Post-liberalizm ya da Seul sonrası kapitalizm – II: Keynescilik geri mi dönüyor?
Okuyucularımızın hatırlayabileceği gibi, biçimlenmekte olan Seul sonrası döneme şimdilik, liberalizm sonrası anlamına gelen, post-liberalizm adını vermiştik. Benzer şekilde, ABD’nin uygulamaya çalıştığını düşündüğümüz muhtemel ekonomi modeline de şimdilik post-liberal ekonomi modeli diyeceğiz.
Aynı başlığı taşıyan bir önceki yazımızda G20-Seul zirvesinden sonra ABD’ de devlet-piyasa ilişkisinin yeniden yapılandırılıyor gibi göründüğünü savunmuştuk. Daha açık bir deyişle, savunduğumuz, ABD’nin son otuz yıldır şampiyonluğunu yaptığı liberal ekonomi modelinden saparak, ekonomiye devlet eliyle doğrudan müdahale etmeye hazırlanır gibi göründüğüydü. Bu bağlamda, Obama yönetiminin mali sektörü değil de reel sektörü önceleyen bir ekonomi modeline geçiş denemesi içinde olabileceğini vurgulamıştık. Söz konusu bu gözlemimizle bağlantılı olarak, IMF ve ABD Hazinesi’nin, 1970’lerden yakın zamana değin neredeyse her koşulda karşı oldukları sermaye hareketlerinin denetlenmesi fikrine, son bir yıldır olumlu baktıklarını, dahası liberal ekonomi modeliyle taban tabana zıt olan bu iktisadi görüşü ayan beyan yüreklendirmekte olduklarını anımsatmıştık. Sermaye hareketlerinin denetlemesinin ABD mali sektörünün, yani Wall Street’in, işine gelmeyeceği açıktır. Seul sonrasında başta Güney Kore olmak üzere, aralarında şimdilik Türkiye’nin bulunmadığı, irili ufaklı birçok devletin sermaye hareketleri üzerindeki denetimlerini sıkılaştırmaya başladıkları da, gelişmeleri yakından izleyenlerin malumudur. Kısacası, hem ABD’deki hem de dünyadaki son gelişmelerden liberal ekonomi modelinden uzaklaşılmakta olduğu izlenimi edinilmektedir.
Okuyucularımızın hatırlayabileceği gibi, biçimlenmekte olan Seul sonrası döneme şimdilik, liberalizm sonrası anlamına gelen, post-liberalizm adını vermiştik. Benzer şekilde, ABD’nin uygulamaya çalıştığını düşündüğümüz muhtemel ekonomi modeline de şimdilik post-liberal ekonomi modeli diyeceğiz. Model yaşama geçirilebilirse, nasılsa kendi adını bulacaktır. Peki, ABD’nin durgunluktan çıkmak umuduyla denemek niyetinde olduğu izlenimi veren bu ekonomi modeline neden post-liberal ekonomi modeli diyoruz da, pek çoklarının ilk elde aklına gelebileceği gibi, Keynesci ekonomi modeli demiyoruz? Sorunun kısa yanıtı, bugün ABD’de denenmeye çalışıldığı izlenimi veren ekonomi modeline Keynescilik demenin anakronizm, yani bir şahıs ya da olayı gerçek devrinden başka bir tarihte varmış gibi gösterme hatası, olacağıdır. Sorunun uzun yanıtı ise, Keynesci ekonomi modelinin kısa bir özetini gerektiriyor.
Keynesci ekonomi modeli
Keynesci ekonomi modeli, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş birkaç iktisatçıdan biri olan Keynes’in, 1929 yılında başlayıp ikinci dünya savaşının ilk yıllarına dek süren Büyük Bunalıma çözüm olarak, 1936 yılında yayınladığı “İstihdamın, Faizin ve Paranın Genel Teorisi” adlı kitabında, önerdiği ekonomi modelidir. 2007 finansal kriziyle başlayan ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin Büyük Bunalım dönemiyle benzer yanı, bu gün olduğu gibi o gün de yaşanan talep yetersizliği ya da, bir başka deyişle, eksik-tüketim sorunudur. Bir başka benzerlik ise, geçen yazımızda da belirttiğimiz üzere, bu gün olduğu gibi o gün de yaşanan borç-deflasyonu sorunudur; ki o yazımızda da belirttiğimiz gibi her iki dönemde de yaşanan eksik-tüketimin, en azından görünen, nedeni borç-deflasyonudur. Büyük Bunalımda, ve başka benzer dönemlerde, özel sektörün üretken yatırımlar yoluyla istihdamı, ve dolayısıyla tüketici gelirlerini, artırarak eksik-tüketim sorununu çözemeyeceğini öngören Keynes, çözüm olarak ekonomiye devlet müdahalesi gerekliliğini savunup, devletin para ve maliye politikaları yoluyla ekonomiyi canlandırmasını önermiştir.
Keynes’in önerdiği çözüm kısaca şudur: devlet bir yandan para politikası yoluyla faizleri düşürerek hem tüketiciye, hem de üreticiye ucuz kredi olanağı sağlarken, diğer yandan maliye politikasını kullanarak altyapı yatırımlarıyla istihdamı, ve dolayısıyla gelirleri artırır; artan gelirler ve ucuz kredi, talebi; artan talep ve ucuz kredi, üretimi; artan üretim, istihdamı ve dolayısıyla gelirleri artırır; ve böylelikle büyüyen ekonomi birkaç çevrim sonrasında düze çıkar. Keynesci ekonomi modelinin amacı özel sektörü bir yana itip, ekonomiyi devlete teslim etmek değildir. Tam tersine, modelin amacı ölmeye yatmış özel sektörü devlet eliyle hayata döndürmektir. Büyük Bunalımın son yıllarında uygulanmaya başlanan Keynesci ekonomi modeli, yalnızca ikinci dünya savaşı sırasında değil, 1945-1973 savaş-sonrası dönemde de kullanılmış, 1973 Arap-İsrail savaşıyla tetiklenen petrol fiyatlarındaki hızlı artış sonrasında başlayan stagflasyon, yani ekonomik büyümesiz enflasyon, döneminde, soruna çözüm olmak bir yana sorunu daha da derinleştirdiğinden, miadını doldurup tarih sahnesinden çekilmiştir.
