DİSK Genel Kurulu vesilesiyle geçmişe dönüşler

Alper Taş’ın partisinde, bize, bugün kendisinin ifade ettiği düşünceler yüzünden yıllar boyunca saldıran, liberalizmin sözcülüğünü yapan, ÖDP’yi sınıf politikasından uzak tutan insanlar, hâlâ önemli konumlarda bulunuyor. Alper Taş’ın partisi bugün kendi içinden kopan liberal bir kanada kızgınlığı dolayısıyla sabah akşam liberalizme karşı salvolar yöneltiyor. Peki, ÖDP’den kopan bu liberaller 90’lı yıllarda, tam da dünya ve Türkiye solunda liberalizmin en parlak dönemini yaşadığı dönemde liberal değildi de 2000’li yıllarda mı liberal oldu?

DİSK’in 14. Genel Kurulu Grup Yorum’un söylediği Enternasyonal marşı ile açıldı. Marş başlar başlamaz konuklardan ve delegelerden bir bölümü ayağa kalktı ve sözlerini tam bilmese de marşa katılmaya çalıştı. Bir bölümümüz de elbette dünya işçi sınıfının mücadele geleneğine uygun olarak yumruklarımızı kaldırdık havaya. Biz, kendi çizgisini çok militanca izleyen, yönetimi sağcı bir sendikanın delegelerinin arasına oturtulmuşuz. Onların çizgisi Enternasyonal’i, hele hele havaya kalkan yumrukları sevmez. Marş bitip yerimize oturduğumuzda yan koltuktaki (bu sendikada epeyce yetkili bir konumu olan) kişinin arkadaşına “bu ne biçim iştir?” diye şikâyet ettiğini duyduğumu sanıyorum.

Başka ideolojik iklimlerden gelenlerin Enternasyonal marşına karşı olmalarını anlamak çok zor değil. Ama ya geçmişte kendine “komünist” diyen ya da Mahir Çayan’ın geleneğinden gelen insanların Enternasyonal’e tepki duymasını, ondan uzak durmayı istemesini nasıl yorumlamak gerekir? DİSK Genel Kurulu’nda Enternasyonal çalarken bunu düşünmeden edemedim.

Yıl sanıyorum 1997. ÖDP 1996 başında kurulmuş, 1997 sonlarına doğru ilk Büyük Kongre’sine hazırlanıyor. İstanbul İl Kongresi öncesinde İl Yönetim Kurulu’nda ateşli bir tartışma. İl Kongresi’nin açılışında Enternasyonal söylenmeli mi, söylenmemeli mi? İl Yönetim Kurulu’nun çoğunluğu bizim teklifimize karşı. Enternasyonal’in söylenmemesi gerektiği kanısında. İşçi hareketinin içinden gelen bir üye (amacımız bireylerle uğraşmak olmadığı için ad vermiyorum) Enternasyonal’in sözlerinin aşırı kanlı olduğu kanaatinde: “Cellatların döktüğü kan/ Bir gün onları boğacak/ Bu kan denizinin ufkundan/ Kızıl bir güneş doğacak” mısralarını kastediyor. Enternasyonal marşının söz yazarının kan düşkünü olmadığını, bu kanı burjuvazinin döktüğünü unutuyor. Esas amacı, burjuvazi ile proletarya arasındaki kanlı hesaplaşmayı ufkumuzdan dışlamak. Bunun yerine, hemen hemen bütün üyeleri kendine “sosyalist” diyen ÖDP’nin, Türkiye’nin en büyük kentinde yapmakta olduğu İl Kongresi’nde Beethoven’in 9. Senfonisi’nin son bölümünü öneriyor!

Hoppala mı dediniz?  Demeyin. Tam tamına böyle! 1990’lı yıllarda solun yaygın kesimleri Marksistlere böyle konularda bile sıkıntı çektiriyorlardı. Bu müthiş önerinin anlamını çıkaramamış olabilirsiniz. Beethoven’in 9. Senfonisinin son bölümü “Sevince Övgü”, Avrupa Birliği’nin yarı resmi marşıdır da ondan!

İşin özeti şu: Programında sosyalizmi savunan bir partinin, üstelik işçi sınıfı çalışması içinden gelen bir üyesi, uluslararası işçi sınıfının devrimci marşının yerine Avrupa Birliği’nin marşını koymak istiyor!

