Ekonomik kriz: Kusursuz fırtınaya doğru
Devrimci İşçi Partisi Genel Başkanı Sungur Savran'ın, BirGün gazetesinin Pazar ilavesinde, 17 Mart 2019 tarihinde yayınlanan yazısını Gerçek gazetesi okurlarıyla da paylaşıyoruz.
Ekonomik kriz: Kusursuz fırtınaya doğru
Gerçeğin saati çaldı. Teğet geçecek denen kriz, devletin resmi kurumu TÜİK’in açıkladığı rakamlarla tescil olmuş oldu. Teknik anlamda resesyon (daralma) var mı yok mu diye oyalanmanın âlemi yok. Marksist anlamda Türkiye’nin finans krizi bir ekonomik krize dönüşmüştür. Bununla ne demek istiyoruz?
Geçtiğimiz yılın ortasından itibaren Türkiye, doların yükselmesi adı altında Türk lirasının baş aşağı düşüşü ile çalkalandı. Merkez Bankası bir süre direndi, sonunda dünyanın en yüksek faiz oranlarından birine (% 24) geçti. Ama bu sefer şirketler ve tüketiciler yanmaya başladı: Yüksek faiz, kredi yeniden yapılandırması, konkordato, iflas ve işyeri kundaklama biçimleri altında şirketleri çöküşün eşiğine getirdi. Bu kriz finansaldı. Şimdi kriz üretim, tüketim, yatırım alanlarında bütün haşmetiyle ortaya çıkmış bulunuyor! Reel ekonomideki bu kriz ise ekonomik krizdir.
Sanayiye ve gayri safi sabit sermayeye bakılacak!
Eğer burjuva iktisadının krizlere kaza gibi bakan mantığına hapsolmayacaksanız, krizi Marksist ekonomi politik eleştirisinin kavram ve kategorileriyle anlamaya çalışmanız gerekir. Büyüme, ekonominin servet yanına, yani üretilen malların toplam miktarına ait bir kategoridir. Büyüme hormonlu olabilir. Mesela 31 Mart’a kadar krizin azmasını istemeyen bir iktidar kamu harcamalarını, vergi ve teşvik politikasını (KDV muafiyeti, sözde istihdam programı), kamu bankalarının kredi olanaklarını vb. kullanarak krizi bir ölçüde frenleyebilir. Müdahale olmasaydı diyelim % 6 ya da 7 küçülecek olan ekonomi, hormonların etkisiyle sadece % 3 küçülmüş olabilir.
Asıl eğilimi anlamak için ekonominin en kırılgan, en oynak sektörüne bakacaksınız: sanayiye, özel olarak da imalat sanayisine. Burada gerileme çok daha derin. 2018’in son üç aylık döneminde büyüme rakamı % 3 küçülme gösteriyor ya, sanayi üretimi % 6,4, imalat sanayisi ise % 7,4 küçülmüş durumda. Asıl ölçü burada. Çünkü tarım ve hizmetler kapitalist kriz söz konusu olduğunda bağımlı değişkendir. Bu sektörler az oynaktır. İmalat sanayisi ise kapitalist ekonominin kalbidir. Son beş yılda ekonomik büyüme esas olarak imalat sanayisine paralel gelişmiştir. Şimdi öyle olmamasına hayret etmek, oy sandıklarından sonra istatistik ölçümlerine de kedi girip girmediğini sormak gerekir (bkz. Alaattin Aktaş, “Küçülme Nasıl Yüzde 3’te Kaldı?”, Dünya, 12 Mart 2019).
