Özel hastanelerde devletlû bebek katliamı!
“Yenidoğan çetesi”nin devletin içine uzanan kolları ve kontrgerilla bağlantıları etkin şekilde soruşturulsun ve cezalandırılsın!
Sağlık Bakanı Memişoğlu görevden alınsın, eski bakanlar Fahrettin Koca ve Mehmet Müezzinoğlu ile birlikte tutuklu yargılansın!
Sağlıkta özelleştirme katliam demektir! Tüm Özel hastaneler kamulaştırılsın!
Özel hastanelerde bebek katliamı İstanbul’da ve çevre illerde bazı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde/servislerinde hastane patronlarının, doktor ve diğer sağlık personelinin dâhil olduğu bir çete mekanizması kurularak SGK’dan daha fazla para almak için, bebeklerin sistemli bir şekilde ölüme terk edildiği ortaya çıktı. Bu yaşanan skandalın “yenidoğan çetesi” olarak kamuoyunda tartışılması yaşananların boyutunu hafifletiyor ve gerçekliği çarpıtıyor. Özel hastanelerde para için bebek katliamı yapılmıştır. Bu kanlı para SGK’dan özel hastanelere aktarılmış ve hastane patronları ile yenidoğan yoğun bakımlarını, yasaya ve yönetmeliğe aykırı şekilde taşeron olarak işleten organizasyon arasında paylaşılmıştır.
Bebek katliamını yapan katliamdan para kazanan, katliama göz yuman herkes tutuklu yargılansın ve cezalandırılsın!
Bu katliamı gerçekleştiren ve basında çete olarak adlandırılan organizasyon bu suçu devlete karşı işlemiş değildir. Hatta savcılık iddianamesine göre bu suçlar uzun bir süre devlete rağmen işlenmiş de değildir. Özel hastanelerdeki bebek katliamının neresinden tutarsanız tutun karşınıza istibdad rejiminin kirli yapısı çıkmaktadır. İddianameye göre bakıldığında bebek katliamının bir ucunda kontrgerilla diğer ucunda sağlık tüccarları tam orta yerinde de devlet mekanizması bulunmaktadır.
Bebek katliamı ile ilgili 2023 yılında yapılan şikâyet İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü’ne iletilmiştir ancak müdürlük konuyu SGK’ya bildirmek dışında hiçbir işlem yapmamıştır. Dönemin İl Sağlık Müdürü bugün Sağlık Bakanı olan Kemal Memişoğlu’dur. Dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca özel hastanelerin sıkı şekilde denetlenmesini istemeyen çünkü kendisi de Medipol Hastaneleri’nin sahibi olan bir sağlık tüccarıdır. Bebek katliamının yapıldığı hastanelerden olan Özel Avcılar Hastanesi’nin kurucusu eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’dur. Müezzinoğlu ailesi halen bu hastanenin ortağıdır. Bebek katliamına göz yuman Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu derhal görevden alınmalı, dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve kurduğu ve ailesi üzerinden ortağı olduğu hastanelerde bebek katliamı yaşanan Mehmet Müezzinoğlu ile birlikte tutuklu yargılanmak üzere mahkemeye sevk edilmelidir.
