Devrimci Sınıfın Dönüşü: Bir, İki, Üç Wisconsin ya da Madison’da Tahrir
Bu yazı 13 Mart 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.
Amerikalı meslektaşımız ve dostumuz Michael Perelman 1 Şubat 2011 tarihinde bize ve başka bazı yoldaşlarına gönderdiği “Orta Doğu Rönesansı” başlıklı yazısını şöyle bitirmişti: “Şu andaki fırsat, insan haklarını demokrasi bahanesine kaptıramayacağımız kadar değerlidir. Bugün sokaklara çıkmış o cesur insanlar onlara sunabileceğimiz her türlü desteği hak ediyorlar.” Michael bunu Tunus ve Mısır’da başlayan devrimler nedeniyle yazmıştı. Bugünlerde böylesine aydınlık bilinçli ve yürekli çok akademisyen kalmadı ne yazık ki. Zaten Michael başka hiçbir nedenden değilse, bu nedenden sevgili dostumuz, yoldaşımızdır. Nedenini henüz kavrayamamış olmamıza rağmen bir yandan da bu olanlar devrim midir, değil midir tartışmaları sürüyor[1]. Michael’ın o mektubu yazdığı gün Tunus ve Mısır’da insanlar ayaklardaydı, bugün ise Amerika Birleşik Devletleri’nde insanlar ayaklarda. Şimdi destek verme sırası bizde. Michael Perelman’a ve inatla sınıf mücadelesine devam eden bütün Amerikalı emekçilere selam olsun: her türlü desteği sizler de hak ediyorsunuz.
Bilindiği üzere bizimki de dahil birçok kapitalist ülkede sınıf çatışmasının bittiği, politikanın sınıf dışı bir düzleme kaydığı başta sol-liberaller olmak üzere kapitalizmin özrünü oluşturan sayısız ideolog tarafından uzun zamandır savunuluyordu. 2011’in başlarında Scott Walker adlı valinin liderliğinde ABD’nin Wisconsin Eyalet Senatosunda mutlak çoğunluk olan Cumhuriyetçi Partililer kamu emekçilerinin toplu iş sözleşmesi haklarını yok etmek, sosyal güvenlik ve sağlık sigortası kesintilerini artırmak amacıyla, adları dinozora çıkmış bazılarımızın başından beri gördüğü, ancak sol-liberallerin bir türlü göremediği, 1970’lerden günümüze süregelmekte olan sermayenin emekçilere açtığı sınıf savaşında yeni bir adım attılar. Sol-liberaller henüz durumu kavrayamamış gibi gözükseler de, dünyanın ikinci en zengini Amerikalı Warren Buffet daha 2006 yılında New York Times’a verdiği bir demeçte gerçeği tüm çıplaklığıyla fütursuzca ortaya koymuştu[2]: “Tamam, bir sınıf savaşı var ama bu savaşı yapan benim sınıfım yani zenginler sınıfı ve savaşı biz kazanıyoruz.”
Buffet’ın beyanından bugüne köprünün altından çok sular aktı, 13 Şubat 2011’de Amerikalı “fakir sınıf” da savaşa girdi. Şimdi zenginlerle fakirler, burjuvazi ile proletarya karşı karşıya. Wisconsin’in başkenti Madison’da hükümet binası bu satırlar kaleme alınırken hala direnen emekçilerin, geleceği çalınmış gençlerin, her türlü ayrımcılığa ve baskıya maruz kadınların istilası altındaydı. İçeride yüzler, dışarıda binler kışın soğuğuna, hakim medyanın moral bozucu saldırgan yayınlarına rağmen şarkıları ve danslarıyla direnişlerine devam ediyorlardı.
Eylemin başlamasından dört gün sonra bugün artık Wisconsin on dörtlüsü olarak bilinen 14 Demokrat Partili Senatör çoğunluktaki Cumhuriyetçi Partililerin kamu emekçilerinin haklarını gasp etmek amacıyla senatoya getirdikleri yasayı durdurmak adına komşu eyalet Illinois’in başkenti Chicago’ya kaçtılar. Tek fire verip senatoda bir kişi ile bile temsil edilselerdi yasanın geçmesi için gerekli olan 20 senatörlük yeterli çoğunluk koşulu sağlanmış olacak ve Cumhuriyetçiler yasayı geçirebileceklerdi. 3 Mart’ta Wisconsin Senatosu Cumhuriyetçi çoğunluk lideri Scott Fitzgerald’ın haklarında tutuklama ve zorla senatoya getirilme kararı çıkarmasına karşın on dörtler bugüne dek tek fire vermediler. Kuşkusuz Wisconsin on dörtlüsünün bu direncinin arkasındaki gerçek güç sokaklardaki on binlerce kızgın emekçiydi. Eylem sürerken 9 Mart’ta Cumhuriyetçiler burjuva demokrasisinin gerçek yüzünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren siyasi bir oldu bittiyle senatoda yasanın oylanabilmesi için gerekli olan yeterli çoğunluk koşulunu ortadan kaldırdılar. Böylelikle 19 Cumhuriyetçi senatörün 18’inin oylarıyla yasa senatodan geçirilerek nihai oylama için Wisconsin Eyalet Meclisi’ne gönderildi. Yasaya hayır oyu veren tek Cumhuriyetçi Senatör Dale Schultz, mücadeleden muzaffer çıktıkları inancıyla yüzleri gülen arkadaşlarını uyarıyor, şöyle sesleniyordu: “Bu mesele kapanmayacak.” Senatör Schultz yanılmamıştı, haberi alan binlerce Madisonlı emekçi şehrin değişik noktalarından hükümet binasına doğru hızla harekete geçti. Evet, sınıf çatışmaları ve sınıf mücadelesi tarihe karıştı diyenlere inat, Madison’da on binlerce emekçi aradan yaklaşık bir ay geçmiş olmasına rağmen hala mücadeleye devam ediyorlar. Sendikaların başını çektiği Wisconsin emek cephesi 1960’ların sivil haklar mücadelesinden bu yana en büyük sınıf hareketini örgütlemek hedefiyle emekçi kitleleri 12 Mart’ta Madison’a çağırıyor. Amerika’da sınıf mücadelesi yükselişe geçerken -söylemekte hiçbir sakınca yok- Tunus ve Mısır devrimleri sürece damgasını vurmaya devam ediyor.