İmalat sanayisi ekonominin kalbidir. Bu kalbin sağlığını ise sermaye birikimi belirler. Sermaye ne kadar hızlı birikiyorsa, kapitalist ekonominin geleceği o kadar parlaktır, ne kadar yavaşlıyor ya da geriliyorsa gelecek o kadar sorunludur. Sermaye birikiminin en iyi yaklaşık göstergesi ise istatistiklerde “gayri safi sabit sermaye oluşumu” diye geçer. Birçok kaynakta bu “yatırımlar” olarak aktarılır. 2018’in son üç ayında bu kalemin düşüşü yuvarlak hesap % 13’tür! Ama mesele bununla da sınırlı değil. Sermaye birikimi, kapitalizmde esas olarak makine satın alarak yapılır. Yukarıdaki “yatırımlar” kaleminden diğer unsurları çıkartıp sadece “makine ve teçhizat” alt kalemine bakacak olursak, düşüşün iki katına çıktığını, yuvarlak rakam % 26 düzeyinde olduğunu göreceğiz. Yani sermaye birikmek bir yana erimektedir! Türkiye kapitalizminin krizi, iste böylesine derin bir krizdir.
Bir de hanehalkı tüketimine…
TÜİK’in krizin fotoğrafını çeken rakamları açıklanır açıklanmaz kimi solcular “teknik olarak resesyon var mı yok mu?” diye derin bir tartışmaya girişedursunlar, dostumuz E. Ahmet Tonak hemen meselenin işçi sınıfı ve emekçiler açısından en hassas yanına işaret etti (bkz. “Resesyona Girdik mi, Girmedik mi?”, sendika.org ya da gercekgazetesi.net siteleri). Hanehalkı tüketimi yuvarlak rakam % 9 oranında azalmıştı! Esas tüketim kaybının işçi ve yoksul emekçi ailelerinde ortaya çıkacağı açıktır Bu ailelerin tüketimi en az % 10-15 arasında bir tempoda daralmaktadır. Asgari ücretin zaten açlık sınırının altında olduğu bir ülkede bunun, birkaç yıl sürdüğü takdirde, mesela küçük çocukların kemik yapısında ne tür etkiler bırakabileceğini biz değil ama hekim yoldaşlarımız kolayca anlatır.
Bu işin burada bitmesi zor. Daha en azından bir raund daha var. Şimdi finansal krizden ekonomik krize geçtik ya, ekonomik kriz de bir daha finansal kriz yaratacak. Bakın son üç ay döneminde en hızlı küçülen sektör ne inşaat, ne sanayi. Finans sektörü % 16 daraldı. Şirketler battıkça bankaların bilançosu bozulacak ve finansal kriz çok daha sert biçimler altında geri gelecek muhtemelen.
“Bi şeycikler yok, yakında geçer” ekolü
Burjuva iktisatçıları “kriz” kavramını hiçbir biçimde teorilerinin parçası haline getirmez, hep bir kaza olmuş gibi davranırlar ama kriz başladı mı, artık her nedense, ne kadar derin olacağını, ne kadar uzun süreceğini de en iyi onlar bilirler! 2008’de emperyalist ülkelerde finans sistemi çöküşe geçtiğinde, bunlarla çeşitli panellerde tartışmış, bir Üçüncü Büyük Depresyon döneminin açılmış olduğunu, artık önümüzde aynen 1930’lu yıllarda bir önceki Büyük Depresyon’da olduğu gibi, faşizmin yükselişi ve Üçüncü Dünya Savaşı gibi devasa tehlikelerin yattığını söylemiştik. Onlar ise borsalarda ve finans sisteminde “geçici bir düzeltme”den söz ediyorlardı!
Şimdi de en başta Hazine ve Maliye Bakanı olmak üzere, düzenin bütün sözcüleri artık en kötüsünü yaşamakta olduğumuzu, bundan sonra durumun iyileşeceğini söyleyip duruyorlar. Üç beş “öncü gösterge” üzerine incir çekirdeğini doldurmaz kanıtlar göstererek. Amaç, işçi sınıfını ve emekçi halkı uyuşturmak, rehavete sürüklemek, kriz çözüme kavuşturulsa bile bunun nasıl olacağını gözlerden saklamak.