Sonuçta ne oldu? Bizim de içinde çalışmakta  olduğumuz Sosyalist Emek İnisiyatifi (SEİ) platformunun mensupları, İstanbul İl Kongresi açıldığında salondan Enternasyonal’i fiilen söylemeye başladı. Tabii, işçi sınıfının uluslararası marşını susturmaya kimse cüret edemediğinden marş söylendi. Ama sadece bir azınlık tarafından!

Şimdi filmi hızla ileri saralım. 2012 yılında DİSK’in 14. Genel Kurulu Enternasyonal marşı ile açılıyor. Bu ne demek? İşçi hareketinin bir kesimi için Enternasyonal hâlâ özbeöz kendi marşı demek.

Bu karşıtlığın anlamını düşünebiliyor musunuz? Sendika (ve sendikal konfederasyon) her siyasi görüşten işçiyi sınıf çıkarları temelinde bir araya getiren bir örgüttür. Bu karakteri dolayısıyla, siyasi ve ideolojik konularda çok hassas olmak zorundadır. (Yukarıda aktardığım yönetimi sağcı sendikanın yetkilisinin tepkisi bunun DİSK için de geçerli olduğunu gösteriyor.) Parti ise toplumsal, siyasi ve ideolojik konularda taraf demektir. Yani kendini toplumun geri kalan bölümünden ayıran insanlardan oluşur. Sendika bazen sınıfın çıkarına olduğu halde bazı şeyleri ortaya koymayabilir, şayet tabanındaki birçok işçiyi bu yüzden sınıf mücadelesinden uzak durmaya itme riski varsa. Parti ise tam tersine kendini toplumun geri kalanından ayıran yanların altını çizmelidir, ki basit bir seçim aygıtına dönüşmesin.

Ama ne görüyoruz? Sosyalist bir partinin, Türkiye’nin siyasi bakımdan en gelişkin ili olması gereken İstanbul il örgütünün yönetimi, bir sendikanın yönetiminin doğal bir şeymiş gibi kabul ettiği şeyi kabul edememiş. O yönetimde bizi (yanlış hatırlamıyorsak) tek başımıza bırakan, Enternasyonal’in söylenmesini reddeden dostlarımızdan bazıları, DİSK Genel Kurulu’nda hazır bulunuyorlardı. Geçmişte gösterdikleri geri, tekrarlıyorum geri tepkiyi düşünerek utanmışlar mıdır? Utanç çok ileri bir duygudur. Hatadan dönmenin önkoşuludur. Hatasından utanmayan o hatayı hep yapacak demektir. O yüzden soruyoruz.

Marksizme karşı Beethovenciliği savunan (!) dostumuza gelince. Kendisi bugün eski çizigisini terketmişe benziyor. İşçi hareketi ve işçi sınıfının sorunları üzerine çok bilgili yazılar yazıyor. Ben çok faydalanıyorum. Eskiden mensup olduğu sol liberal akımdan uzaklaşıyor. 12 Eylül 2010 anayasa referandumu konusunda sol liberallerle sert polemiklere girdi, hâlâ giriyor. Memnuniyetten başka bir şey ifade edemem. Bizim sorunumuz gerçekten bireylerle değil, işçi sınıfının mücadelesini zayıflatan fikirlerle.

Ama bu dostumuz, bir gün özeleştiri yapsa iyi olur. Neden gerekiyor özeleştiri? Çünkü, aynen utanmak gibi, özeleştiri de gelecekte aynı hatayı tekrarlamamızı engeller de ondan. Hıristiyan dininin itiraf mekanizmasıyla sosyalist hareketin özeleştiri geleneğinin farkı burada yatıyor.

Onun için zaman zaman Diyojen gibi elimize lambayı alıp dürüst bir liberal aradığımızı yazıyoruz.

Alper Taş’ın konuşmasından bir tema

Buraya kadar adını vermediğim, eski dönemin ideolojik tartışmalarında yapılan büyük yanlışların sorumlularından biri olan bir sosyalisti eleştirdim. Şimdi ise, geçmişte yapılan ideolojik yanlışlarda ne derecede katkısı olduğunu bilemeyeceğim, ama o ideolojik hataları yapan akımlardan birinden gelen birinden mecburen adını da kullanarak söz edeceğim.

ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, DİSK Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada çeşitli konulara değindi. Benim üzerinde durmak istediğim, çok spesifik bir nokta. Alper Taş, konuşmasının bir yerinde sınıf mücadelesinin sona ermiş olduğunu, artık önem taşımadığını söyleyenleri hedef aldı ve mealen dedi ki: “Tam da siz sınıf mücadelesi artık önemli değil derken, sermaye işçi ve emekçi sınıflara tarihin en büyük ve en kapsamlı taarruzunu yöneltiyor.”

Yine geçmişe, yine 90’lı yıllara götürdü beni Alper Taş’ın söyledikleri. ÖDP’deki ilk görevimiz olan İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeliği sırasında ilk 1 Mayıs’ta, yani 1996 1 Mayıs’ında, İstanbul İl Örgütü’nün yayınlayacağı bildirinin ilk taslağının yazılması görevi (nasıl olduysa!) bize verilmişti. Elimizden geldiğince bir şeyler yazdık. Yönetim Kurulu yazdığımız taslağı “işçici” (bazen kullanılan terimle “uvriyerist”) bularak reddetti. Kurul’un, Kürt sorununa duyarlı olduğu için en iyi anlaştığımız üyelerinden biri bize kızarak toplantıyı terketti. Öteki üyelerden, DİSK’te ilk günlerden itibaren çok önemli görevlerde bulunmuş bir arkadaşımız veya yine DİSK’in bir sendikasının yöneticisi bir arkadaşımız (çok sevdiğimiz iki insan) en ufak bir müdahalede bulunmadılar. Mesela şöyle diyebilirlerdi: “Arkadaşlar, ne diyorsunuz siz? İşçi sınıfının uluslararası dayanışma ve mücadele günü için yazılmış bir bildiri bu. İşçi sınıfını merkeze almasın da yok olan kuş türlerini mi işlesin?” Demediler. 1 Mayıs için yazılmış bir bildiri taslağının sınıfı merkeze almış olması dolayısıyla suçlandığımız için biz hayretler içinde kaldık. Yine yanılmıyorsak, 21 kişilik İl Yönetim Kurulu’ndan tek bir kişi bile bizi desteklemedi!

Sonra, 1997 Kongresi’nde hasbelkader partinin merkez organlarına seçildik. Orada, Kürt sorununu en sık gündeme getiren üyelerden biri idik. Parti Meclisi kadın sorununu tartışırken kadın yoldaşlarımızın kendilerine en yakın müttefik olarak gördükleri erkek yöneticilerden biri idik. (Her ikisinin de tanıkları hayatta! Tutanaklar da herhalde duruyordur.)

Bunları neden söylüyoruz? Çünkü bütün bunlara rağmen, işçi sınıfının önemini gündeme getirdiğimizde kürsüden “Sungur Savran sınıf indirgemecidir” suçlamasıyla karşı karşıya kaldık. Hani “ağzıyla kuş tutsa” diye bir laf vardır ya, tam tamına öyle. Sınıf dışı ezilenlerin en faal destekçilerinden biri, sınıftan söz edince “sınıf indirgemecilik” ile suçlanıyor!

Sınıf bâbında ÖDP’den anlatılacak daha çok öykü var, ama burada kesiyoruz. Bu öyküler, tabii, bizimle değil ÖDP ile ilgili birtakım hakikatleri ortaya koyuyor. Biz Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm olarak, ÖDP’ye solun çok büyük kesimlerini bir araya topladığı, içinde en başta eski TKP geleneğinden gelmiş birçok öncü işçi yer aldığı için, bir büyük işçi-emekçi partisi oluşturmaya uygun olabilir umuduyla girmiştik. Başından sonuna kadar bir grup olarak disiplinli bir biçimde davrandık ve bu amacın gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu görünce, hatta belki de biraz gecikmiş bir biçimde, partiden grup olarak ayrıldık (ve kimimiz de “demokratik” biçimde atıldık!). Yanıldığımız konu şuydu: Devrimci Yol ve tarihi TKP’den gelen kadrolar ile partide temsil güçlerine ve entelektüel çaplarına göre ölçüsüz bir kudret kazanmış bazı aydınlar, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte sınıf mücadelesinden ve Marksizmden bütünüyle yüz çevirmişlerdi. Sol liberalizmden ve postmodernizmden fena halde etkilenmişlerdi. Sınıf kelimesini duyunca ürtiker tutuyordu bu insanları. Onları bir işçi-emekçi partisi fikrine kazanmak mümkün değildi. Buraya kadarı malumumuzdu. Ama partinin çoğunluğu da onlardan yanaydı. Sendikacı ve işçi unsurlar da eski geleneklerine kölece bağlanmışlardı. Gelenekler sınıf mücadelesinin merkeziliği fikrini terk edince, sendikacılar ve öncü işçiler de en azından sus pus olmuşlardı. Bunu hesaplayamamıştık.

