1914-2014 (1): Cihan Harbi cinayeti, 4 Ağustos ihaneti

Bugün dünyanın en uygar, en demokrat, en hoşgörülü insanları olarak dolaşıyorlar ortalıkta. Komünizmin devrim fikrinin kana şiddete, ölümlere sefalete yol açtığını söylüyorlar. Oysa kendi hareketleri 20. yüzyılda dünyayı iki kez mezbahaya çeviren savaşların çocuğu. Doğum günü, 4 Ağustos 1914. Sosyal Demokrasi 100 yaşında. Savaşa, kana, şiddete, ölüme onay vererek doğdu 100 yıl önce bugün Sosyal Demokrasi. 28 Haziran 1914 günü Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nu yöneten Hapsburg hanedanının veliahdı Arşidük Ferdinand ve eşi, Sırp milliyetçisi Gavril Prinkipo tarafından düzenlenen bir suikastte öldürüldü. 28 Temmuz’da Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş açtı. 1 Ağustos’ta Rusya Avusturya’ya, 3 Ağustos’ta Almanya Fransa’ya, 5 Ağustos’ta Britanya Almanya’ya savaş açtı. O zamanki adıyla Cihan Harbi veya Harbi Umumi, bugünkü adıyla Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. 4 Ağustos günü uluslararası sosyalist hareketin en güçlü partisi olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), mecliste savaş bütçesini onayladı. Avrupa’nın diğer Sosyal Demokrat partileri de onun yolunu izlediler. Böylece, bütün ülkelerin işçilerinin kardeşliği ve birliği üzerine yükselen Marksizm terk ediliyordu. Yerini “çağdaş, hoşgörülü, demokrat” Sosyal Demokrasi alıyordu.

Sosyal Demokrasi’nin bebekliği 1914-1918 arasında 10 ila 20 milyon insanı öldürerek, 5 milyon insanın “kaybolmasına” yol açarak, 34 milyon insanı yaralayarak, 7 milyon insanı hayat boyu sakat bırakarak geçti. Gençliğinde, İkinci Dünya Savaşı olarak anılan mezbahada en az 60 milyon insanın ölümünde rol üstlendi. Sonra akıllandı. Yetişkin yaşa gelince “biz neden birbirimizi öldürüyoruz?” diye sordu ve savaşları ezilen ulus ve ülkelerin coğrafyasına taşıdı. Milyonlar ve on milyonlar kapitalizm tarafından katledilirken seyretti, alkışladı, yönetti. Sosyal Demokrasi, sen emperyalizmin ve onun 20. yüzyıl savaşlarının çocuğusun. 100 yaşın kutlu olmasın!

Cihan Harbi kimin harbi?

Bugünlerde burjuvazinin bütün basın yayın organlarında Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü vesilesiyle sayısız yazı ve haber okuyacağız. Bu savaşın ve onun devamı olarak düşünülmesi gereken İkinci Dünya Savaşı’nın ne kadar büyük felâketlere, ne çok ölüme, sakatlanmaya, yaralanmaya, halklar arasında ne derin kine, bugün bile hâlâ sonuçları yaşanmakta olan ne çok adaletsizliğe vb. yol açtığını okuyacağız. 20. yüzyılın ilk yarısını tam bir kan denizine çeviren bu iki savaşın yol açtığı felâketlerin yeniden yaşanmaması için derslerinin çıkarılması gerektiğini okuyacağız. En küçük çocuğumuzdan en yaşlımıza hepimiz bu yazıları yazanlara soralım: bu felâketlerin yaşanmasının nedeni ne ise onu söyleyin, o nedeni ortadan kaldıralım ki tekrarlanmasın bu kâbuslar.