5 Mart’ta radikal siyasi geçmişiyle ünlü Madison’da direnişçilere konuşan Michiganlı Oscar ödüllü film yapımcısı Michael Moore konuşmasında şöyle sesleniyordu[3]: “Peki biz bu işi nasıl yapıyoruz? Eh, biraz Mısır, biraz Madison yoluyla. Ve bir süre durup, milyarderler için milyarderler tarafından yönetilen hükümetin özgürlük, ahlak ve insanlık için bir engel olduğuna belki dünya dikkatini yoğunlaştırır diye Tunus’ta hayatını verenin Tunuslu fakir bir meyve satıcısı olduğunu da hatırlayalım.” Michael Moore’un Madisonlılara konuştuğu 5 Mart’a gelindiğinde Madison’daki başkaldırı Amerika’ya yayılmıştı. Hatta öyle ki, 8 Mart’ta Moore’un memleketlileri Michiganlılar da benzer nedenlerden Lansing’de hükümet binasını bastılar. Çok kalabalık değillerdi gerçi: 400 kadarı içeride, 600 kadarı dışarıda[4]. Bunların arkasından ne gelir, kestirmek güç. Yalnız şu kadarı açık: devrimci sınıf geri döndü! Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak!
Bir süredir hep birlikte izlemekte olduğumuz, Avrupa’dan başlayıp dünya geneline yayılarak yükselişe geçen, Kuzey Afrika ve Orta doğu’da siyasi devrimlere, ABD’de hükümet binalarının istilasına yol açan işçi ve emekçilerin sınıf temelli eylemliliği çok önemli bir gerçeğe dikkatimizi çekmektedir. Kapitalizmin bütün tarihsel dönemlerinde olduğu gibi, bugün de, insanların maddi ve kültürel yaşamı milyonlarca kadın ve erkeğin bedenleri ve zihinleriyle üretilmektedir. Dün olduğu gibi bugün de insanlar yaşamlarını emekleriyle toplumsal olarak üretirlerken kendi bilinçlerini ve dolayısıyla doğalarını da yeniden ve yeniden üretmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de yaşam bilinçten değil, bilinç yaşamdan hareketle üretilmektedir. Günümüzde toplumsal emek küreselleşmiş, sermayenin inşa ettiği köhneleşmiş siyasi sınırlarla birbirlerinden ayrılarak birbirlerine kültürel olarak yabancılaştırılmış emekçiler, bu durumun farkına yeryüzünün her köşesinde sermayenin karşısına bazen örtük bazen açık dikilerek varmaya başlamışlardır. Sermayenin küresel bunalımı toplumsal üretimi dünyanın her köşesinde baltalayarak emekçilerin yaşamlarını altüst etmiş, ancak kötüleşen yaşam koşulları her zaman olduğu gibi bugün de bilincin değişmesine, devrimci sınıfın kendi öz gücünün bilincine varmasına yol açmıştır. Sonuç gören gözler için çok açıktır: bütün sanayi-sonrası toplum teorileri ile bunlardan türeyen bir dizi sol-liberal postmodern safsatanın artık hiçbir itibarı kalmamıştır. Sol adına konuşanların işçi sınıfını görmemesinin hiçbir özrü kalmamıştır. Zamanımızın ruhu sosyalistleri burjuva ideolojilerinden bütünüyle bağımsızlaşmaya, emeğin insanlık, insanlığın emek olduğu şiarını yeniden kitleselleştirmeye ve bu uğurda mücadeleye girmeye çağırmaktadır.
[1] Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları siyasi devrimlerle yollarına devam ediyorlar. Burada geçerken sürmekte olan bu siyasi devrimlerin sosyal devrimlere evrilme potansiyeli taşıdıklarını Gerçek gazetesinde yayınlanan bir dizi yazıyla tespit