Şu ana kadar hep ekonomi konuştuk, şimdi çıplak biçimde politika konuşacağız. Çünkü büyük krizlerden çıkış, salt ekonomik süreçlerle değil, daha da çok sendikal ve politik alanda sınıf mücadelesiyle olur. Yani kriz konuşan, geleceği öngörmek istiyorsa, politika da konuşmak zorundadır. “Tüketici güven endeksi % 0,1 yukarı döndü” türü gelecek öngörüsü, medyada top çevirmekte işe yarayabilir, onun dışında boşboğazlıktır.
1 nisan şakasına hazırlık gerekir
Türkiye kapitalizminin krizinin ne kadar derin olduğunu gördük. Bu tür bir krizden çıkmanın yolu kapitalistler açısından işçi sınıfına, yoksullara ve ekonominin kamusal kesimine karşı bir taarruz başlatmaktır. Şu ana kadar sermaye birikimi o kadar daralırken işçi çıkarmalarının çok sınırlı kalması, 31 Mart seçimlerinin yüzü suyunadır. 1 Nisan’da Türkiye’nin işçisi ve emekçisi, bu dönemde kaynak açlığı içinde hiçbir hizmeti doğru dürüst yapamayacak olan yerel yönetimleri “kim kazandı?” diye düşüneceğine, “kapitalistlerin ve hükümetin saldırısı hangi yönden gelecek?” ve “biz ne yapmalıyız?” sorularına kafa yorsa çok daha iyi eder. Sadece muhalefetin ekonomik krize ilişkin politikasının iktidarınkinden farkı olmadığı için değil. Kim olursa olsun, çok büyük bir sınıf mücadelesi yaşanacağı için. İşçi sınıfı kendi mücadelesini örgütlemekte ve yükseltmekte eksik kalırsa, kapitalistler, devleti de yanlarına alarak ağır bir sınıf mücadelesine girişeceği için sınıf mücadelesi gene olacaktır, ama tek kale halinde.
Yaygın işçi çıkartmalara karşı nasıl mücadele edileceğinden Tank Paleti fabrikasının yandaşa ve Katar’a peşkeş çekilmesine karşı nasıl tutum alınacağına, Emeklilikte Yaşa Takılanlar’ın hakkının nasıl elde edileceğinden çiftçinin adım adım yoksullaşmasına nasıl karşı durulacağına, en önemlisi bütün işçi sınıfını birbirine bağlayan halka olarak kıdem tazminatının paramparça edilmesinin nasıl engelleneceğine kadar sayısız sorunun çözümü için anahtar, mücadele etmeye en ufak bir isteği olan bütün işçilerin bütün sendikalarını bir Birleşik İşçi Cephesi’nde toplamaktır. İster işçi ister kamu emekçisi, herkes sendikasına “ne duruyorsun” diye haykırmalıdır!
Dünyada kriz var ama mücadele de var. Nerede IMF önlemleri alınsa veya “yerli ve milli” bir kemer sıkma paketi açılsa, Sudan’dan Haiti’ye, Zimbabve’den Macaristan’a, Ürdün’den Fransa’ya halk ayağa kalkıyor. Bu halk isyanları şimdilerde yeniden devrimlere dönüşmeye başladı. Önde giden iki ülke ise Sudan ve Cezayir, komşumuz. Diyeceksiniz ki bize uzak bu ülkeler. Öyle değil. Bu ülkeler kilometre sayısıyla uzak olabilir, ama tarihi ve kültürel ölçülerle komşumuz.
Dünyada kriz var ama mücadele de var. Nerede IMF önlemleri alınsa veya “yerli ve milli” bir kemer sıkma paketi açılsa, Sudan’dan Haiti’ye, Zimbabve’den Macaristan’a, Ürdün’den Fransa’ya halk ayağa kalkıyor. Bu halk isyanları şimdilerde yeniden devrimlere dönüşmeye başladı. Önde giden iki ülke ise Sudan ve Cezayir, komşumuz. Diyeceksiniz ki bize uzak bu ülkeler. Öyle değil. Bu ülkeler kilometre sayısıyla uzak olabilir, ama tarihi ve kültürel ölçülerle komşumuz.