Açın okuyun. Sadece ölümler ve kayıplar düzeyinde 100 milyona yakın cana mal olan bu savaşların nedeni neydi, bakalım cevap alacak mısınız? Çokbilmişleri okullarda öğrendiklerimizi eleştirir: olur mu efendim, neymiş Gavril Prinkipo Arşidük Ferdinand’ı öldürdüğü için savaş çıkmış. Savaş uzun zamandır hazırlanıyordu. “Peki, ne hazırlıyordu savaşı?” diye soralım. Devlet-i Muazzama (o dönemin diliyle Süper Güçler) güç peşindeydi, birbiriyle rekabet içindeydi, her ülke silahlanıyordu, milliyetçilik her yerde yükseliyordu. Peki, neden silahlanıyorlardı, neden milliyetçilik yükseliyordu? Tısss. Büyük tarihçilerimiz bu küçük soruya nedense cevap veremiyorlar! O kadar ki bazıları sorunun üstünü örtmek için mesela bu savaşların “Sanayi Devrimi”nin veya “Batı’nın yükselişi”nin veya modern silah teknolojilerinin ürünü olduğunu bile söyleyebilecek kadar ileri gidiyor. Ne ders çıkaracağız? Sanayi Devrimi kötüdür dersini mi? Batı değil de Doğu yükselirse savaşlar biter dersini mi? Milliyetçilik kötüdür dersini mi? Doğrudur, milliyetçilik kötüdür? Peki, milliyetçiliği nasıl durduralım? Bizi bir aydınlatın lütfen.

Bütün bu gevelemelerin ardında adı verilmeyen bir katil vardır: Emperyalizm! Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ardında barış zamanında ekonomi ve siyasetle yürütülen bir rekabetin silahla ve şiddetle yürütülmesi vardır. Bu rekabet modern emperyalizmin yarattığı rekabettir. Kapitalizm 19. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık tekil ulusların sınırlarını bütünüyle zorlayan üretici güçlere sahip hale gelmiştir. Tanktan, savaş uçağından, güçlü toplardan öte, sınırları tren, telefon-telgraf, elektrik ve onun mümkün kıldığı sayısız araç ve seri üretim yapan dev makine sistemleri zorlamaktadır. Sermaye bir üretim ilişkisi olarak dünyaya yayılmak için kabından taşmaktadır. Bunun içindir ki, tekeller oluşur, bankalar dev ahtapotlar gibi kollarını uzatır, sermayenin devresi devri âleme çıkar. Ama her ülkenin sermayesi hammadde kaynaklarıyla, pazarlarıyla, ucuz işgücüyle bütün dünyayı ele geçirmeye çalışırken diğer gelişmiş ülkelerin büyük tekelci sermayesiyle rekabete girer. Bu da devletleri harekete geçirir. Dünyanın paylaşımı, Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önce, 19. yüzyılın son üçte birinde Afrika’nın yağmalanmasıyla, Asya’nın devlerinin (Osmanlı, İran, Çin) köleleştirilmesiyle başlamıştır ve sürmektedir. Cihan Harbi, bu siyasetin silaha sarılmasından başka bir şey değildir!

Savaşları, o büyük felâketleri, o korkunç kâbusları yeryüzünden silmenin yolu emperyalizmi ortadan kaldırmaktır. Emperyalizm ise Lenin’in 1916’da yayınlanan Emperyalizm başlıklı kitabının alt başlığında söylendiği gibi “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”dır. Öyleyse, demek ki kapitalizmle savaşmadan savaşla savaşmak bir hayaldir. Savaşlar bir süre boyunca durdurulabilir elbette. Emperyalist kapitalizmin savaş çıkartma eğilimi bir süre için ertelenebilir. Savaşlar sistemin kalbinden çeperine doğru kaydırılabilir bir süre için. Ama eninde sonunda emperyalist bir kapitalizm bütün dünyayı ateşe atacak dinamikleri kaçınılmaz olarak yaratır.

Saraybosna’dan Bağdat’a ve Gazze’ye

Sözünü ettiğimiz bütün burjuva yazarları, akademisyeninden popüler gazetecisine, aslında kapitalizmin “ehlileşmesi”nin ve “demokrat”laşmasının savaş tehlikesini ortadan kaldırdığını düşünüyorlar, ama söyleyemiyorlar. Bir zamanlar olmuş olabilir, ama artık olmayacaktır böyle savaşlar.

