Koronavirüsün ekonomi politiği

Sungur Savran

“Her çocuk bilir ki, bir ülke, bir yıl bile demeyeceğim, birkaç hafta için çalışmayı bırakması halinde yok olur gider.” Marx, Kapital’in ilk cildini yayınladıktan bir yıl sonra, 11 Temmuz 1868’de, Almanya’daki yakın dostu Kugelman’a bir mektubunda böyle diyor. Her çocuğun bildiğini ne çok erişkin ne kadar uzun süre unuttu ve bütün dünyaya unutturmaya çalıştı! Çok okumuş çok bilmiş kimi Marksist iktisatçılar, biz bazı emek türleri doğası gereği üretken değildir dediğimizde, talebi olan her şeyin aynı derecede üretken olduğunu öyle çok söyledi ki! Ruhban sınıfının o tumturaklı vaazlarını veya askeri faaliyetleri günlük ekmeğin ya da fabrikada kullanılacak makinenin üretimi ile, yani doğanın insan emeğiyle dönüştürülmesi ile bir tutan oldu! Şimdi kimse temel ya da zorunlu sektörlerden söz ederken onları saymıyor. Savaş olmazsa veya ibadet bir süre durursa, insanlık hayatta kalabilir, ama üretim durursa…

Sadece çok okumuş çok bilmiş bazı Marksist iktisatçılar değil, daha da sistematik olarak burjuva iktisatçıları ve onların solda İmparatorluk gibi cafcaflı adlarla kitaplar yayınlayan fikirdaşları da “çalışmanın sonu”, “maddi emek bitti”, “elveda proletarya” ve daha ne ahmaklıkları yarım yüzyıl boyunca sabah akşam tekrarladı. Şimdi sanayi ve tarım üretim sektörleri, ulaştırma, şehir içi taşımacılık, kargo ve kurye faaliyetleri, perakende ve benzeri sektörlerde çalışmaya ara verilemeyeceği açıkça ortaya çıkınca, bunlara temel ya da zorunlu adı verildi. Bu sektörlerin çalışanları da büyük ölçüde proleter orduları. Her ülke proletaryaya yeniden merhaba demek, maddi emeğin önemini kavramak, çalışmanın sonu fikrinin bir fantezi olduğunu teslim etmek zorunda kaldı!

İktisat biliminde gizli kalmış karşı devrim

Kapital’de sergilenen kapitalizm analizini en kolay işçiler anlar, en zor iktisat (ekonomi) eğitiminden geçmiş olanlar. Çok basit bir nedenden. İşçiler kendilerine sömürü mekanizması anlatıldığında, “işte benim yaşadığım günlük deneyim!” duygusuna kapılır. Onlarınki, katettiği denizlerin bir haritası çizildiğinde “işte, benim gittiğim yollar, çıktığım sahiller!” diyen kadim denizcinin yaşadığı deneyim gibi bir şeydir. Buna karşılık, bütün dünyanın burjuva üniversitelerinde iktisat eğitimi gören meslekten ekonomistler bir kez zehirlenmiştir. O yüzden öğrendiklerini unutmaları çok zor olur. Artı değeri sosyolog anlar, felsefeci anlar, biyolog anlar, üretim süreci bilgisi dolayısıyla mühendis daha da iyi anlar, ama iktisatçı bir türlü anlayamaz. Hep “ya sermayenin katkısı?” diye sorar.

Bu boşuna değildir. Gerisinde koskoca bir iktisadi düşünce tarihi (ve onun kendisinden gizlenmiş olması) yatar. Burjuvazinin devrimci döneminde burjuva iktisadı da kapitalizme Marx’a benzer biçimde bakmıştı. Sadece piyasa taraftarlığı ile ünlenmiş, ama aslında bugünkü ekonomistlerden farklı olarak çok derin bir düşünür olan Adam Smith de, onun öğrencisi ve Marx öncesindeki en büyük iktisatçı olan David Ricardo da kapitalizmi bir sınıflar arası ilişki olarak değerlendirirler. Bu üretim tarzına ilişkin analizlerini de emek değer teorisi temelinde kurarlar. Buna göre, malların değerinin temelinde emek vardır, değerin büyüklüğünü bir malın üretimi için toplumsal olarak gerekli emek miktarı belirler.

Ama Marx gelip modern toplumun sırrını çözünce, sınıflar arası ilişkinin bir sömürü ilişkisi olduğunu tam da emek değer teorisi temelinde ortaya koyunca, burjuvazi Smith ve Ricardo’nun emek değer teorisinden ürkmüş ve Marx’ın o kendi büyük iktisatçılarını yanlış yorumladığını kanıtlayamadığı için minderi terk etmiştir. Marx, piyasa ve fiyat mekanizmasının ardında yatan toplumsal ilişkileri analiz ettikten sonra, işin içine tarihsel bir kategori olarak sermayeyi sokar. Sermayenin nasıl üretim araçlarından yoksun ücretli emekçiyi sömürerek sosyal ve ekonomik gücüne güç kattığını ve bütün toplumsal hayatın nasıl adım adım bu güç biriktirme ya da sermaye birikimi sürecinin hâkimiyeti altına girdiğini gösterir. Bu, emek değer teorisinin burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin altına yerleştirilmiş bir dinamit niteliği kazanması anlamına gelir.

Burjuva iktisadının ondan sonraki serüveni iktisat (ekonomi) bilimini, insanlar arası bir ilişkiyi araştıran bir bilim dalı olmaktan çıkararak teknik bir sorunu çözme bilimi haline getirme çabası olmuştur. Çünkü bu yapılamazsa sömürü çırılçıplak ortaya çıkacak, burjuvazinin kendini özgürlük ve eşitlik görünüşünün arkasına gizlemesi çok daha güç hale gelecektir. İşte bugün Kapital’le karşılaşan meslekten iktisatçı “ama sermayenin katkısı nerede?” diye sızlanırken aslında bu düşünsel karşı devrimin kurbanı olmaktadır. Burjuva üniversitesi, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yetiştirdiği ekonomistin, kendisinin bu düşünsel karşı devrimin kurbanı olduğunu keşfedememesi için bir de ilave önlem alır ve iktisadi düşünce tarihini elinden geldiğince müfredatın dışında tutar. Böylece, bugün üniversitelerde okutulan, bir düşler dünyasını resmeden ve her krizde fena halde çuvallayan neoklasik iktisat olarak adlandırılmış düşünce sisteminin aslında Marx’a karşı bir savunma harekâtı olduğunu da öğrenci, iktisadi düşünce tarihi üniversitede düzgün biçimde öğretilmedikçe ya da bir gün karşısına Kapital kursları çıkmadıkça öğrenemez.