Dünyada devrim yeniden yükseliyor, hem de bizim komşularımızda!
Üçüncü Büyük Depresyon devam ediyor. Üstelik sistem bir çıkmaz içinde bunalmış durumda. Devlet, şayet para politikasını gevşetir, 2008-2013 arasında bütün büyük merkez bankalarının yaptığı gibi faiz oranlarını sıfıra, hatta eksiye indirir, karşılıksız para basar, kamu harcamalarını arttırıp ekonomiyi mahmuzlarsa ekonomi bataklıktan çıkar gibi oluyor, ama aynen 2007-2008’de olduğu gibi finansal değerlerin aşırı şişkin balonunun patlama riski artıyor. Balon patlamasın diye Amerikan merkez bankası Fed’in 2013-2018 arası yaptığı gibi karşılıksız para basımını durdurur, giderek faiz oranlarını yükseltirse bu sefer yatırım, tüketim, sermaye birikimi ve büyüme, boğulma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bugün sistemin en güçlü aktörü olan Fed şaşkın. Faizi yükseltmeyi durdurdu. Çünkü aylardır dünya ekonomisinin yavaşlamasına ilişkin veriler geliyor. Bu yetmiyormuş gibi, dünya ekonomisini son on yılda çukura düşmekten kurtaran faktörlerden biri olarak Çin’in canlılığı da yavaş yavaş buharlaşıyor. Fed dediğimiz gibi faizi bu yüzden yükseltemiyor. Ama balondan korktuğu için düşüremiyor da. Dondu kaldı öylesine.
Şayet, son günlerde “Zenginler Kulübü” diye anılan OECD’nin raporundan derecelendirme kuruluşu Fitch’in analizine kadar birçok kapitalist kurumdan gelen dünya çapında durgunluk uyarıları, Trump’ın başlattığı ticaret savaşlarıyla, Brexit’in çelişkileriyle, Mayıs sonundaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ön-faşist (o içi boş terimle “popülist”) partilerin zaferinin yaratacağı kargaşa ile, Latin Amerika’da Venezuela’da her an yaşanabilecek bir patlamayla ve benzerleriyle birleşir de dünya ekonomisi yine ağır bir durgunluğa girerse, Türkiye ekonomisi yandı! Son üç ay istatistiklerinde tek anlamlı büyüme ihracatta (% 10,6). O da gerilerse, durum ne olur hayal etmesi zor. Bizim için bu, tam bir “kusursuz fırtına” olur!
Dünyada kriz var ama mücadele de var. Nerede IMF önlemleri alınsa veya “yerli ve milli” bir kemer sıkma paketi açılsa, Sudan’dan Haiti’ye, Zimbabve’den Macaristan’a, Ürdün’den Fransa’ya halk ayağa kalkıyor. Bu halk isyanları şimdilerde yeniden devrimlere dönüşmeye başladı. Önde giden iki ülke ise Sudan ve Cezayir, komşumuz. Diyeceksiniz ki bize uzak bu ülkeler. Öyle değil. Bu ülkeler kilometre sayısıyla uzak olabilir, ama tarihi ve kültürel ölçülerle komşumuz. Arap devrimi yeniden ayağa kalkıyor. Bunun er geç Ortadoğu’da etkisi olacaktır. Arap devrimi geçen defa 2011-2013 arası şaha kalkmıştı. 2013’te Tahrir Taksim’e geldi. Bugün İran, Irak, Ürdün, Sudan, Cezayir ayağa kalkar da Türkiye işçi sınıfı neden mücadele etmesin? Karamsarlığa yer yok. Ya mücadele edeceğiz, ya çocuklarımız daha yaşken bükülecek.