Tarih ironilerle dolu. Kapitalizm ehlileşmişse sosyalizm sayesinde olmuştur. 1917 Ekim devriminin insanlığın gündemine getirdiği sosyalizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte birini kapitalizmden kopartarak onun açısından büyük bir tehdit oluşturmasaydı muhtemeldir ki Üçüncü Dünya Savaşı çoktan yaşanmış olacaktı. Kapitalizm o dönemde sayısız savaş çıkarttı. Kore (1950-53), Cezayir (1954-1962), Vietnam (1945-1975) savaşları gibi çıplak biçimde emperyalist çıkarların savunulduğu savaşlarda doruğuna çıkan ve toplam olarak bakıldığında zamana yayılmış biçimde on milyonların hayatına mal olan bu savaşlar emperyalizmin sözde “barışçıl” döneminde savaşın çepere kaymış olduğunu gösterir sadece. Ama sistemin sinir merkezlerinde bir sükûnet dönemi yaşandıysa, bu, Sovyetler Birliği (SSCB), Çin ve öteki işçi devletleri karşısında emperyalist ülkelerin (o dönemde ABD, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya) dayanışma içine girmelerinin zorunluluğudur.

Bürokratik yozlaşmadan muzdarip olan bu işçi devletleri kendi iç çelişkilerinin itişiyle çöktüğünde (SSCB ve Doğu Avrupa) ya da içten içe çözüldüğünde (Çin ve Vietnam) emperyalist burjuvazinin bütün demokratik sözcüleri, “komünizm”in insanlığa ne çok acılar vermiş olduğunu anlattılar bir güzel. SSCB’de şu kadar milyon ölmüştü, Çin’de bu kadar baskıdan ve açlıktan vb. vb. Amaç, geldiğini sandıkları “tarihin sonu”nun bir daha geri gitmemesini garanti altına almaktı. İroni şudur ki, onların “komünizm” olarak andığı işçi devletlerinin tarihin terazisinde bir ağırlık taşımadığı 20. yüzyılın ilk yarısında daha sömürgelere karşı verilen vahşi yerel savaşların sonuçları hiç göze alınmadan bile iki dünya savaşında 100 milyon insan ölmüş veya “kaybolmuş”tu! Yüzyılın ikinci yarısında hiçbir katliamın bu düzeyi bulması söz konusu olamaz. “Komünizm” hakkında “Kara Kitap”lar yayınlayanlar, Stalin ve hempalarının ölümüne yol açtığı insanların sayısının kapitalist Almanya’nın lideri Hitler’in ordularının Sovyet topraklarından çekildikten sonra geride bıraktığı 20 milyon ölü sayısının yanında gölgede kalacağını bilmezler mi?

Emperyalizmin savaş dinamiklerinin geri plana düşmesinde işçi devletlerinin oluşturduğu tehdidin esas faktör olduğu, bu işçi devletlerinin çöküşü ile kapitalizmin yeniden savaş alanlarına dönmesi ile doğrulanıyor. Somali’den Mali’ye emperyalist orduların giriştiği sayısız ikincil savaşı bir kenara bırakarak sadece merkezi önem taşıyan savaşları göz önüne alsak bile 1991 Körfez Savaşı, 1995 Bosna ve 1999 Kosova savaşları, 2001 Afganistan ve 2003 Irak savaşları, 2011 Libya’nın bombalanması, bunlara paralel olarak İsrail’in Lübnan ve Gazze’ye dönemsel olarak tekrarlanan saldırıları, bize savaşın çirkin başını, kapitalizmin merkezi bir siyaseti olarak yeniden kaldırmış olduğunu düşündürmeli. Bu savaşları, diyelim Cezayir veya Vietnam savaşlarından ayıran, yerel veya bölgesel kontrol için değil (Çin’e ve Rusya’ya karşı) dünya hâkimiyeti mücadelesi uğruna düzenlenmiş olduklarıdır.