Kıt kaynakların etkin ve rasyonel dağılımı safsatası

Marx bu yazının başında sözünü ettiğimiz Kugelman’a mektubunda alıntıladığımız cümlenin ardından şöyle devam ediyor: “Yine her çocuk bilir ki, farklı ihtiyaçlara karşılık veren ürün kütleleri toplumun toplam emeğinin, farklı ve nicel olarak belirlenmiş emek miktarlarını gerekli kılar. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılımı konusundaki bu zorunluluğun toplumsal üretimin belirli bir biçimi tarafından ortadan kaldırılamayacağı, olsa olsa ortaya çıkış tarzının değiştirilebileceği açıktır. Hiçbir doğa yasası ortadan kaldırılamaz. Farklı tarihsel durumlar içinde değişebilecek olan, yalnızca, bu yasaların kendilerini, içinde ortaya koydukları biçimdirToplumsal emeğin karşılıklı bağlarının bireysel emeğin  ürünlerinin özel mübadelesi [değişimi] içinde ortaya çıktığı toplum düzeninde, emeğin bu oransal dağılımının kendisini ortaya koyduğu biçim ise, bu ürünlerin mübadele [değişim] değeridir.

Marx burada, eserine damgasını vuran diyalektik akış içinde bütün toplumlara ortak temeller (genel olarak üretim) ile kapitalizme özgü tarihsel ilişkilerin çelişik birliğini dile getiriyor. Her toplum elindeki toplam üretici gücü, toplam toplumsal emeği, sektörler arasında dağıtmak zorundadır. Kapitalizm bunu karşılıklı mübadele edilmek üzere üretilen metalar ve onların mübadele (değişim) değerleri, yani fiyatlar üzerinden, yani piyasada yapar.

Neoklasik iktisat işte bu sorunu kapitalist meta üreticileri toplumunun bir ilişkiler zinciri olmaktan çıkarır, kıt kaynakların sonsuz ihtiyaçlara karşılık vermek amacıyla alternatif kullanımlar arasında dağılımı sorunu haline getirir. İktisat bilimi nedir? İktisat öğrencisinin papağan gibi tekrarlaması beklenir: “Kıt kaynakların sonsuz ihtiyaçları karşılamak amacıyla alternatif kullanımlar arasında dağılımını inceleyen bilim dalı.” Papağan değil de ne yaptığının bilincinde olmayan, gönülsüz bir militan da diyebiliriz iktisat öğrencisine: Kapitalizmin doğasını saklamak üzere, insan düşüncesinin o güne kadar ulaşmış olduğu dorukları topa tutan bir ayinin, sürekli aynı sloganı tekrarlayan masum militanı. Oysa daha bu cümlede öğrenci gerçek dünya ile ilişkisini hiç farkında olmadan kesmiştir! Bu temelde kapitalizm, belirli varsayımlar altında, bu kaynak dağılımını en iyi çözüme ulaştıran sistem olarak gösterilir. Kaynakların “etkin ve rasyonel” kullanımını sağladığı “kanıtlanır”. Artık, kapitalizm dünyaların en iyisidir!

Bakın ortada aynı sorunu ele alan iki düşünce sistemi var. Biri (Marx’ın sistemi), bu meta üreticileri toplumuna, bu piyasa toplumuna sermaye sahibini, yani kapitalisti ekleyerek gerçekliği her boyutuyla gün ışığına çıkarıyor. Öteki (Marx’ı unutturma sistemi), sermaye sahibini, yani kapitalisti, bir tarihsel kategori olarak silecek, silecek ne demek kazıyacak, yerine sermaye adı altında makine, teçhizat ve hammaddeleri koyacak ve emeğin karşısında bunların “verimlilik” payını (tabii kapitalist adına) talep edecektir! Kapitalist ile işçi arasındaki ilişki gitmiş, emek ile makine arasındaki teknik ilişki onların yerini almıştır. İnsan ilişkileri yok olmuştur.

Bu gizleme operasyonunun bedeli ağırdır. Neoklasik iktisat, onu savunanın gerçek dünyadan kopmasına yol açacaktır bu operasyonla. Çok basit bir nedenle: Gerçek hayatta kapitalist bir ekonomi, kıt kaynakların dağılımı sorununu çözme amacıyla işlemez. Kapitalist ekonomi, kapitalistlere en yüksek kârı getirecek seçişler temelinde işler. Kaynak dağılımı, o parçalanmış karar sürecinin herkesin iradesinden bağımsız bir sonucudur sadece. Hedeflenmemiş bir sonuç. O sonuca giden yolda yeni “iktisat bilimi” (İngilizcede bu karşı devrim, bu bilimin adını “political economy”den “economics”e dönüştürmüştür) kapitalizmi en önemli özelliğinden, kârın her şeyin belirleyicisi olduğu gerçeğinden soyutlamıştır! Oysa gerçekte, bütün “kıt kaynaklar”, kapitalistin sermayesinin bir parçası haline geldiği için işçinin emek gücü bile, kâr (artı değer) elde etme amacıyla dağıtılır! Delirmemiş hiçbir kapitalist, hatta gerçek dünya hakkında herhangi bir somut öneri yapacak olan ekonomist bile tersini söyleyemez aslında. Ama kara kitap öyle söyler!

Kapitalizm kriz yönetemez

Bir kez bunu anladınız mı modern dünyanın anahtarı sizdedir. Sermaye kâr için çalışır. Kâr getirmeyen hiçbir şeye yatırım yapmaz. Kâr için yatırım yapmak ve kâr etmek onun için elbette “etkin ve rasyonel”dir. Ama toplum, Marx’ın (ve ondan önce Smith ve Ricardo’nun) ortaya koymuş olduğu gibi, çatışan çıkarlara sahip sınıflara bölünmüş olduğundan, biri için rasyonel olan öteki için ya da bir bütün olarak toplum için rasyonel değildir. Her şey süt liman iken, bu çıkar çatışmaları her zaman kolay görülür olmayabilir. Ama işler sarpa sarar sarmaz, şu ya da bu nedenle bir kriz doğar doğmaz, kapitalizmin bütün irrasyonalitesi göze batmaya başlar. Kapitalistlerin devleti bile kâr amacını krizin çözümüne tâbi kılacak biçimde yönlendirmek için piyasayı planlamayla dizginlemek zorunda kalır. Ekonomik kriz dönemlerinde devletin fena halde aktif olmak zorunda kalması bundandır. Büyük savaş dönemlerinde planlamanın öne çıkması (Lenin’in verdiği en ileri örnek Almanya’da devlet kapitalizmidir) bundandır.

