HDP Nereye (2): Syriza ve Çipras ne tür bir alternatif öneriyor?
HDP Nereye (2): Syriza ve Çipras ne tür bir alternatif öneriyor?
Halkların Demokratik Partisi’nin 1 Şubat’ta Ankara’da düzenlediği “Yeni Siyaset Arayışları” toplantısına davet ettiği partiler arasında Yunanistan’dan Syriza da vardı. Yunanistan’da bir dizi sol parti tarafından oluşturulmuş olan bir cephe olan ve son zamanlarda partileşen Syriza (Radikal Sol İttifak) bugün ülkenin ana muhalefeti konumunda ve kamuoyu yoklamalarına göre seçim yapılsa sandıktan birinci parti olarak çıkacak. Dolayısıyla, yapılacak ilk seçimlerde hükümet kuracak bir güce ulaşması hayal değil. O zaman HDP’nin Syriza ile kurmakta olduğu ilişkinin ideolojik boyutun yanı sıra siyasi boyutu da önemli. Aşağıda Yunanistan’daki kardeş partimiz EEK’in önderi Savas Mihail-Matsas’ın Syriza’yı ve önderi Çipras’ı değerlendiren bir yazısına yer veriyoruz.
Dünya kapitalizminin günümüzde yaşamakta olduğu kriz yedinci yılını sürüyor. Bu kriz, yaşlı kıtanın kapitalist temellerde bütünleşmesini amaçlayan Avrupa Birliği (AB) projesini derinden sarsmış bulunuyor. AB’nin hâkim sınıfları, en başta Almanya olmak üzere, emperyalist zincirin kopan halkasını, avroyu ve Yunanistan’a yüksek miktarlarda kredi vermiş olan Alman ve Fransız bankalarını korumak amacıyla, Yunan halkına bitmek bilmeyen barbarca bir kemer sıkma programı dayatıyor. Bu program, Yunan hükümetlerinin imzaladığı Memorandum’ların öngördüğü ve AB, Avrupa Merkez Bankası ve İMF’den oluşan, halkın nefret ettiği “troyka”nın (üçlü) denetimine tâbi olan “sosyal yamyamlık” önlemlerinden başka bir şey içermiyor.
Yunan işçi sınıfının ve yoksullaşan kitlelerin bu sosyal afete karşı direnişi 2010-2012 arasında daha önce görülmemiş boyutlarda bir genelleşmiş halk isyanı niteliğini kazanarak, siyasi iktidar alanında derin ve hâlâ çözüme kavuşmamış olan bir kriz yarattı. 1974’te askeri diktatörlüğün devrilmesinden bu yana iktidarı kendi aralarında sırayla paylaşmış olan iki burjuva partisi Yeni Demokrasi ve PASOK’un oluşturduğu eski siyasi sistem, Mayıs ve Haziran 2012’de üst üste yapılan iki seçimde açıkça ortaya çıktığı gibi, çökmüş bulunuyor. Toplumsal düzeyde yaşanan kutuplaşma ve rejimin içine düştüğü meşruiyet krizi, bu seçimlerde ifadesini, o zamana kadar küçük bir reformist sol odak olan, ama kemer sıkma Memorandum’larını iptal edecek bir “Sol Hükümet” kurmayı vaat eden Syriza’nın ana muhalefet konumuna yükselmesinde buluyordu. Öte yandan, aynı durum, açık bir şekilde Nazi karakter taşıyan “Altın Şafak” adlı bir partinin tehlikeli şekilde güçlenmesine ve ilk kez parlamentoya girmesine yol açıyordu.
Önemli ölçüde zayıflamış olan sağcı Yeni Demokrasi partisi, çok kırılgan birtakım koalisyon hükümetleri kuracaktı: önce Haziran 2012’de PASOK’un yanı sıra (Syriza’dan sağa doğru bir kopuşun ürünü olan) DİMAR ile; sonra Haziran 2013’te kamu mülkiyetindeki ERT adlı radyo-televizyon kurumunun buyurgan biçimde kapatılmasının yarattığı huzursuzluk içinde DİMAR hükümetten çekilince yalnızca PASOK’un kalıntılarıyla. Parlamentodaki iktidar koalisyonu bugün sadece üç sandalyelik bir çoğunluğa sahiptir.
Yeni Demokrasi iktidarı elinde tutmakta gittikçe daha fazla zorlanıyor, ama öte yandan Syriza da, her ne kadar kamuoyu yoklamalarında hep birinci parti çıkıyor olsa da, iktidara yükselmesine olanak verecek bir sosyal-politik çoğunluğa bir türlü ulaşamıyor. Bunun esas nedeni Samaras hükümetinin Syriza’ya ve bir bütün olarak sola yönelik histerik kara propagandası değil; esas neden, Aleksis Çipras yönetimindeki Syriza’nın yalpalamaları ve artan ölçüde muhafazakârlaşması. İktidarın eşiğine gelmiş olan Syriza önderliği, AB’yi, İMF’yi, Yunan kapitalistlerini, kuracağı hükümetin Yunanistan’ın, bırakalım kapitalist toplumsal yapıyı, AB, avro, ya da NATO çerçevesindeki konumuna karşı bile bir tehdit oluşturmayacağı konusunda temin edip duruyor.