Bebek katliamını soruşturan savcıya kontrgerilla tehdidi
Ancak katliamın devlete uzanan boyutları sağlık bakanlığı ile sınırlı değildir. Soruşturmayı yürüten ve bu kapsamda katliam sanıklarını tutuklatan Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcısı Yavuz Engin’in makamında tehdit edilmesine dair görüntüler çok çarpıcıdır. Bu görüntülerde cumhuriyet savcısını tehdit eden Mustafa Kemal Zengin isimli şahıs kendini bir devlet görevlisi olarak tanıtıyor. Bu kişi savcıyı telefon yazışmalarına kadar takip eden bir grubun varlığından bahsediyor ve savcının aile fertlerine zarar vermeyi planladıklarını söylüyor. Bu kişileri “devletin içinde devletin kullandığı adamlar”, “MHP’nin zamanındaki devletin kullandığı tetikçilik yapan insanlar”, “eski Türkeş’in korumalığını yapan insanlar” (iddianame kapsamında tutuklanan Murat Manuş, Türkeş’in değil ama Devlet Bahçeli’nin koruma müdürlüğünü yapmış), “yurtdışında suikast yapan timler”, “Papa’ya Abdi İpekçi’ye suikast düzenleyenler” şeklinde tanımlayıp bunların Çakıcı, Şahinler, Sarallar gibi mafya gruplarını tetikçi olarak kullandığını belirterek, kontrgerilla olarak bilinen NATO mahsulü şebekenin bu işin arkasında olduğuna işaret ediyor. Mustafa Kemal Zengin’in bu görüntüleri basına düştükten ve kendisi tutuklandıktan sonra bu konuşmalara sanki bir dolandırıcılık vakası muamelesi yapıldığını görüyoruz. Yani sanki Mustafa Kemal Zengin’in kafasından savcıyı korkutacak bir hikâye tasarlamış olduğu ancak kontrgerilla ile gerçekte bir ilişkisi olmadığı varsayılıyor. Oysa yaşananlar ortada basit bir dolandırıcılık vakası olmadığını kanıtlayan niteliktedir.
Tetikçinin MİT kimliği sahte bile olsa onu hapisten çıkaran gerçek ve derin ilişkiler var
Oysa iddianame tam tersine işaret etmekte. Savcı ilk defa Mustafa Kemal Zengin tarafından tehdit edilmiyor. Daha önce de telefonla kendisini arayan kişiler savcının konum bilgilerini söyleyerek ölüm tehdidinde bulunuyor. Bu bilgileri çeteye sağladıkları için üç polis daha sonra gözaltına alındı. Savcıyı vurmakla görevlendirilen ve tutuklamaların başlamasının ardından teslim olan Muhammet Emin Orhan’ın ifadesi de Mustafa Kemal Zengin’in devlet bağlantılarının hayal mahsulü olmadığına işaret ediyor. Tetikçi Mustafa Kemal Zengin’den MİT kimliği ve kimlikle birlikte silah, mermi, resmî koruma kıyafet alıyor, kendisine MİT adına görevler veriliyor, bu görevler kapsamında kuryelik yapıyor, kendisine tahsis edilen çakarlı araçla Hakkari’den iki TIR’a Ankara ve İstanbul’a kadar eşlik ediyor. Bir aşamada yakalanarak cezaevine giriyor. Basında “sahte MİT’çi yakalandı” haberleri yapılıyor. Ancak hapishanede kendisine MİT adına zarf içinde maaşını veren kişi tarafından ziyaret ediliyor. Bu kişi “devlet içindeki gizli bir birim olduklarını ve bağlantılarını deşifre etmemesini, kendisini kurtaracaklarını” söylüyor. Nitekim bu kişinin ziyaretinden kısa bir süre sonra Muhammet Emin Orhan’ın tahliye edilmesi, kimlik “sahte” dahi olsa devlet ilişkilerinin bu kadar ağır suçlara bulaşmış birini kolayca hapisten çıkaracak kadar “gerçek” olduğuna işaret ediyor. Üstelik hapisten çıktıktan sonra Mustafa Kemal Zengin bu tetikçiyle tekrar ilişkiye geçiyor ve kendisine verilen son görev de savcıyı arabasının içinde vurmak oluyor.