Bu genel eğilim, altyapı, sağlık ve eğitim sistemleri, deprem çalışmaları, daha genel olarak doğal afetler, en önemlisi de halk sağlığı açısından özellikle geçerlidir. Birçok örnekten en çarpıcı olanları hatırlayalım. ABD, 2005’te Louisiana eyaletinin New Orleans kentinde yaşanan Katrina kasırgası karşısında bütünüyle teslim oldu, şehrin zenginleri ve hali vakti yerinde olanları başka kentlere kaçarken yoksullar, yaşlılar ve tabii siyahiler binaların damlarında günlerce mahsur kaldı, yetmedi bir de polis saldırısına maruz kaldı. İtalya’nın en zengin kentlerinden olan, kadim ticaret kenti Cenova’nın orta yerinde bizim İstanbul Boğazı köprüleri misali bir köprü son yıllarda bir gün orta yerinden çatladı ve çöktü. Dünyanın en zengin ülkesi diye şişinen ABD’de on milyonlarca insan sigortası olmadığı için hastane kapılarında köpekler gibi ölebilir. Wall Street’ten birkaç kilometre ötede bulunan bazı mahallelerde okulların camları kırıktır, uyuşturucu tacirleri okulları kuşatmıştır, şiddet okul hayatının asli bir parçasıdır. Türkiye’nin deprem hazırlığının ne durumda olduğunu bilmek, devleti anonim şirket gibi yöneten hükümetlerin doğal afetler konusunda ne durumlar yaratabileceğini anlamak bakımından yeterlidir. Ama en önemlisi halk sağlığıdır. Bu, tanım gereği, kapitalizmde en az ilgiyi gören tıp alanıdır, sağlık hizmetidir.

Koronavirüs mahkûmları

İşte şimdi Koronavirüsün ekonomi politiğine geliyoruz! Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan kenti Aralık ve Ocak aylarında bu salgın yüzünden kıvrandı durdu. Bütün kapitalist ülkeler, en başta zengin emperyalist ülkeler her şey gözlerinin önünde cereyan ederken belli ki hiçbir biçimde virüsün bir dünya salgını, yani bir pandemi haline gelmesi ihtimaline karşı hazırlanmadılar, plan yapmadılar, önlem almadılar. Plan yapmak, önlem almak, hazırlanmak, “şöyle yaparız, böyle ederiz” diye bilim insanlarına yol gösterici birtakım ilkeler hazırlatmak demek değildir. Kaynakları, salgın başka ülkelere yayıldığı takdirde kullanılması zorunlu hale gelecek birtakım malları (maske, sağlık çalışanları için kişisel koruyucu donanım, hastalar için solunum cihazları, varolan yoğun bakım ünitelerinin ötesinde yenileri, bunlara ilişkin bütün malzeme ve donatım, ilaç, şehir içi kamu taşımacılığını sosyal mesafeye uygun hale getirmeyi olanaklı kılacak ulaştırma araçları vb. vb.) önceden üretmeye ayırmaktır. Bunun yapılmadığı açık. Yapılmış olsaydı bugün, birincisi, bu malzemelerde dünya çapında bir kıtlık doğmazdı ve, ikincisi, bu kıt mallar üzerinde bütün devletler arasında ve tek tek devletlerin de içinde (mesela Amerika’da) eyaletler arasında kıyasıya bir rekabet, hatta korsanlık yaşanmazdı. Bu, gerekli kaynakların zamanında bu malların üretimine ayrılmadığının kanıtıdır.

Plan, önlem, hazırlık, sadece maddi malların üretimiyle de sınırlı değildir. Aynı zamanda böylesine ağır bir salgını karşılayabilmek için var olan sağlık kuruluşlarının personelinin erkenden özel bir eğitim görmesi, personelin yeni elemanlarla takviye edilmesi, son sınıf tıp öğrencilerinin eğitiminin hızlandırılması, göçmen toplulukları arasında var olan tıp ve sağlık bakımı alanında vasıflı elemanların keşfi ve mesleklerini icra edebilmeleri için gerekli süreçlerin hızlandırılması vb. işin bir başka boyutudur. Bunları da, bırakın bizim gibi daha geri ülkeleri, en gelişkin kapitalist ülkeler bile salgın patlak verdikten haftalar sonra, virüsle bozuk düzen mücadele ederken yapmıştır. Bu, ülkelerin salgınla mücadele için gerekli işgücünü geliştirmek için gerekli kaynakların zamanında ayrılmadığının kanıtıdır.

Yukarıdaki iki paragrafın son cümlelerine yeniden bakın: Söylenen tam da gerekli kaynakların Koronavirüse zamanında ayrılmadığıdır. Buradan ne çıkıyor? Demek ki kapitalist sistem kıt kaynakları alternatif kullanımlar arasında etkin ve rasyonel olarak dağıtamamıştır. Dağıtamazdı çünkü Koronavirüs Çin’in sınırlarını aşıp uluslararası bir salgın, bir pandemi haline gelene kadar bütün bu yatırımlar kârlı değildir. Daha genel olarak sağlık bakımı ve halk sağlığı yatırımları daima ancak bir dereceye kadar kârlı yatırımlardır. Bu sektörler ancak, en belirgin olarak ABD’de olduğu gibi, parası olanın sağlığa harcayacağı paranın tetkik ve tedavi kapitalistinin, ilaç şirketinin ve sigorta şirketinin kasasına aktığı ölçüde kârlıdır. Onun ötesinde toplumun genel sağlığı kapitalisti ilgilendirmez. Elbette kapitalizme işgücü gerektiği için toplumun genel sağlığı, sadece bu ölçüde, tekil kapitalistin değil ama kapitalist devletin ilgi alanı içindedir. Ama bu ikinci unsur açısından bir gerilim daima yaşanacaktır. İşgücünü ayakta tutmanın maliyeti, her zaman kapitalist sınıfın kârları (toplam toplumsal artı değer) üzerinde bir yüktür. Kıt kaynakların dağılımında bunu göz önüne almayan hiçbir iktisat bilimi doğru sonuçlara ulaşamaz. Yine kapitalizm, yine sınıf, yine kâr. Bunları bir kenara bıraktınız mı hiçbir şey anlayamıyorsunuz.

Kara gün akçesi ve kapitalizm

Buraya kadar ulaştığımız sonucu berrak olarak özetleyelim. Kapitalizmin rasyonalitesi parçalanmıştır dedik. “Kıt kaynaklar” üzerindeki hâkimiyet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet dolayısıyla tek tek kapitalistlerin elinde olduğu için esas kararları onlar verir. Bu durumda, kârlı olmadığı için kapitalistlerin ilgisini çekmeyen bütün alanlarda devlet görev almak zorundadır. Devlet görevini yaparken artı değer üzerinde bir yük yaratacağı için bu alanlar hep bir ihmal riski altındadır. Ne zaman sermayenin eli rahatlarsa ya da ne zaman sermaye işçi sınıfının isyanından korkmaya başlarsa, bu alanlara ayrılacak kaynakların artması yönünde eğilimler üstün gelir. Ne zaman sermaye kendi sıkışır ve/veya işçi sınıfının genel durumu kapitalist sınıfa korkulacak bir şey olmadığını düşündürürse, bu alanlara ayrılan “kıt kaynaklar”ın azalması yönünde bir eğilim doğar.

