivil topluma dayanan sol liberal strateji yenilgiye mahkûmdur. Kendimize şu soruyu sormak yeter: 12 Eylül bir tek askeriyenin işi ise neden bir çeyrek yüzyıldır “sivil” burjuva partileri reddi miras yapmadılar?
Öte yandan, 12 Eylül’le mücadele başka her şeyden yalıtılmış bir mücadele olamaz. Ancak bugünle ilişkilendirilirse başarıya ulaşabilir. Bunun için “12 Eylül’le nasıl bir mücadele?” sorusuna bugünkü büyük krize karşı ne yapılması gerektiği sorusu ile birlikte cevap aramak gerekir.
*DİP olarak konuya dair eklemek istedikleriniz..
DİP olarak biz, bugün verilecek mücadelenin asli ihtiyacını sınıf bağımsızlığı olarak görüyoruz. Oysa solun büyük bir bölümü burjuvazinin iç savaşında kamplardan birinin ya da ötekinin peşine takılıyor. Bugün solun çeşitli kanatları iki büyük akımda buluşuyor. Bu akımların biri sol liberalizm, öteki ise ulusalcılık. İlki AKP’ye hayırhah bakıyor, ikincisi ise TSK önderliğinde bir çözüm istiyor. Yani işçi sınıfını, emekçileri, ezilenleri iki kamptan birine kanalize ediyorlar. Oysa ihtiyaç her iki kamptan da bağımsızlaşmak. Sınıf bağımsızlığı ise ancak işçi sınıfı bu kamplardan ayrı durursa sağlanabilir. Burada çözüm bir Üçüncü Cephe kurmaktır. Yaklaşan yerel seçimler bunun için iyi bir fırsattır. Ama Bin Umut Adayları gibi AKP’ye hayırhah yaklaşan bir Üçüncü Cephe değil.
DİP beş ayaklı bir politika öneriyor işçi sınıfına, sola ve Kürt hareketine. Sınıf mücadeleci sendikaların konfederasyonlar ötesi güçbirliği; yaklaşan ekonomik krize karşı mücadele hazırlığı; Kürt sorununun sınırötesi operasyonları da kapsayan “askeri çözümü” karşısında “Kürtlerle barış, ABD’yle savaş!” şiarı; yerel seçimlerde “Batıda işçi adaylar, Doğuda Kürt adaylar” yönelişiyle bir Üçüncü Cephe; Ergenekon davasından hareketle kontrgerillanın dağıtılması, bütün suçluların ve darbecilerin yargılanması.
Bu program hareketlenmekte olan işçi sınıfı ile uzun yıllardır mücadele etmekte olan Kürt halkının, hakim sınıflar karşısında birliğini eksen alıyor. Türkiye’de bütün sorunların çözümü sınıf mücadelesinin yükseltilmesinde ve böyle bir ittifakın kurulmasındadır. Bu ittifak kurulursa düzen bile sarsılır. Ama bunun için Kürt hareketi ile solun birliği yetmez. Bu birliğin işçi ve emekçilere hitap edecek bir program ve propagandayı benimsemesi gerekir.