Hamburger Üniversitesi
Son yıllarda Türk sermayesi, enerjiden gayrimenkule, sağlıktan eğitime kadar hemen her alanda sınai ürün ihracatında azalan kârlılığını ödünlemek üzere kamu kaynaklarına gözünü dikmiş durumda. Rekabet, özerklik, kalite gibi kavramlar yıllardır sermayenin daha çok kâr elde etmek, emeğe saldırısını meşrulaştırmak üzere “eğitimde reform”, “kentsel dönüşüm” vb. adlar altında topluma dayatılıyor. Rekabetin kendi başına ne kadar olumlu özellikler barındırdığı tartışması bir yana, kapitalist üretim koşullarında rekabet, daha fazla artı-değer elde edebilmek amacıyla maliyetleri aşağı çekme baskısı altında kaçınılmaz olarak bazı toplumsal sonuçlara ve maliyetlere yol açar. Bunların başında çalışanların istihdam, ücret ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, toplumsal ihtiyaçlar yerine kârlı ürünlerin piyasada öne çıkması, üretimde fazla kapasitenin ortaya çıkması, çoğu zaman “kalitenin” düşmesi, tekelleşme, artan baskıcı ve anti-demokratik ortam gelmektedir. Daha çok rekabet, özerklik, kalite gibi “büyüklere masallara” inananlara, Türkiye kapitalizminin dünya pazarıyla daha fazla bütünleşme ve bu doğrultuda daha fazla rekabetçi olma çabalarının toplumsal bedellerini hatırlatmak isteriz: Türk işçisi iş kazalarında ölmekte Avrupa birincisi, en çok çalışan işçi sıralamasında dünya dördüncüsü, en çok çalışan ama en az ücret alanlar sıralamasında en başlarda!
Genelde eğitim sektörü, özel olarak da üniversiteler plansız, programsız ve altyapısız bir rekabet ortamına terk edilmenin doğurduğu kaçınılmaz sonuçlar için iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bir yandan son 30 yılda (özel ve devlet) üniversite sayısı yüzde 850 artmış, öte yandan öğrenci sayısındaki artış yüzde 1000’i bulmuştur. Buna rağmen son yıllarda üniversitelerde boş kalan kontenjan sayısı 100 binin üzerindedir. Günümüzde özellikle uluslararası yatırım fonlarının üniversiteleri satın alma girişimlerinin daha da artmasıyla tekelleşmeye doğru bir eğilimin güçlenmesi beklenebilir. Aynı konut sektöründeki gibi bu sektörde de “yatırımların” kapasite fazlasına yol açacağı, rekabetin dayattığı bir ayıklama-eleme mekanizmasının burada da işleyeceği açıktır. Üniversitelerin boş, mezunlarının işsiz olduğu, öğretim üyelerinin ücretlerinin ve çalışma koşullarının yerlerde süründüğü bir gerçek. Üniversite mezunu işsizlerin toplam işsizler arasındaki payı 2008’de yüzde 12,5’dan 2011’de yüzde 18’e artmış durumda. Temel bilimlerde yerinde sayan Türkiye’de gençlerin artık mühendis bile olmak istemedikleri bizzat burjuva iktisatçılar tarafından dile getiriliyor. Reklamlarla ve güzellik yarışmaları düzenleyerek müşteri çekmeyi düşünen üniversitelerde okuyan 600 kadar öğrenci farklı (!) düşüncelerinden dolayı cezaevinde yatıyor. Üniversiteler artık askeri disiplinle yönetilen yarı açık cezaevlerine dönüşmüş durumda.
Üniversiteler günümüzde devletin değil, sermayenin tam boyunduruğuna girmiş durumdadır. Geçtiğimiz yıllarda bir üniversite rektörünün, yaptıkları “işbirliği” üzerine TOFAŞ’ın üst düzey yöneticisine söylediği sözler bilim ve sermayenin “et ile tırnak” olduğu durumu gayet iyi özetliyor: “kâr sizin, bilgi ve birikim bizim olsun”. Yıllarca sol çevrelerde de yankı bulan “bilimsel özerk üniversite” sloganı, tam da artan rekabet baskısı altında bugün sermayenin üniversiteler üzerinde denetimini artırmasının bir sloganı haline gelmiş durumda. Öyleyse sermayenin değil, emekçilerin denetiminde özgür bilim yapma hedefinin önkoşulu, öğrenci hareketinin emekçilerle dayanışma ve işbirliği içinde mücadele etmesidir.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2012 tarihli 37. sayısında yayınlanmıştır.