Sağlık alanı tam da bu eğilimlerin etkisi altında biçimlenir. Bu yüzdendir ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Doğu ve Orta Avrupa’nın bir bölümü üzerinde kurduğu hegemonya ve dünya devriminin Fransa’dan Çin’e kadar etkisini göstermiş olan ikinci dalgası dolayısıyla uzunca bir süre sosyalizmi bir tehdit olarak gören burjuvazi, benzer başka alanların yanı sıra (eğitim, konut vb.) sağlığa da çok ciddi şekilde kaynak ayırmıştır. Ama 1970’li yılların sonundan itibaren hem dünya kapitalizmi uzun bir durgunluk dönemine girdiği için, hem de Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Çin tehlike olmaktan çıktığı için sağlık sistemine çok ağır bir taarruz başlatılmıştır. İşte zengin kapitalist ülkelerin dahi Koronavirüs karşısında nakavt olmalarının arkasında bu genel arka plan gelişmesinin de rolü vardır.

Böylece, kapitalist kaynak dağılımı mekanizmasının kârın boyunduruğu altında işlemesi dolayısıyla bütün kapitalist ülkelerin, en zenginlerinin bile, “kıt kaynakları” Koronavirüsle yeterli bir mücadele yolunda seferber edememiş olduğunu görmüş oluyoruz. Demek ki, bir ekonomik sistem olarak kapitalizm, toplumun genel ihtiyaçları söz konusu olduğunda kara gün akçesi ayırmak bakımından açıkça yetersiz bir sistemdir. Acil durumlar karşısında kapitalizmin çoğunlukla yaya kalmasının nedeni böylece ortaya çıkmaktadır.

Bazıları diyebilirler ki, Koronavirüsün bu kadar acil ve büyük bir tehdit olduğu öngörülememiş olabilir. Bu durumda, ortada henüz tehlike yokken kaynakların başka her türlü güncel ihtiyaç dururken sağlık alanına, özel olarak da Koronavirüs tehlikesine yönlendirilmesi ekonomik bakımdan “etkin ve rasyonel” olmazdı. Çünkü güncel bakımdan yararlı (siz bunu “kârlı” olarak okuyun) olarak kullanılabilecek birtakım kaynakları gelecekte belki de gerçekleşmeyecek bir tehlike için dondurmaya yol açardı.

Bu, derhal iki büyük soru doğurur. Birincisi, Koronavirüsün bir pandemi (dünya çapında bir salgın) haline geleceği neden öngörülememiştir? Bakın bir Amerikalı bilim insanı neler anlatıyor:

“2018 yılının Şubat ayında mikrobiyologlardan, zoologlardan ve halk sağlığı uzmanlarından oluşan otuz uzman Cenevre’de Dünya Sağlık Örgütü merkezinde bir araya geldi. Tehlikeli virüslerden, özellikle aşısı olmayan virüslerden oluşan bir öncelik listesi hazırladılar. Nihai olarak listede SARS, MERS ve X Hastalığı adı verilen bir başka virüs yer aldı. O toplantıda bulunan, Ulusal Bilim, Mühendislik ve Tıp Akademileri Mikroplardan Kaynaklanan Tehditler Forumu’nun başkanı olan Peter Daszak, yakınlarda Covid 19’un bilim insanlarının X Hastalığı kavramına benzediğini açıkladı. Covid 19’un öngörülmesi konusunda Daszak New York Times gazetesine şunları söyledi: ‘Sorun virüsten korunmanın olanaksız olması değil. Gayet olanaklıydı bu. Bunu yapmayan biziz. Hükümetler virüsten korunma faaliyetini çok pahalı buldu. İlaç şirketleri kâr için çalışır.’”[1] 

İkinci soru, neden başka alanlarda dev stoklar yığılması mübahtır da halkın sağlığını korumak söz konusu olunca değildir? Kapitalist devletler çok büyük miktarda kaynağı “dondurma” işlemini ezelden beri yapmaktadır. Bu tür “dondurma”nın, yani kaynakları güncel gerekler için “kârlı” biçimde kullanmaksızın gelecekte bir amaç için kenarda tutmanın, yani stok politikasının en belirgin örneği, elbette bütün kapitalist devletlerin silah stoklamasıdır. Bu, kapitalist devletlerin stok politikası bakımından bugün o kadar aşikâr hale gelmiş bir çelişkidir ki, Koronavirüs ile mücadelede yaşanan iflası anlatmak isteyenlerin bir bölümü, bir denizaltının üretiminin kaç maskeye mal olduğunu ya da bir füzenin kaç solunum cihazına bedel olduğunu yaygın olarak işlemektedir. Hatırlayın iktisat neydi? “Kıt kaynakların alternatif kullanımlar arasında dağıtılması”. Kapitalizm, insan sağlığını değil savaşı seçer. Neden? Çünkü her kapitalist devlet dünya çapında burjuvazinin bir ulusal fraksiyonunun çıkarlarını savunur. Savaş, bu burjuvazinin çıkarlarını sadece proletarya ve müttefiklerine karşı değil, diğer ulusal fraksiyonlara karşı da korur. Dolayısıyla, silah stoklama söz konusu olduğunda burjuvazi artı değerinden fedakârlık yapar çünkü hayati çıkarları söz konusudur. Ama yukarıda altını çizerek vurguladığımız gibi, toplumun genel ihtiyaçları söz konusu olduğunda, böyle bir fedakârlığı ancak sınıf hâkimiyetini veya ekonomisinin sağlığını tehdit altında görürse yapacaktır.

Kapitalist devletlerin “ulusal güvenlik” amaçlarıyla stok politikası sadece silah, mühimmat, askeri bina ve teçhizat, diğer askeri malzeme ve potansiyel işgücünün bir bölümünün silah altında tutulmasıyla sınırlı değildir. Savaş veya büyük güvenlik krizi dönemleri için, stratejik olarak değerlendirilen birtakım mallar da ulusal stoklama politikasına konu olur. En başta petrol ve bazı temel gıda maddeleri (mesela buğday) olmak üzere, her kapitalist devlet stratejik stoklar yapar. O zaman soruyu soralım: Neden “ulusal güvenlik” denen, sermayenin ulusal fraksiyonunun çıkarlarını koruma gereksinimi, kaynakların güncel amaçlarla “yararlı” (yani “kârlı”) biçimde değerlendirmeye sokulmak yerine “dondurulması” için yeterli gerekçe olabiliyor da halkın sağlığı olamıyor?