Hâkim sınıfları veya küresel finans elitlerini özellikle Çipras’ın Batı Avrupa’ya yaptığı ziyaretler esnasında yatıştırma çabası ne kadar güçlenirse, AB’nin ve İMF’nin despotluğu altında inlemekte olan perişan durumdaki Yunan halkını kazanmak o kadar güçleşecektir. Her ne kadar halkın büyüyen bir bölümü hâlihazırdaki hükümete olan nefretinden Syriza’yı desteklemekte olsa da, onu önümüzdeki seçimde birinci parti haline getirebilecek olsa da, halkın beklentileri gittikçe daha sınırlı bir nitelik kazanmaktadır.
Şurası açıktır ki, bir işsizler ve evsizler ordusunun her gün büyümekte olduğu, sosyal hizmetlerin, sağlığın ve eğitimin harap halde olduğu, Yunan halkının bir yoksulluğun içine itildiği, bir insani kriz halini almış olan ekonomik krizden çıkılmaksızın, ekonominin istikrara kavuşmasından bağımsız olarak sosyal ve politik hayatın durulmasını beklemek mümkün değildir.
Bu toplumsal felaketin nedeni olan faktörlerden köklü bir kopuş yaşanmaksızın bir çıkış yolu bulmak olanaklı değildir. Dış borcun tamamının, Memorandumlarla ve onları uygulamak üzere yapılmış bütün yasalarla birlikte iptali, yani troyka’dan, AB’nin despotizminden, küresel sermaye denen tefeciler sürüsünden kesin bir kopuş olmaksızın; ekonominin yeni, sosyalist temellerde toplumsal ihtiyaçlara hizmet edecek tarzda yeniden düzenlenmesi ve planlanması olmaksızın; bölgemizin ve Avrupa’nın bütün halklarının sosyalist temellerde birleştirilmesi uğruna verilecek bir ortak mücadeleye dönük enternasyonalist bir yöneliş olmaksızın bir çıkış yolu bulunamaz. Syriza’nın benimsediği politika ise bu değildir.
Elbette gözlerini Syriza’ya çevirmiş olan kitlelere duyarlı biçimde yaklaşmalı, onlarla diyalog içinde olmalı ve birlikte mücadele etmeli, Stalinist KKE’nin (Yunanistan Komünist Partisi) sergilediği sekterce düşmanlıktan vebadan kaçar gibi uzak durmalıyız. Ama hakikat her zaman somut ve devrimcidir. Sol adına konuşmakla birlikte müflis durumdaki sistemden kopmaya hazır olmayan bir hükümet konusunda yanılsamalar devam ederse, Şili tipi bir trajedi dahi yaşanabilir.
Gerek uluslararası sol, gerekse Avrupa solu, kapitalizmden ve AB’den kopuş için gerekli olan programdan, perspektiften ve iradeden yoksun olduğu için, çözümü olmayan bir krizin içinde debelenmekte, her türden sağcı popülizmin içinde yükselebileceği bir boşluk yaratmaktadır. Bu solun ve Tarık Ali’den Slovoj Zizek’e ve Tony Negri’ye aydınlarının Syriza’nın göz kamaştırıcı yükselişini fetişleştirmesi rastlantı değildir. Ne de Avrupa Sol Partisi’nin emperyalizmin bürokratik bir kurumu olan Avrupa Komisyonu’nun başkanlığına Aleksis Çipras’ı aday göstermesi bir rastlantıdır.
Çipras’ın kendisinin New Europe dergisinde yayınlanan bir yazısında söyledikleri, bu adaylığın siyasi programının son derecede kısıtlı ve ılımlı bir reformizm olduğu konusunda hiçbir kuşku bırakmıyor. Çipras “Avrupa Birliği’nin yüzünü demokratik ve ilerici bir yöne çevirmesi”ni, miyadını doldurmuş bir yeni-Keynesçi “genişlemeci” politikayı, “sadece bankalar için değil devletler için de nihai kredi mercii rolünü üstlenecek gerçek bir Avrupa Merkez Bankası”nı, “offshore” faaliyetleri yapan spekülatif sermayenin vergilendirilmesini (kamulaştırılmasını değil) vb. savunuyor. Uluslararası politik, sosyal ve ekonomik bağlamın bütünüyle değişmiş olduğuna hiç dikkat etmeksizin, tamamıyla tarih dışı, hatta tarih karşıtı bir tavırla, 1930’lu yıllarda Büyük Depresyon sırasında ABD’de kabul edilen Glass-Steagall Yasası’nın Avrupa çapında kabulünü ya da “Almanya’nın borcu içim 1953’te düzenlenen Londra Konferansı’na benzer bir Avrupa Borç Konferansı”nı öneriyor.
Günümüzde Angela Merkel’in AB’sinde bu tür bir “realpolitik”, gerici bir Ütopya olmaktan öteye gidemez. Bunun tersine, işçilerin, yoksullaşmış kitlelerin, göçmen topluluklarının, bütün ezilen azınlıkların, toplumsal bakımdan dışlanmış olanların kapitalizmin iflasından ve emperyalist barbarlıktan koparak enternasyonalist bir sosyalizmi kurmak yolunda verdikleri mücadelenin yarattığı somut Ütopya, bugün Umut İlkesi’nin kesiksiz biçimde devamını oluşturur.