Devletlû ilişkiler açığa çıkmadan yargılamanın adil ve bağımsız bir şekilde yürütülmesi mümkün değildir
Muhammet Emin Orhan’ın ifadesi üzerinden onu devlet otoritesini kullanarak birtakım suçlarda kullanan, içeri düştüğünde hapisten çıkaran ve yeniden suikastla görevlendiren iradenin üzerine gidilmelidir. Aksi takdirde savcıya yapılan tehdit boşa çıkmış olmayacaktır. “Tehditlere boyun eğmeyen kahraman savcı” imgesi de bir masaldan ibaret kalacaktır. Zira devletlû boyutları olan bir bebek katliamının suçu bir çeteye indirgenmekle hakikat ortaya çıkmış olmaz. Savcının yaşadıkları ağzı laf yapan bir dolandırıcının basit bir blöfünden ibaret olsaydı kendisi şehrin göbeğindeki operasyonları polise değil de jandarmaya yaptırmak zorunda kalmazdı. Basında bu kadar gündem olmasına rağmen mevcut güvensizlik ortamının değiştiğine ve yargılamanın kontrgerillanın unsurlarının müdahalesinden bağımsız adil ve hür bir ortamda gerçekleşeceğine dair bir güvence bulunmamaktadır.
Katliamı yapanların ceza aldığı, katliamdan para kazanan hastane patronlarının, savcı tehdit edecek kadar ileri giderek katliamcıların silahlı korumalığını yapan ve şüphesiz kanlı paradan payını fazlasıyla alan kontrgerilla unsurlarının, bakanlıktan sağlık müdürlüklerine katliama göz yuman devlet yetkililerinin bu işten yargılanmadan ve ceza almadan kurtulduğu bir yargılama süreci olursa hangi tehdidin boşa çıkmış olduğundan bahsedilebilir? Neticede iddianame hazırlanmış ve savcıyı mahkemede tehdit eden kişinin ifadesiyle sanıkların arkasındaki tehlikeli tiplerin işleri hallettiği Bakırköy adliyesine sevk edilmiştir.
Etkin soruşturma isteyen ve sağlıkta dönüşümü suçlayan Türk Tabipleri Birliği’ne karşı kontrgerilla sözcüleri psikolojik harekât yürütüyor
“Yenidoğan çetesi” lideri olduğu öne sürülen Dr. Fırat Sarı’nın eski bir PKK hükümlüsü ve mevcut bir İyi Parti üyesi olması da meseleyi sulandıracak bir şekilde tartışmaya dâhil ediliyor. Oysa bu sicil tam da Türkiye’deki kontrgerilla yapılanmasıyla uyumludur. Kontrgerilla pek çok kirli operasyonunda PKK itirafçılarını kullanmıştır. Onlara askeri kimlikler dahi çıkarmıştır. Faili meçhul cinayetlerde tetikçi olarak görevlendirmiştir. Fırat Sarı’nın geçmişte PKK hükümlüsü olması bebek katliamını gerçekleştiren organizasyonun kontrgerilla ile bağlantısıyla bir çelişki arz etmez.
Bebek katliamı sanığı Fırat Sarı’nın PKK hükümlüsü olması üzerinden Türk Tabipleri Birliği (TTB) sanki bu konuda susuyormuş algısı yaratılması yoluyla ona yönelik suçlama yaparak hedef saptırmaya çalışanlar ise utanmazca bir ikiyüzlülük içindedir. TTB derhâl bu konu ile ilgili açıklama yapmış ve yetkili oda olan İstanbul Tabip Odası soruşturma başlatmıştır. Gerçekte istibdadın basındaki sözcüleri tarafından TTB’nin suçlanmasının sebebi suskunluğu değil tam tersine konuştuklarıdır. Çünkü Tabip Odaları bu yaşanan bebek katliamını kınamakla ve suçluların en ağır şekilde cezalandırılmasını istemekle yetinmemiş, iktidarın “sağlıkta dönüşüm” adı altında uyguladığı sağlıkta ticarileştirme politikalarının sorumluluğunu da ortaya koymuştur.