Burada sadece sınıfların farklı çıkarlarının ekonomik hayatın her alanına sinmiş olan karşıtlığını görmüyoruz. Bir de kapitalizmin aslında irrasyonel bir sistem haline geldiği anların, diyalektiğin terimleriyle uğrakların, somut cisimlenişini görüyoruz. Sağlık sistemini ve kara gün akçesini güncel kârlılık hesaplarıyla, toplumun genel zenginliğiyle karşılaştırıldığında zavallı bir düzeyde tutan sermaye düzeni, iş başa düşünce büyük belayı defetmek için, geç de olsa güç de olsa mümkün olduğu kadar çok insanı eve gönderip izolasyon ve karantina politikasına geçince, kara gün akçesi yokluğu ekonominin tahrip olmasına yol açmıştır. Bugün olan budur. Ekonomiyi bu hallere düşüren, bir korkunç virüs değildir. Evet, virüs korkunç olabilir. Ama onun bu ölçekte bir salgın ve felaket yaratması, kapitalizmin, kaynak dağılımını kârın boyunduruğuna sokan ekonomik mantığıdır. Böylece, kapitalistlerin kâr dürtüsüne teslim edilen kaynak dağılımı tarzı, kapitalist ekonominin kendisini tarihte görülmemiş ölçekte bir krize düşürmüş olmaktadır. Kısacası kapitalizm kendi ayağına sıkan bir sistemdir.

Firavunun köleleri

Kapitalizm tarihin gördüğü en kurnaz sömürü sistemidir. Köleci toplumda köle neredeyse bir hayvan yerine konulur. Emeği bir bütün olarak köle sahibinindir ve boğaz tokluğuna çalıştırılır. Sömürü saydamdır. Feodal toplumda veya bizim ağalık sisteminde köylünün hasadının bir bölümünü dosdoğru feodal beye vermesi ve onun toprağında çalışma zorunluluğu, sömürünün yine göze berrak biçimde görünmesini sağlar. Buna karşılık, kapitalist ile ücretli işçi arasındaki ilişki bir gizem örtüsüne bürünmüştür. Her ikisi de eşit hukuka sahip iki öznedir. Aralarında hiçbir ekonomi dışı zorlama olmadan özgür irade temelinde bir iş sözleşmesi ilişkisi kurulur. Biri ücretini alır, öteki onun emek gücünün kullanım hakkını. Üretim süreci başladığında, fabrikanın, makine ve teçhizatın, hammadelerin hepsi kapitalistin özel mülkiyeti altında olduğundan ve bütün süreç onun tarafından (elbette bir uzmanlar ordusunun katılımıyla) düzenlendiğinden, sürece emeğiyle katılan işçinin yanı sıra birçok başka katkı olduğu izlenimi doğal olarak doğar. Sonunda herkes kendi payını alır, sömürü de gizlenmiş olur. İşte bu özgürlük ve eşitlik zemini, kapitalizmde sınıf ilişkilerini büyük ölçüde eşit yurttaşlar zemini temelinde buharlaştırır.

Oysa Koronavirüsün kapitalist kara gün akçesi yokluğundan dolayı dev bir facia yaratması, bu maskenin düşmesine yol açmıştır. Kapitalizm kendi elleriyle yarattığı felaket karşısında bütün zenginlere, kapitalistlere ve onların ajanlarına, hali vakti yerinde küçük burjuvaziye, hatta ücretli çalışanların modern teknoloji sayesinde işini evden yapabilen eğitimli kesimlerine “evde hayat var” diye sabah akşam propaganda yaparken, büyük bir ikiyüzlülükle, geniş proleter kitleleri sokağa, kalabalık ulaşım araçlarına ve binlerce işçinin birlikte çalıştığı fabrikalara, depo ve antrepolara sürmektedir. Temel ya da zorunlu olarak olarak anılan sektörlerde işçiler için ciddi hiçbir hijyen önlemi alınmazken, bunların dışındaki sektörlerde de işçiler, ürettikleri mallara acil hiçbir ihtiyaç olmadığı halde, salt kapitalistler için artık değer (kâr) üretmek için işe koşulmaktadır.

Kapitalizm, Koronavirüs günlerinde, ne ise o olarak ortaya çıkmıştır: bir sınıf sistemi. Bu sistemde işçinin hayatı kapitalistin kârına kurban edilmektedir. Bu sadece bizde böyle değildir, her yerde, en zengin ülkelerde bile böyledir. Kapitalistler, kadim Mısır’da sosyal ve politik iktidarları için kölelere piramitler diktirirken onları ölümüne çalıştıran firavunlar gibi, kendi iktidarları için işçileri ölüme sürmektedirler! Artık bu toplumun sınıf karakteri kimse için gizlenir değildir!

Bırakınız batsınlar!

Smith ve Ricardo burjuvazinin yükseliş döneminin iktisatçılarıydı ama yine de burjuva iktisatçılarıydı. Burjuvazinin modern kanadını savunan bütün iktisatçılar gibi onlar da serbest ticareti yüceltmişlerdi. 18. yüzyılda Smith’ten bile önce gelişmiş olan ve iktisadi düşünce tarihinde önemli bir yeri olan Fransız Fizyokratları’nın ünlü formülü “Laissez faire, laissez passer”ye (“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!”) onlar da sahip çıkıyordu.

Sermaye kendi özgürlüğü ya da serbestisi konusunda her zaman duyarlı olmuş, devlet müdahalesi karşısında bazen alerjiye varan olumsuz tepkiler göstermiştir. Ama işler kötüye gitmeye başladığında derhal devlet koruması talep etmeye başlar. İyi zamanlarda kârını kimseyle paylaşmaz, ama kötü zamanlar geldiğinde zararının bütün toplumun zararı olmasını ister, ister ne demek bu yolda muazzam bir mücadele verir. “Kâr özel, zarar kamusal” formülü dünyanın en akla zarar formülüdür. Aslında kapitalist toplumun mantığı bile aksini gerektirir. Neden? Bu noktada Ekonomi 101 dersimize dönmemiz meseleyi anlayabilmek için yeterlidir.

Hatırlanacak, Marx, toplumun toplam emeğinin (“kıt kaynaklar”) alternatif kullanımlar arasında dağıtılmasının bütün çağlarda geçerli bir yasa olduğunu, var olan tarihsel koşulların bunun ancak biçimini değiştirebileceğini, kapitalist toplumda bunun aldığı biçimin metaların mübadele (değişim) değerleri üzerinden alınıp satılması olduğunu söylüyordu. Toplumun talep ettiği yeni mal ve hizmetlerin üretilmesi için bunların, artık talep edilmeyen eski ürünlerin üretimine harcanan emeğin bir bölümünü kendisine çekebilmesi gerekir. Bu, toplumun daha fazla ihtiyaç duyduğu yeni mal ve hizmetlerin fiyatının yükselmesini, artık talep edilmeyenlerin fiyatının düşmesini gerektirir. Böylece, eski sektörlerde üretim yapan kapitalistlerin kârı düşecek, yeni sektörlere yönelenlerin kârı ise artacaktır. Kârın düşmesi yeterince sürerse, o sektörde çalışmakta ısrar eden şirketler en son aşamada iflas eder. Onların sermayesini oluşturan mallar ucuza gider, bankalar onların kendilerine olan borçlarını tahsil eder ve yeni sektörlere kredi verir. Sonunda toplam toplumsal emeğin artan bir bölümü yeni sektörlere kayar. (Tabii gerçek hayatta bütün bu süreç büyük bir kargaşa ve sayısız aksaklıkla yürür.) İşte kaynak dağılımı kapitalizm koşullarında böylece mübadele (değişim) değeri ile piyasa fiyatı arasındaki farklılaşma ile sağlanır. (Böylece, “Marx’ta arz-talep mekanizması yoktur” diyenlerin, neoklasik iktisadın kandırılmış kurbanları olduğu da ortaya çıkıyor.)