Etrafınıza bakın: Ukrayna’dan Irak’a, oradan Gazze’ye emperyalizmin ve Siyonizmin yarattığı hâkimiyet mücadelesi dinamikleri meyvelerini veriyor. Dünya kapitalizminin kriz eğilimlerinin doğurduğu Üçüncü Büyük Depresyon ortamı da bu ateşi derinden derine besliyor. Hangi “ehlileşmiş” kapitalizm, hangi kalıcı barış?

İşçiler, ezilenler ve gençlik, 1914’ün bu yıldönümünde 20. yüzyılın savaşlarını gelecek hakkında gerçek dersler çıkarmak amacıyla önemsemelidir.

Sosyal Demokrasi’nin ihanetinin katkısı

Bütün bu tabloda Sosyal Demokrasi’nin yeri nedir diye kafasında kuşkular doğacaklar olabilir. “Sosyal Demokrasi, Cihan Harbi’ni desteklemeseydi bir şey değişmezdi, sorumluluğu sınırlıdır” diyecek olanlar olursa, onlar kapitalizmin ebedi olduğuna ya da en azından 20. yüzyıl başında sarsılamaz olduğuna iman ediyorlar demektir. Çünkü şayet Sosyal Demokrasi, işçi sınıfının o güne kadar belirlemiş olduğu politikaya ihanet etmeseydi, kapitalizm kendi yarattığı savaş mezbahasının en büyük kurbanı haline gelebilirdi. Böylece, savaşların şimdiki temelleri ortadan kaldırılabilirdi.

İşçi hareketi, başından itibaren, önce ilk geliştiği toprak olan Avrupa’da, sonra oradan sıçradığı yerlerde, örneğin Kuzey Amerika’da, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda 1914’e kadar hep enternasyonalist olmuştu. Yani ulusların ve ulusal bölünmelerin aşılması ve bütün insanlığın kucaklaşması işçi hareketinin ana hedeflerinden biri idi. Bunun burjuvazinin hâkimiyetinde yapılamayacağı biliniyor, bütün dünyanın işçilerinin ve onları peşi sıra halklarının birleşmesi için işçi sınıfı iktidarı kurulması gerektiği vurgulanıyordu. Yani savunulan proleter enternasyonalizmi idi. Marx’ın yöneticisi olduğu I. Enternasyonal de (1864-1876), Engels’in kuruluşunda rol oynadığı II. Enternasyonal de (1889-1914) hep Komünist Manifesto’nun son satırındaki çağrıya (“Bütün ülkelerin işçileri, birleşin”!) uygun davranmışlardı. Tersine tutum alan azınlıklar yok değildi, ama hâkim çizgi hep bu olmuştu.

Cihan Harbi mavi gökte çakan bir şimşek değildi. Sosyalistler bir Avrupa savaşının yaklaşmakta olduğunu biliyorlardı. SPD’nin ve 20. yüzyıl başının bütün öteki sosyalist partilerinin bağrında örgütlendiği II. Enternasyonal’in özellikle Basel (1907) ve Stutgart (1912) Kongrelerinde alınan kararlar, biraz da devrimci Marksistlerin, yani en başta Rosa Luxemburg ve Lenin’in bastırmasıyla, yaklaşan savaş konusunda çok berrak bir tutum takınıyordu. Bir kere, sosyalistler savaşa bütünüyle karşı idiler. Hiçbir şekilde savaş desteklenmeyecekti. İkincisi, proletarya kendi gücüne güveniyordu: Savaşa karşı Avrupa çapında genel grev yöntemine de başvurarak direnecekti. Nihayet, devrimci Marksistlerin bastırması esas etkisini burada gösteriyordu, sosyalist hareket, yani II. Enternasyonal’in örgütleri, yani ötekilerle birlikte SPD, savaşı kapitalizmin sonunu getirmek için kullanacak, işçi sınıfının iktidarı için bir fırsat olarak değerlendirecekti.