TTB adına yapılan açıklama, haklı olarak, hastane patronları ve devlet yetkilileri soruşturmadan vareste tutulurken, ilgili hastanelerin kapatılması ile suçsuz sağlık çalışanlarının mağdur edildiğinden de söz etmektedir. TTB bu haklı eleştirisine soruşturmaya konu hastaneler başta olmak üzere tüm özel hastanelerin sağlık emekçileri denetiminde kamulaştırılması talebini de eklemelidir. Zira yaşanan bebek katliamı sağlıkta özelleştirmenin, sağlık ve yaşam hakkını çiğneyen en uç noktasıdır. Bu düzeyde olmasa da özel hastanelerde her an sağlık ve yaşam hakkı ihlal edilmekte, hastalara sırf kâr amacıyla ihtiyacı olmayan hatta zarar veren tetkikler ve tedaviler uygulanmaktadır. Halkın kamu hastanelerinden yararlanma koşulları giderek zorlaştırılmakta ve insanlar sağlık hizmeti almak üzere sağlık simsarlarının hastane adı altındaki ticarethanelerine gitmeye zorlanmaktadır. Emekçi halkımız Türkiye’de sağlık sisteminin büyük ölçüde özelleştirildiğini ve kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılıp sermaye için kâr elde edilebilecek bir pazara dönüştürüldüğünü hatırlamalıdır. Bu son skandal, tam da sağlıkta özelleştirmenin emekçi halkın sağlık hizmetlerine erişimini her gün daha zor hâle getirmesinin yanında başka ne tür vahim sonuçlara da yol açabileceğini çok acı bir şekilde göstermektedir.
“Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile beraber sağlıkta özelleştirme “şahlandı”
Vatandaşların sağlık hizmetlerine ulaşmasını zorlaştıracak, hatta engelleyecek her türlü neden halkın sağlık düzeyini kötüleştirici rol oynar. Bu nedenlerin başında sağlık hizmetlerinden para alınması gelir. 1980’lerde başlayarak dünyayı etkisine alan neoliberal politikalar ile birlikte 1990’lardan itibaren sağlık hizmetleri özelleştirmeye başlandı. Türkiye için konuşursak, sağlıkta özelleştirme, 1990’lı yıllarda ilk adımlar atıldıktan sonra 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile ivme kazandı. Adına “Sağlıkta Dönüşüm Programı” dediği, sağlıkta özel sektörün ağırlığını arttırmayı, sağlığı paralı hâle getirmeyi, aynı zamanda sağlık emekçilerini güvencesizleştirmeyi ve örgütsüzleştirmeyi amaçlayan programı ile hem özel sağlık sektörü “şahlandı”, hem de kamunun verdiği sağlık hizmetleri yıldan yıla artacak şekilde paralı hâle geldi.
Rakamlar bu gerçekliği net bir şekilde ortaya koyuyor. Türkiye’de özel hastane sayısı 2002’de 271 iken 2023’te iki katını aşarak 565 oldu. Hastane yataklarının 2002’de %7,5’i özel hastanelerde iken bu oran 2023’te %20,5’e yükseldi. Konumuzun merkezinde olan yoğun bakım yatak sayılarının ise 2002’de % 45’i özel hastanelerde iken 2023’te bu oran % 35’e gerilese de yenidoğan yoğun bakım yatak sayıları açısından durum tam tersi. Yenidoğan yoğun bakım yatak sayılarında 2002’de % 38 olan özel sektör ağırlığı 2023’te % 52’yi aşmış durumda. Bu sayılar bile yıldan yıla sağlık hizmetlerinin sistematik bir şekilde özele nasıl devredildiğini gösteriyor.