Bu mekanizma gösteriyor ki, artık üretimi sürdüremeyen, borçlarını bile ödeyemeyen şirketlerin iflas etmesine izin verilmesi, aslında kapitalist kaynak dağılımı mekanizmasının önünün açılmasıdır. Buna karşılık devamlı zarar eden bir şirketin iflastan kurtarılması ise kaynak dağılımının yeni koşullara uyum göstermesinin önünün kapatılması demektir. Öyleyse, zarar eden şirketlerin devlet yardımıyla ayakta kalması kapitalizmin kaynak dağılımı mekanizmasının işlemesini tıkar. Yani kapitalizmin kendi mantığına aykırıdır.

Şimdi cevap verilmesi gereken bir soru var: Şayet devlet, iflasın eşiğine gelen firmaları sürekli koltuk değneğiyle, yani kredi ve borç mekanizmalarını zorlayarak ayakta tutarsa ne olur? İşte nihayet neoklasik iktisadın uyarısını hatırlamanın gerçekten yararlı olacağı noktaya gelmiş bulunuyoruz: kaynaklar kıttır! Dolayısıyla, kaynaklar batması gereken sektör ve şirketlerde kaldığında, yeni ve gerçekten ihtiyaç duyulan sektörlerde ya üretim yapılamayacaktır, ya da bunlar kaynakları kendilerine çekmeyi başaracak, böylece batması gereken şirket ve sektörlerde kaynak kanamasına rağmen ayakta kalan şirketlerin sermayesi artık suni, aşırı şişkin, gerçek değerlerle beslenmeyen, hayali parasal varlıklar haline gelecektir. Bu, bir süre, hatta uzun bir süre boyunca devam edebilir. Aşırı kredi, kapitalist ekonomiyi gerçek üretim tabanından çok daha yüksek değer büyüklüklerine uzunca bir süre taşıyabilir. Ama nihayetinde kredi parası da, finans değerleri de, hayali sermaye de karşılığını gerçek ekonomide bulmak zorundadır. İşte finans krizleri, şu ya da bu olayın tetiklemesiyle ortaya çıkan ve finansal değerlerin balonunun patlamasıyla sonuçlanan bu tür krizlerdir. Finansal değer dünyasının gerçek dünyaya geri dönüşüdür bunların mantığı.

Şimdi Koronavirüs döneminde tek tek ülkelere ve dünya ekonomisine bakarsak durum şudur. Devlet maliyesi de Merkez Bankası parası da aslında çoktan iflas etmesi gereken şirketleri yaşatmak için kullanılmaktadır. Oysa devletler tarihin (savaş dönemi dışında) en büyük borç denizi üzerinde yüzmektedir. Merkez Bankaları ise eksi faiz ve karşılıksız para basımıyla ekonomiyi 2008 krizinden bugüne kadar ancak suni biçimde ayakta tutmuşlardır. Bu politika ne kadar devam ederse, daha sonra gelecek olan finansal çöküş o kadar daha ağır olacaktır.

Öyleyse, yapılması gereken şudur: Devlet şirket ve bankaları suni yöntemlerle ayakta tutmak, yani yüz milyarları, trilyonları şirket ve banka kurtarma işine ayırmak yerine, krediyi karşılıksız olarak kamulaştırmalı ve tek bir devlet bankası aracılığıyla toplumun gerçek ihtiyaçlarına karşılık verecek bir kaynak dağılımını bilinçli ve planlı biçimde sağlamalıdır. Daha çok maske ve solunum cihazı, daha az denizaltı, yat, lüks otomobil.

Çözüm “bırakınız batsınlar”dır! Ama hepsi birden! Yoksa depresyonların en büyüğü yaşanır. İşçi sınıfı, emekçiler ve yoksullar ezilmeyecek, perişan olmayacaksa, devletin onların devleti haline gelmesi gerekir.

Erken “normalleşme” yeniden sağlık krizi getirir

Şimdi dünya çapında “evde hayat var” ya da “izolasyon/karantina” politikasından ekonomik hayatın yeniden canlandırılmasına geçişin propagandası ön plana geçiyor. Buna “normalleşme” adı veriliyor. Bu politikanın anlamını, kapsamını ve ardındaki güçleri iyi anlamak gerekir.

Normalleşmenin anlamı, kapitalist devletin, kendi sorumluluğu altında bir felaket düzeyine gelen Koronavirüs salgınını önlemek üzere insanları evlerine kapatmak amacıyla ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümünü durdurma politikasından geri adım atarak ekonomiyi canlandırma çabasına girişmesidir. Ama burada derhal kapsam sorununa geliyoruz. Şu hatayı yapmaktan özel olarak kaçınmak gerekir: Her ülkede farklı oranlarda olsa da büyük ölçekli sanayi üretimi, inşaat, tarım, madencilik, sağlık hizmetleri, ulaştırma ve taşımacılık ve perakende sektörleri (kısmen de bankacılık) bütün bu dönem boyunca da “kapanma” yaşamamıştır. Açılım daha ziyade küçük ölçekli hizmet üretiminin yeniden ekonomik faaliyete dönüşü anlamına gelmektedir. Ama değişik ülkelerde uluslararası veya şehirler arası seyahat veya sokağa çıkma yasakları vb. dolayısıyla büyük sanayi ve hizmetler de (örneğin turizm ve havayolları trafiği) yer yer durmuştur. Ayrıca, ekonominin bazı dallarının durması ötekilerin mallarına olan talebi ciddi şekilde azaltacağı için normalleşme büyük sanayi, taşımacılık, perakende gibi sektörlerin durumunu da kuşkusuz etkileyecektir.

Normalleşmenin ardındaki güçler çok karmaşık bir tabloyu ortaya koyar. Bir kere, burjuvazi ve kent küçük burjuvazisinin ekonomik faaliyetin yeniden canlandırılmasını istediği kuşku götürmez. İşe burjuvazi açısından bakıldığında, duran sermaye, sermaye karakterini yitirir. Sermaye, Marx’ın ifadesiyle, hareket halindeki değerdir. Dolayısıyla, ekonomik faaliyeti durduran her önlem sermayeye bir darbedir. Küçük burjuvaziye gelince, ekonomik faaliyetlerin tatil edilmesinden en çok bu sınıfın kentsel bileşeni etkilenmiştir. Çarşı pazarın tamamen durması, küçük burjuvaların (terzi, berber, kafe-restoran sahibi, kuyumcu ve sayısız başka benzerleri, franchising yoluyla çalışan AVM esnafı) gelir akışının bütünüyle kesilmesi anlamına gelmiştir.