1930’ların Büyük Bunalımından çıkışta savaşın önemi
Geçerken belirtmekte yarar olabilir: Büyük Bunalımdan çıkışa yardımcı olan en önemli etkenler arasında, ikinci dünya savaşının yarattığı özel koşullar altında, ABD’de devlet harcamalarının görülmedik ölçekte artırılabilmiş olması gelir. Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’ın “2010’da 1938” başlıklı 5 Eylül 2010 New York Times yazısında da altını çizdiği gibi, dönemin ABD başkanı Roosevelt ve hükümeti, politik baskılar nedeniyle 1937’de devlet harcamalarını önce yavaşlatmak zorunda kalmış, ancak 1939’da ikinci dünya savaşının başlamasıyla siyasi olarak meşrulaştırabildikleri askeri harcamalar sayesinde pek fazla tepki görmeden -hem de öncesinden daha büyük meblağlarda olmak üzere- yeniden artırabilmiştir. Bu anlamda, savaş, ABD kapitalizminin bunalımı aşmasında önemli bir kaldıraç işlevi görmüştür. (Bu tarihsel deneyimin incelenmesinden türetilebilecek bakış açısının, bugünün ABD’sini ve dolayısıyla dünya kapitalizmini yorumlamakta nedenli önemli olabileceğini bir sonraki yazımızda göstermeye çalışacağız).
1930’ların Büyük Bunalımı günümüzün bunalımından neden farklıdır?
Gelelim 2007 finansal kriziyle başlayan ve içinden geçmekte olduğumuz dönemle Büyük Bunalım dönemi arasındaki önemli farka. Yine Paul Krugman’ın “Üçüncü Bunalım” başlıklı 27 Haziran 2010 yazısında da teslim ettiği gibi, yaşamakta olduğumuz bunalım, 1929’da başlayan Büyük Bunalımdan daha çok, ondan bir önceki -Krugman’ın Uzun Bunalım dediği- 1873’de başlayan bunalıma benzemektedir. Bu üç bunalımın ortak paydası yukarıda belirttiğimiz eksik-tüketim sorunu olmakla birlikte, Büyük Bunalımı diğer ikisinden ayıran en önemli yan, öncesinde birinci dünya savaşının, sonrasında ise ikinci dünya savaşının yol açtığı yıkımlar nedeniyle, bu dönemde dünya ölçeğinde ciddi bir arz fazlalığı ya da aşırı-üretim sorunu bulunmamasıdır. Dolayısıyla, ikinci dünya savaşı süresinde ve hemen sonrasında yapılan devlet harcamaları, ölmeye yatmış özel sektörü hayata döndürerek üretime dayalı sermaye birikim sürecini geri getirmeyi başarabilmiştir. Uzun Bunalım dönemini bir yana bırakıp bu güne baktığımızda görünen ise, bu gün ABD’de ve dünyada yaşanmakta olan eksik-tüketim sorununun, öncesinde yaşanmış ve hala sürmekte olan dünya ölçeğindeki aşırı-üretim sorunundan kaynaklanmış olduğudur.
Günümüzün post-liberalizmi neden Keynesciliğe geri dönüş değildir?
Hiç şüphesiz, aşırı üretim sorunu, 1945 sonrası dönemde ABD’nin yanı sıra önce 1960’lardan başlayarak Avrupa’nın, 1970’ler sonrasında ise Asya’nın, kapitalist rekabet koşulları altında, birer üretim üssü olarak ortaya çıkmalarının doğrudan bir sonucudur. Yalnız, bu süreçte sadece aşırı-üretim sorunu değil, aşırı sermaye birikimi sorunu da, başta ABD’de olmak üzere, kapitalizminin halihazırda yaşanmakta olan bunalımının önkoşullarını yaratmıştır. Aşırı sermaye birikimi, ortalama kar oranının altında bir karlılıkta üretim yapmak durumunda olan çok sayıda işletmenin, yani üretim kapasitesinin, ortaya çıkmış olması anlamına gelir. Dolayısıyla bugünün dünyasında, Keynesciliğin uygulandığı dönemden farklı olarak, sadece ölmeye yatmış değil, ölmüş birçok reel sektör işletmesi de bulunmaktadır. Bunların büyük bir çoğunluğu ise ABD’dedir. Kısacası, ABD’de devreye sokulmaya çalışıldığını düşündüğümüz liberal modelden sapan ve henüz biçimlenmekte olan mevcut ekonomi modeline bakarak, Keynescilik geri dönüyor demek mümkün görünmemektedir. Şu anda söylenebilecek olan, daha öncede vurguladığımız gibi, post-liberal bir ekonomi modelinin inşasına çalışıldığıdır. Gelecek yazımızda söz konusu bu muhtemel post-liberal modelin mantığını ve gizini, günümüzün verili koşularına dayanarak çözümlemeye çalışacağız.
İlkyazımızı bitirirken sorduğumuz soruyu yineleyelim: “Karamsar olmaya gerek var mı?” Üçüncü yazımız, bu soruya vereceğimiz yanıtın temellerini ortaya koymaya çalışacak.
3 Aralık 2010’da BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.