İşin içinde para olunca, her şey ona göre şekilleniyor
Şu soruyu sormamız önemli: Niye yenidoğan yoğun bakım yatak sayısı oranlarında özellerin ağırlığı diğer servislerdeki oranlara göre belirgin olarak baskın? Bunun nedeni, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) geri ödeme mekanizmasında yatıyor. SGK, yoğun bakım yataklarına diğer servis yataklarına göre çok daha fazla para ödüyor. Bu nedenle yoğun bakım yatağı açmak özel hastaneler için tercih edilir oluyor. Bir önemli ayrıntı da şu: SGK, yoğun bakıma yatan bir hasta için, hastaya ne kadar harcama yapıldığına bakmaksızın yattığı gün başına sabit bir ücret ödüyor. Ayrıca, özel hastaneler kârlarını korumak için yoğun bakım personel sayısını azaltıyor, ücretlerini düşürüyor ve yoğun bakım hastalarına vermesi gereken sağlık hizmetinin niteliğini aşağıya çekiyor. Bu olayda da aslında şahit olduğumuz yöntemlerden biri de bebeklerin yoğun bakıma yattığı gün sayısının gerekmediği hâlde arttırılması. Taburcu olabilecek bebekler taburcu edilmeyerek, boş yatak oluşması engelleniyor. Böylece SGK’dan alınacak para en yüksek düzeye çekilmiş oluyor.
Denetlemeden sorumlu kamu otoritesi hesap vermelidir!
Olayın her detayı aydınlanmış değil. Ancak normalde her bir yenidoğan ölümü soruşturulmalıyken bazı kaynaklara göre 12 bebeğin ölümü niye beklendi? Tek bir bebek ölmeden açığa çıkarılabilecek bir çete yapısı, soruşturmanın başladığı söylenen Mayıs 2023’ten beri neden çökertilmedi veya çökertilemedi? Denetimden sorumlu olan kamu kurumları, Sağlık Müdürlüğü ve elbette Sağlık Bakanlığı neden bu olayları seyretti? Bakanın açıklamaları bu sorulara cevap vermemektedir. Bu sorular cevapsızdır, bakanlığın ve iktidarın bir an evvel bunlara tatmin edici cevaplar vermesi gerekmektedir.
Failler ceza almalı, peki ya bu ortama çanak tutan sağlık piyasası?
Olayda dahli olan doktorundan hemşiresine tüm sağlık personelinin, adı geçen hastanelerin ve yöneticilerinin yargılanıp gereken en ağır cezayı alması gerekmektedir. Ama bu yeterli değildir. Çünkü meseleyi yalnızca bazı kişilerin ve kurumların suçu üzerinden tarif etmek eksik bir tespit olacaktır. Esas fail, bir hemşireye, bir doktora, bir hastaneye, böyle bir vicdansızlığı yaptırabilecek ortamı yaratan, amacın yalnızca kâr etmek olduğu özelleşmiş ve piyasalaşmış sağlık ortamıdır. Dolayısıyla sağlıkta özelleştirmenin bu skandalı var eden esas gerçek olduğunu dile getirmeyenler meselenin özünü ıskalamış olacaktır.
Özel sağlık sektörü tamamen kamulaştırılmalıdır!
Özel sağlık sektöründe her gün, belki hepsi bu kadar vahim olmayan ancak pek çok irili ufaklı kamunun zarara uğratılması hadiseleri yaşanıyor. Bunlar aynı zamanda halkın sağlığını tehdit ediyor, gasp ediyor. Özel sermaye girdiği her alanı kendi kurallarına göre şekillendiriyor. Esas amacın kâr elde etmek olduğu bir ortamda mesele halkın sağlığı ve canı bile olsa her yol bu amaç uğrunda mübah oluyor. Dolayısıyla sermayeden ve piyasa ilişkilerinden arındırılmayan ve bir “sektör” olarak kalmaya devam eden sağlık hizmetlerinin bu tür skandallardan veya toplumu her gün kemiren yolsuzluklardan, kalpazanlıklardan arındırılması imkânsızdır. Bu koşullar altında çözüm iyi bir denetleme, daha vicdanlı sağlık personeli ve insanlar yetiştirme vb. olamaz. Sorun sistemden kaynaklanmaktadır. Halk sağlığı önünde gerçek bir tehdit olan özel sağlık sektörünün tümüyle kamulaştırılması tek çözümdür.