Öte yandan, proletaryanın hizmetler sektöründe çalışan bileşeni de büyük darbe yemiştir. ABD’de işsizlik ödeneği için başvuran insan sayısının altı haftada 30,3 milyona ulaşması, Fransa’da karantinanın ancak ayın yarısından sonra uygulandığı Mart ayında bile işsizliğin 7 yüzde puanı birden artış göstermesi ve benzeri vakalar normalleşmenin proletaryanın bu bileşeni için de yakıcı önem taşıdığını göstermektedir.

Nihayet, en belirgin biçimde Hindistan ve Brezilya gibi ekonomik eşitsizliğin doruğuna çıktığı veya kara Afrika ülkeleri gibi çok küçük bir azınlık dışında herkesin zaten yoksulluktan kıvrandığı, gecekondu mahallerinde yaşayan insanların kendisinin ve ailesinin günlük gıdasını o gün kazandığı parayla temin ettiği toplumlarda normalleşme açlıktan kurtulma umudu demektir.

Ne var ki, normalleşme taraftarı toplumsal kesimler arasında normalleşmeye duyulan ihtiyacın şiddetinden bağımsız olarak, devlet politikaları üzerinde esas etkiyi yapan, ülke çapında ve büyük ekonomik merkezlerde elbette büyük burjuvazi, taşra ve (federal ülkelerde) eyalet düzeyinde ise orta ve küçük sermaye ile küçük burjuvazidir. Öteki kategorilerin sesi yoktur ki konuşsunlar!

Burjuvazinin ve kapitalist devletlerin karantina ile normalleşme arasında kendilerini içine soktukları ikilemin boyutlarını iyi anlamak gerekir. Kapitalist ülkeler, zamanında Koronavirüs tehdidi ile baş edebilmek için yeterli kaynak ayırmamış oldukları için, ağır ve uzun karantina önlemlerine başvurmak zorunda kalmışlardır. Kendi ekonomilerini kendileri batağa soktuktan sonra şimdi bir canlanmanın peşine düşüyorlar. Ama başta tıp bilimlerinin iktidara kölece bağlı olmayan uzmanları olmak üzere, durumu soğukkanlı değerlendiren hemen hemen herkes aslında normalleşmenin son derecede tehlikeli olduğunu biliyor ve söylüyor. İleri kapitalist ülkelerde hastalık yeni pik yapmışken (yani en üst noktasına ulaşmışken) ikinci bir dalga başlarsa karantina uygulaması yeniden gerekecektir. Bu ise ekonomiyi bugünkünden de daha kötü bir duruma sokabilir. Yani başta yapılan bir hatalı kaynak dağılımı uygulaması, bugün en ileri kapitalist ülkeleri bile vahim bir açmaz ile karşı karşıya bırakmaktadır.

İşçi sınıfı açısından tercih edilecek yol açıktır: İkinci dalga tehdidinin doğabileceği koşullar ortadan kaldırılmadan önce normalleşme olmamalıdır. Toplumun bütün kaynakları halk sağlığı önlemlerinin gereklerine göre yeniden dağıtılmalıdır. Daha son günlerde bir televizyonda bir profesör utanmadan test sayısının arttırılması talebine karşı çıkmak için “buna kaynak mı yeter?” tutumunu savunabiliyor, “83 milyona test mi yapacağız?” diye soruyordu. İşte size Ekonomi 101’in dikte ettiği seçişin önündeki engel kafa! Halkın sağlığı gerektiriyorsa elbette kaynakları teste ayıracaksınız! Haftalardır halkın anlamadığı bir deyimle “filiasyon” deyip duruyorsunuz. Eğer test yapıp Koronavirüsün bulaşmış olduğu insanların temasta olduğu ve kendisi de virüsü kapmış olması ihtimali çok yüksek olan insanlara “ateşi yoksa zarar yok” tavrıyla yaklaşıyorsanız bunun hiçbir faydası yoktur! Filiasyon, yani virüsün izini sürme işlemi ancak hastanın temasta olduğu insanların hastalığının da erkenden tespit edilip tedavi ve karantinaya alınmasıyla işe yarar. Sağlık Bakanı 500 bin insanı tespit ettik diyor. Ne yaptınız? Ateşi yoksa “aman dikkatli olun” diye nasihat mı verdiniz?

Virüs gerçekten kontrol altına alınmadıkça normalleşme yapılmamalıdır. Bu süre boyunca temel ve zorunlu sektörlerde çalışma koşulları çok ciddi önlemlerle sağlığa uygun hale getirilmeli, bunların dışındaki sektörlerde ücretli izin hakkı tanınmalı, kayıtlı çalışmayanlar da dâhil olmak üzere, geri kalan işçi ve emekçilere virüsün yarattığı kriz sürdüğü sürece İşsizlik Fonu’ndan insanca yaşanacak düzeyde işsizlik ödeneği ödenmelidir. Esnaf ve zanaatkâr ise sağlık krizi boyunca işçilere benzer biçimde ekonomik olarak desteklenmelidir.

Bunların hiçbiri, yoksul insanları el açar hale getirmemelidir. AKP hükümeti belediyelerin halka yardımını engelleyerek suç işliyor. Buna karşılık CHP’lilerin biz de aş dağıtabilmeliyiz demesi ama ücretsiz izin (asgari ücretin yarısı) ve kısa çalışma ödeneği uygulamalarına muhalefet etmemeleri vahimdir. Halkı dilenmek zorunda bırakmayan, yasal temellere dayalı, haklarının olduğu biçimler altında ayakta tutun. Batık şirketleri kurtaracağınıza halkı yaşatın!

İşte Koronavirüsün ekonomi politiği: Burjuvazinin kölesi olan tıp profesörünün sözünü dinlemeyeceksiniz. Bütün kaynakların teste ve tedavi donanımına ayrılmasını talep edeceksiniz. Burjuvazi yapmayacak, siz de iktidarın işçi sınıfı tarafından ele alınmasını, yani hem virüsün kendisini hem de onu yenmek amacıyla iktidarı talep edeceksiniz!

Virüs “just-in-time” geldi!

Son bir noktaya değinerek bitirelim. Koronavirüsün yarattığı ekonomik kriz üzerine konuşulurken herkes mutlaka “tedarik zincirinde meydana gelen kesinti” ifadesini en az birkaç kez duymuştur. Çoğu insan da bunun ne demek olduğunu muhtemelen anlıyor. 1970’li yılların sonundan Üçüncü Büyük Depresyon’u tetikleyen 2008 finansal çöküşüne kadar yaklaşık 30 yıllık bir süre içinde dünya ekonomisinde üretim faaliyetleri çok büyük bir uluslararasılaşma geçirdi. Yeni iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin uygulamaya konulmasının ve ulusal ekonomilerin geçmişte para, mal ve sermaye akımlarının önüne dikmiş olduğu engellerin kaldırılmasının doğurduğu bir ortamda üretim süreçleri bölündü, değişik aşamaları farklı ülkelere dağıtıldı, ortaya yaygın olarak “tedarik zinciri” veya “meta zinciri” adı verilen, birçok ülkeyi ekonomik olarak birbirine daha fazla bağlayan bir uluslararası düzen çıktı.

