“Nerede bu devlet?”

“Nerede bu devlet?”

Dünyanın birçok bölgesine benzer biçimde Türkiye’de de yaz boyunca orman yangınları, sel vb. iklim felaketlerinin ardı arkası kesilmedi. Türkiye’de özellikle orman yangınları karşısında devlet yetkililerinin sorumluluğu birbirine atan tutumu, devletin acizliği tartışmasını tetikleyerek “Ortada devlet namına ne kaldı?”, “Nerede bu devlet?” gibi tepkilere yol açtı. Solun liberalizmin etkisi altında kalmış çeşitli kesimlerinde de bu tartışma yankı bulmuş görünüyor. Yerel halkın gösterdiği dayanışma ve işbirliğinden hareket eden söz konusu kesimler hemen “tabandan” gelen bu tepkilerin ülkede demokratikleşmeyi ilerleteceğine dair sonuçlar doğuracağına bel bağlayabiliyorlar. Oysa asıl cevaplanması gereken soru AKP yönetimindeki bir burjuva devletin neden böyle davrandığıdır? Acaba orman yangınları ya da sel gibi doğa felaketleriyle baş edilememesi AKP rejiminin “yönetememe krizi”nin bir ürünü müdür? Yoksa memleketi patronların çıkarları doğrultusunda bir şirket gibi yönetme, kamu kaynaklarını özelleştirme bilinçli tercihinin mantıksal sonucu mu?

Biz ilkinin, yani AKP’li yöneticilerin ve siyasetçilerin becerisizliklerinin belli bir payı olduğunu yadsımamakla birlikte, ikincisinin asıl neden olduğu ve sadece AKP hükümetlerine mal edilemeyecek kadar Türkiye büyük burjuvazisinin genel yönelişinin bir ifadesi olduğu kanısındayız. Biri daha uzun bir dönem kapsamında devletin orman arazilerine ilişkin politikaları, diğeri ise yakın dönemde devletin ekonomi yönetiminin tercihleri olmak üzere, olgulara dayalı iki örnek üzerinden bu savımızı kanıtlamaya çalışacağız. 

BBC Türkçe’de yayınlanan (06.08.2021) bir habere göre, Türkiye Ormancılar Derneği'nin resmi verilerine dayanarak yapılan bir araştırma Türkiye'de 1980'li yıllardan bu yana 2020 yılı itibarıyla 748 bin hektar ormanın, amacı dışında kullanılmak üzere özel şahıslara, şirketlere ya da kurum ve kuruluşlara tahsis edildiğini ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra orman vasfını yitirdiği gerekçesiyle 620 bin hektar orman alanı, “2B arazi” kapsamında milli orman varlığının dışına çıkarılarak, satışa açık hale getirilmiş. Yine bu araştırmaya göre, orman alanları her yıl artan bir şekilde kara yolları, turizm alanları, golf sahaları, maden ve taş ocakları, enerji santralleri ve katı atık depolama tesisleri gibi orman amacı dışındaki işlevlerle kullanılmak üzere tahsis ediliyormuş. Bu tespitler bize AKP hükümetlerinden çok önce başlayan özelleştirme furyasının ormanlar özelindeki sonuçlarını ve bunların aslında Türkiye burjuvazisinin daha çok kâr elde etme hedefinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Tüm bu yapısal ve uzun vadeli yöneliş karşısında AKP hükümetlerinin sorumluluğu yok mu? Olmaz olur mu? Onlar bu politik yönelişi hem bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin genel çıkarları doğrultusunda hem de kendi “yandaş” sermaye kesimlerini palazlandırmak üzere katmerli şekilde sürdürdüler.

Yine aynı haberde görüşüne başvurulan bir uzman şöyle diyor: “Önceki yıllarda ortalama 8-10 bin hektar orman yanarken, 2020 yılında 21 bin hektar orman yandı. Yani geçen yıl aslında bu sene için alarm vermişti. Tüm bu tabloya bakıldığında iktidarın orman yangınlarına karşı alınan tedbirleri artırması gerekiyordu.” Halbuki AKP hükümeti ne yapmış? 2019 yılında yangınlarla mücadeleye ayrılan bütçe bir önceki yıla göre beş kat azaltılmış. Daha uzun vadeli bakıldığında ise, devletin son 10 yılda Orman Genel Müdürlüğüne ayırdığı bütçe her ne kadar 1,9 milyar TL’den 4,2 milyar TL’ye yükseltilmiş olsa da kurumun toplam bütçe içindeki payı oldukça düşmüş. Niçin? Çünkü AKP’nin yönettiği devlet mevcut kamu kaynaklarını “ekonomiyi desteklemek” adı altında sermayeye aktarıyor da onun için. Sermayeye kaynak aktarımına dair istihdam maliyetlerinin üstlenilmesinden vergi indirimleri ya da aflarına, yatırım teşviklerinden çeşitli desteklere kadar birçok örnek verilebilir. İkinci örneğimiz 2021 yılı İSO 500 ve borsa verilerine dayanıyor. Söz konusu veriler Türkiye kapitalizminin büyük sanayi şirketlerinin kârlarını geçtiğimiz yıl içinde, yani salgın koşullarında bile (!), büyük ölçüde artırmış olduklarını ortaya koyuyor. Bunun altında ağır sömürü koşullarının dayatılmasının yanı sıra iki önemli neden yatıyor: Açılan trilyon liralık düşük faizli krediler ve kredi borçlarının yeniden yapılandırılması. TCMB ve kamu bankalarının izledikleri ölçüsüz kredi genişlemesine dayalı bu politikanın sonucu nedir? Devlet bütçesinde iç borç ve dış borç stokunun artması. Daha açık ifade edelim: Bütçe kaynakları hem yarattıkları zenginlik hem de ödedikleri vergiler bakımından en çok payı hak eden emekçi halktan esirgenmiş ve sanayi ve finans patronlarına aktarılmıştır. Orman yangınları, devletin kamu kaynaklarını öncelikle sermayenin sömürüsü için uygun koşulları yaratmak üzere kullandığını, bu doğrultuda yerli ve yabancı tefecilere iç ve dış borç faizi ödemekten işçiye köylüye bir şey kalmadığını bir kez daha göstermiştir. 

Bu tespitler ışığında vardığımız politik sonuç şudur: Halkın kendi inisiyatifi ile ve dayanışma içinde birtakım çözüm arayışlarına yönelmesi elbette önemlidir; ancak bu dayanışmanın hangi mücadele hedefi temelinde örüleceği daha önemlidir. Doğru olan emekçi halkın toplumsal ihtiyaçların giderilmesinde “kendi başının çaresine bakması” değil, üretim sürecinde kendi yarattığı zenginliğin ve çoğunu ödediği vergilerin ürünü olan kamu kaynaklarının tahsisinde söz sahibi olmasını talep etmektir. Bu ise ancak işçi ve emekçilerin çıkarları açısından kilit işletmelerin işçi denetiminde kamulaştırılması için girişilecek bir mücadelenin doruğunda bu görevi yerine getirebilecek tek güç olan bir işçi emekçi hükümeti kurmakla mümkün olabilir.

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Eylül 2021 tarihli 144. sayısında yayınlanmıştır.