Salgınlar emekçileri sever

Salgınlar emekçileri sever

Salgınlar emekçileri, yoksulları sever, depremler de su baskınları da kuraklık da öyle. Bir salgın, elbette ki herkese bulaşabilir, bir deprem herkesin evini yıkabilir, kuraklık herkesi vurur, zengin ya da yoksul ayırmaz, patron ya da işçi fark etmez. Ancak bir an için bu böyledir. Örneğin salgına karşı iktidarların alacaklarını söyledikleri önlemler, işte asıl ayrım, daha doğrusu sınıf ayrımlarının ne anlama geldiği tam da bu noktada ortaya çıkar. Tıpkı AKP iktidarının açıkladığı salgın paketinde patronlara para, işçi ve emekçiye dua düşmesi gibi. Evde oturma olanağı olanların evde kalması, bu olanağı olmayanların ise dışarı çıkıp çalışmak zorunda kalması gibi: Her sabah kalabalık servislerle işe gitmek, üretim bantlarının önünde yan yana çalışmak, yemekhanelerde dip dibe yemek yemek zorunda kalan sanayi işçileri, şantiyelere kapatılmış ve çalışmak zorunda bırakılan inşaat işçileri, daracık mekânlara tıkıştırılmış, tuvalete gidişleri bile denetlenen çağrı merkezi çalışanları, market kasiyerleri, ekip biçmeye devam etmek zorunda olan köylüler ve evinden çıkıp çalışmak zorunda bırakılan diğer emekçiler, tamamen kaderine terk edilmiş durumda. Çünkü iktidar, sermaye sahipleri sermayelerinden bir şey kaybetmesin diye önlemler alıyor, çalışmak zorunda bırakılan işçi ve emekçiler ise umurlarında bile değil. Daha birkaç gün önce cumhurbaşkanının, işten çıkarma yasağı ve genel ücretli izin hakkı ilan etmek yerine, el yıkayıp kolonyalanmayı, ardından da dua etmeyi önermesi bunun en güzel örneğidir.

Ama daha da önemlisi, bu salgın şu ya da bu biçimde geçtikten sonra karşımıza çıkacak manzaradır. Bu son salgının tetiklediği ekonomik krizin bütün olumsuz etkileri ileride yine işçi ve emekçilerin sırtına bindirilecek, bu kesin. Salgın öncesinde de eşit değildik, salgın sırasında da. Salgından sonra da eşit olmayacağız.

Henüz bu salgının nerelere ulaşacağı, sonunun ne zaman geleceği belli olmadan, bazı ağızlarda “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” lafları gezmeye başladı. Burada vurgulanan nokta, kapitalizmin kimi çelişkilerinin gün gibi ortaya çıktığı ve bundan sonra artık kapitalizmin bugüne kadar geldiği gibi devam etmeyeceği üzerine. Sağlık hizmetlerinin tekrar kamusallaştırılacağı düşünülüyor örneğin. Bu elbette olabilir, ancak salgından önce ve salgın sırasında uygulanan ekonomi politikalarına bakınca bunun kendiliğinden olacağını beklemek olanaksız.

Nitekim sermaye sınıfının bu salgının tetiklediği ekonomik krizle başa çıkma yollarından biri olarak önereceği şey, içe kapanmış, korumacı ve ekonomik milliyetçiliğe dayalı çözüm arayışlarından başka bir şey olmayacak sanırız. Daha doğrusu, büyük sermayenin çıkarlarını merkeze alan, yani büyük burjuvaziyi dünya pazarının olumsuz etkilerine karşı koruyan ve kollayan bir ekonomi politikası giderek kendisini daha fazla dayatmaktadır. Bu salgının tetiklediği ve hızlandırdığı kriz ile mücadele adı altında ekonomik milliyetçi bir politikayı işçi ve emekçilere şu ya da bu biçimde kabul ettirmenin yolları da fazlasıyla açılmıştır. Bunun, bazı sosyalistlerin sandığı gibi bir “refah devleti” uygulamasına benzemeyeceğini, tam tersine işçi ve emekçi sınıfları hem ekonomik hem de siyasal açıdan daha fazla baskı altına almak anlamına geleceğini söylemek yanlış olmaz. Daha şimdiden, “sorun küresel, çözüm ulusal” denmeye başlandı bile.

Bu durumda işçi ve emekçilere ve onların örgütlerine, aynı zamanda sol ve sosyalist partilere düşen, bu salgından sonra gerçekten de hiçbir şey aynı kalmayacaksa, mücadeleden başka bir şey değildir. Salgından sonra hiçbir şey işçi ve emekçiler için aynı kalmayabilir, mücadeleye girişilirse daha iyiye, bir mücadele verilmezse daha kötüye gidecektir. Ve salgın için iktidarın aldığı önlemlere bakılırsa, mücadele edilmediği takdirde sonucun işçi ve emekçiler açısından ne olacağı apaçık ortadadır.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Nisan 2020 tarihli 127. sayısında yayınlanmıştır.