Böylece, sermayenin üretici güçleri toplumsallaştırmasının uluslararası boyutları dev adımlarla gelişmiş oldu. Şimdi artık bütün ülkelerin ekonomileri birbirine daha çok muhtaç, daha çok bağımlı. Ama aynı kapitalist düzen yine tam da aynı dönemde başka bir şey daha yaptı. Kârlılığı yükseltmek için stoksuz çalışmayı üretim sistemlerinin ana direği haline getirdi. Başlangıçta Japonya’nın geliştirdiği bu teknik, zamanla bütün dünyaya yayıldı. Yukarıda devletlerin stok politikasını tartışırken gördüğümüz gibi, stok tutmak daima, kârlı biçimde değerlendirilebilecek kaynakları belirli mallar biçimi altında “dondurmak” demektir. Yani sermaye açısından rasyonel değildir. Ulusal ekonomiler açısından geçerli olan bu kural, tekil sermayeler için haydi haydi geçerlidir. Sermaye, bütün tarihi boyunca kârlılığı arttıracak üretim tekniklerinin ve iş düzenleme yöntemlerinin peşinde koşmuştur. Son yarım yüzyılın yeni rüzgârında stoksuz çalışma bu yöntemlerin en belirgini olmuştur. Stokunuz ne kadar düşükse elde ettiğiniz artı değer (kâr) o kadar düşük miktarda sermaye tarafından üretilmiş demektir. Bu da, doğal olarak, kâr oranınızı yükseltecektir.

Bu sisteme “just-in-time” adı verilmiştir. Bu, Türkçeye “tam zamanında” olarak çevrilebilir. Yani üretim süreci için gerekli olan hammadde, parça, her türlü girdi, tam tamına üretim için gerekli olduğu anda tedarik sistemine sokulacaktır. Bu sistemin, işçilerin çalışma düzeninde de bir izdüşümü vardır. Bu çağın üretim sürecine damgasını vuran uygulaması “yalın üretim”in bir boyutu stoksuz çalışma ise, bir boyutu da işçinin emeğinin her katresini akıcı hale getirmek, yani emek sürecinde hiçbir boşluk kalmasına izin vermemektir. Ama emek süreci doğası gereği o dönemin üretim sürecine içsel olduğu için şimdiki tartışmamız açısından bu konu bizi ilgilendirmiyor.

“Just-in-time” sistemi, sola yatkın bazı iktisatçılar da dâhil olmak üzere işletme uzmanları ve ekonomistler arasında göklere çıkartılmış, dâhiyane bir sistem olarak görülmüştür. Kimse bu sistemin kapitalist üretim tarzının tarihi çelişkisi içinde nereye yerleştiğini sormamıştır. Bu tarihi çelişki, okurlarımızın çoğunun gayet iyi bileceği gibi, kapitalizmin bir yandan üretici güçleri çok ileri düzeyde toplumsallaştırırken bir yandan da üretim ilişkilerini özel mülkedinme boyunduruğu altında tutmasıdır. Bütün üretim sistemleri birbirine bağımlı hale gelmiştir. Her birinde alınacak kararlar sistemin geri kalanında devasa etkiler yaratacaktır. Bu durumda bunlar hakkındaki kararların hep bir arada, eşgüdüm içinde, bir planlama süreci temelinde verilmesi gerektiği berrak bir doğrudur. Üstelik toplumsallaşma dünya çapına yayıldığı için planlamanın da o ölçüde uluslararası ölçekte yapılması gerekir. Ama öte yandan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet bütün bu kararların parçalanmış biçimde, yek diğerinden bağımsız olarak verilmesini dayatır. Büyük şirketler kendi işlerinin bütünüyle planlı yapar. Bu da planlamanın olanaklarını arttırır. Ama bunlar bir okyanusta adalar gibidir. Planlama adaları piyasa anarşisi okyanusunda dev bir çelişki doğurur.

“Just-in-time” sistemi tekil özel sermayenin çıkarları uğruna stoksuz çalışmayı getirmiştir. Oysa dönem, üretim süreçlerinin parçalanması, birçok işletmenin üretime devam edebilmesi için başka işletmelere daha da fazla bağımlı hale gelmesi dönemidir. Üstelik, bu işletmeler farklı ülkelerde konumlanmıştır. Yani tek tek ulusal ekonomilerin yaratabileceği koşullar da her işletmenin sayısız faktöre bağımlı hale gelmesi demektir. İşte size Marx’ın kapitalist üretim tarzının temel hareket yasası olarak ortaya koyduğu çelişkinin somut, cisimleşmiş, belirli bir iş idaresi yöntemi biçimini almış muhteşem bir örneği!

Bugün “tedarik zinciri” üretimin birçok noktada sarsılmasına yol açıyorsa, bu, bir yandan üretim toplumsallaşmasının açık bir ifadesi, bir yandan da stoksuz çalışmanın bu toplumsallaşmadan doğan gerilimleri on katına, yüz katına çıkarmış olduğunun tescilidir!

Durum Nasrettin Hoca’nın eşeğini açlığa alıştırmaya çalışması hikâyesini hatırlatıyor. Hani Hoca eşeğe verdiği yem miktarını günbegün azaltmış, hayvan sonunda ölmüş de Hoca “tam alıştırıyorduk, ölüverdi” diye dertlenmiş ya. İşte sermaye de üretim sistemlerini stoksuz çalıştırmaya tam alıştırıyordu ki… Koronavirüs ortalığı tarumar etti! Üretici güçlerin böylesine toplumsallaştığı ve uluslararasılaştığı bir dönemde siz geleceğinizi (tekil sermaye olarak da, ulusal ekonomi olarak da) kontrol edemeyeceğiniz faktörlere böylesine teslim ederseniz, daha ne “tedarik zinciri” kopuklukları ve çöküşleri yaşarsınız!

İnsanlığın bugün geldiği yerde üretim sistemi planlama diye haykırıyor. Bu gerçekleşmedikçe her defasında daha derin krizler çok insanın ve çok toplumun başını yakacaktır. Dünya devrimi bunun için gereklidir, zorunludur!

Koronavirüsün ekonomi politiğinin son dersi de budur.

 


[1] Jennifer Kahn, “How Scientists Could Stop the Next Pandemic Before It Starts”, New York Times Magazine, 21 Nisan 2020. Bu çok önemli alıntıya dikkatimizi çeken dostumuz ve yoldaşımız E. Ahmet Tonak’a teşekkür ederiz. Biz bunu ilk günden beri söylüyoruz. Ama seçkin bir Amerikalı doğa bilimcinin ağzından aynı şeyi duymak epeyce anlamlı.