Yukarıda anlattığımız bütün öyküler işte o dönemde genel olarak sol aydınlara, özel olarak ÖDP’ye hâkim olan bu atmosferi canlandırıyor gözlerde. Peki Alper Taş’ın DİSK Genel Kurulu konuşmasında ifade ettiği fikir? O fikri, onun partisinde hâlâ yer almakta olan ve en ufak bir özeleştiri yapmamış eski kuşaktan insanlara karşı o dönemde sürekli dile getiren kulunuzdu da, Alper Taş’ın sözleri bizi o yüzden yıllar öncesine götürdü. 90’lı yıllarda yazdıklarımıza bakanlar, sınıf mücadelelerinin sadece işçi sınıfı tarafından verilmediğini, burjuvazinin de sınıf mücadelesi yaptığını sürekli vurguladığımızı, 1980’li yıllardan itibaren dünyada ve Türkiye’de burjuvazinin tarihte az görülmüş yoğunlukta bir sınıf mücadelesi taarruzu başlattığını ileri sürdüğümüzü, hatta postmodern aydınları bu yüzden “Ağustos böcekleri”ne benzettiğimizi kolaylıkla görebilirler. Alper Taş, bugün kendi bağımsız düşünce süreçleri içinde aynı kanaate ulaşmış olabilir. Ne güzel! Artık bu konuda aynı düşünüyoruz! Ama burada bir sorun yok mu?

Alper Taş’ın partisinde, bize, bugün kendisinin ifade ettiği düşünceler yüzünden yıllar boyunca saldıran, liberalizmin sözcülüğünü yapan, ÖDP’yi sınıf politikasından uzak tutan insanlar, hâlâ önemli konumlarda bulunuyor. Alper Taş’ın partisi bugün kendi içinden kopan liberal bir kanada kızgınlığı dolayısıyla sabah akşam liberalizme karşı salvolar yöneltiyor. Peki, ÖDP’den kopan bu liberaller 90’lı yıllarda, tam da dünya ve Türkiye solunda liberalizmin en parlak dönemini yaşadığı dönemde liberal değildi de 2000’li yıllarda mı liberal oldu? Bu, mantığa pek uygun düşmediğine göre, bugün EDP kopuşuna katılmayan ve ÖDP’de kalan birtakım şahsiyetler, neden o gün solun ve partinin saflarında liberalizme karşı mücadele ettiğimiz için bize neredeyse düşman olmuşlardı? Daha da ötesi, o liberallerden bir bölümü hâlâ ÖDP’nin saflarında değil mi? Biz ÖDP’nin bugünkü yönetici veya önder kadrosunun (bunu nasıl okursanız öyle okuyun) özeleştiri verdiğini hiç duymadık. Acaba bu, bu insanların yarın gene aynı yola sapabilecekleri anlamına gelmiyor mu?

Alper Taş, o zamanlar genç bir kadro idi. Yiğit bir mücadele adamıydı. Güçlü bedeniyle beş-altı polisin bile kendisini durduramadığı sokak kavgaları verirdi. Ama dediğimiz gibi gençti. O dönemin yöneticilerinin sapmalarını belki kavrayamıyordu, belki geleneğe saygısından susuyordu. Bugün ise partinin başkanı. Artık partiyi liberal sapmadan arındırmak için yetkisi ve görevi olmalı. Hele hele DİSK Genel Kurulu’nda sözünü ettiği türden hataları yapanların bu hatalarında ısrar etmeleri halinde partinin geleceğini tehlikeye düşüreceklerini iyi görmeli.

Sonuç

Tarih ve pratik, haklı ile haksızı ayırma konusundaki rollerini şaşmaz şekilde oynuyorlar.