Kararlar bu kadar berraktı! SPD ve öteki sosyalist partiler bu kararları açık biçimde çiğnediler. Ağabey parti SPD’de 100’e yakın milletvekilinden sadece 14’ü 3 Ağustos’ta yapılan parlamento grubu toplantısında Alman emperyalist tekellerinin, imparator II. Wilhelm’in ve Prusya militarizminin talep ettiği savaş bütçesinin onaylanmasına karşı çıktı. Ama 4 Ağustos’ta ezici çoğunluk “tıpış tıpış” elini Alman emperyalizmi lehine kaldırdı! Sadece Rosa Luxemburg’un barikat arkadaşı Karl Liebknecht, hem de tek başına, bir aşamada savaş bütçesinin aleyhine oy kullanan tek parlamento üyesi oldu! Biz o yüzden, Almanya’nın öncü işçileriyle birlikte, enternasyonalizmin şerefini kurtaran ve insanlığın geleceğinin esas tohumlarını atan bu iki büyük devrimciye Luxemburg ve Liebknecht’e, Lenin ile birlikte Üç L diyoruz, onları önderlerimiz arasına yerleştiriyoruz.

Partiler arasında ise Sırp partisi, İtalyan partisinin bir kanadı, İsviçre’de bazı çevreler dışında ve tabii Luxemburg-Liebknecht örneğinde görüldüğü gibi bütün partilerde ufacık muhalefetler dışında bütün parti aygıtları kararları çiğnedi, kendi burjuvazisine destek oldu, yeniden paylaşım mücadelesinin özneleri haline geldi, işçileri mezbahaya sürükledi, enternasyonalizme ihanet etti! Bunlara Rosa Luxemburg şöyle hitap etmiştir: “O zaman Komünist Manifesto’nun son satırını değiştirelim, şöyle diyelim: ‘Bütün ülkelerin işçileri barış zamanında birleşin, savaş zamanında birbirinizi boğazlayın!’”

Bir tek Lenin’in partisi, Bolşevik parti, Basel ve Stutgart Kongrelerinin kararlarını uyguladı. Emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek, her şeyden önce kendi burjuva devletinin yenilgisi için çaba göstermek (yani devrimci bozgunculuk) çizgisini izledi,

Sosyal Demokrasi’nin ihaneti 20. yüzyıla kanlı bir miras bıraktı. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın içinde bu ihanet olmasaydı Avrupa çapında kapitalizm yıkılabilir, savaşlara son verilebilirdi. Kanıt mı? Birinci Dünya Savaşı’nın bütün önemli sonuçlarından söz eden burjuva tarihçileri bir sonuç konusunda bütünüyle sessiz kalır: Sosyalist devrim!

1917’de bütün Rusya ayağa kalktı, Çar’ı devirmekle kalmadı, tarihin ilk uzun soluklu işçi iktidarını kurdu. Macaristan, Finlandiya, Bavyera, hatta bir ölçüde İtalya ve Britanya bu devrim dalgasına eşlik etti. Ama asıl büyük koz Almanya idi: 20. yüzyıl başı dünyasının ABD ile birlikte en büyük sanayi gücü, Avrupa kültürünün en ileri temsilcilerinden biri olan Almanya’da Kasım 1918’de Rusya’daki Sovyetler iktidarına neredeyse tıpatıp benzeyen bir devrim yaşandı.

Burjuvazisinin yanına geçmiş olan Alman Sosyal Demokrasisi iki kanadıyla hükümet olduğu halde iktidarı altın tepsi içinde burjuvaziye iade etti. Arada Ocak 1919’da devrimin zaferi ve proletaryanın iktidarı için mücadele etmekte olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i de katletmeyi ihmal etmeden. Ve Alman kapitalizmini kurtardı.

20. yüzyılın geri kalan tarihi uzun. İkinci Dünya Savaşı’na giden 20 yılın tarihi bile çok uzun. Ama bir “ayrıntı”yı hepimiz biliyoruz. Avrupa’yı tarihin görmediği bir barbarlık derecesine ulaşan yeni bir savaşa sürükleyecek olan, Sosyal Demokrasi’nin yıkılmaktan kurtardığı bu Alman kapitalizminin ve emperyalizminin başına düşmüş olan bir faşist diktatördü: Hitler! Tarih pek az zaman nedenselliklerini insanlığa bu kadar cömertçe sergiler!