Bir işçiye giydirilen ölüm
50 yaşında bir inşaat işçisiydi Muhlis Barut. Libya’da tifoya yakalandı ve hastalık karaciğer kanserine neden oldu. Devletin verdiği Yeşil Kartı’na güvenerek tedavi olmaya başladı. Kemoterapi gördüğü sırada, süresini uzatmak için başvuru yaptığı Bayraklı Toplum Sağlığı Merkezi’nde, oğlu askere gittiği için kartın iptal edildiğini öğrendi. Çıkan tartışmada dövülerek atıldı merkezden.
"Ölüyor diyorum ama kimse inanmıyor.
Adalet bunun neresinde?
Ben kaldım çaresiz, babasız.
Babasızlığın ne demek olduğunu
karnı tok, sırtı pek olanlar anlamaz”.
Gönül Barut
Ölüyordu. Kimse sahip çıkmıyordu; çünkü parası yoktu. İşçiydi o. Oğlu işçiydi. Kızı işçiydi. Ve doğal olarak devletin umurunda değildi. Çünkü, artık devlet için “ işe yaramaz bir işçiydi”. Kâr değil, sadece “maliyet” yaratabilirdi. Devlet, ona zaten hiçbir zaman yüzünü dönmemişti. Ama bu kez açıkça ölüme terk ediyordu. Bunun üzerine kızdı Barut, ölüm yoktu kafasında. Hala çalışmak, ailesine bakmak, iyileşmek istiyordu. İzmir Bayraklı Toplum Sağlığı Merkezi’ne geldi pompalı tüfekle. Sesini duyurmak istiyordu. Kimseye zarar vermedi; ama polis tarafından bacağından vuruldu. Olay üzerine çıkarıldığı İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi onu, "öldürmeye teşebbüs, tehdit ve hakaret" suçlarından toplam 16 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırdı. Dosya Yargıtay’a, Barut da cezasını çekmek üzere Metris Cezaevi’ne gönderildi.
Muhlis Barut, cezaevindeki pek çok mahpus gibi doğru düzgün tedavi göremiyor, korkunç ağrılar çekiyordu. Beş kez mide kanaması geçirdi. Doktorlar en fazla altı ay ömrü kaldığını söyledi ailesine. Kendisi bilmiyordu. Açık görüşte, “Ne olur beni çıkarın, çok acı çekiyorum” diye yalvardı kızına, kızı da devlete. Kızı Gönül Barut, babasının son günlerini kendileriyle geçirebilmesi için mücadele etti aylarca. Babası adına özür bile diledi. Sürekli “bugün git, yarın gel” cevabını aldı. Savcılık izin vermediği için babasını göremese de, sevk edildiği hastanelerde hep izini sürdü Gönül. Cumhurbaşkanı’na kadar duyurabildi sesini ama Gül’ün güya “ne gerekiyorsa yapın” demesi de fayda etmedi.
Bir türlü bırakılmadı, “affedilmedi” Muhlis Barut. Yargıtay’ın dosyayı öne alarak bir tedbir olan tutukluluğunu kaldırması yeterliydi oysa. Peki, suçu neydi? “Öldürmeye teşebbüs müydü” gerçekten? Devlet hala tehdit olarak mı görüyordu onu? Son günlerini yaşayan birinin “kamu düzenini” bozacağından mı çekiniyordu? Yoksa yasalar mı acımasızdı? Devletin böyle durumlardaki tavrı bu kadar basite indirgenemezdi elbette. Son günlerini yaşayan bu kişi bir işçiyse hele. Ki bu işçi, Toplum Sağlığı Merkezi’ne giderek devletin kendisine çizdiği “kadere isyan” etmişti. Örnek olabilirdi ve buna izin verilemezdi. İşçiler ya boyun eğmeliydiler ya da kendilerini hapishanenin beklediğini, ölürken bile ailelerini göremeyeceklerini, düzgün tedavi edilmeyeceklerini akıllarına iyice bir yazmalıydılar. Böyle “isyanlara” kalkışmaya asla tevessül etmemeliydiler. Yoksa sonları Muhlis Barut gibi olabilirdi. Bu mesajın, tüm emekçiler ve ezilenler tarafından iyice anlaşılabilmesi içindi bütün bu olanlar. Yoksa salt bir kara vicdanlılık meselesi değil.
Bu yazının yazıldığı gün, yeniden yoğun bakıma kaldırılmıştı Barut. Ailesine söylenen, sabaha çıkmasının pek mümkün olmadığıydı. En sonunda, devletle işbirliği yapan kanser, zaferini ilan etti ve Muhlis Barut 9 Eylül sabahı hayatını kaybetti. Kızı gözyaşları içinde şu açıklamayı yapıyordu: “Artık adalete inanmıyorum. Bu ülkede adalet diye bir şey yok. Ben iyi bir evlat değilim, babamı oradan çıkarıp son nefesini özgür vermesini başaramadım". Bütün bu trajediye rağmen, bu yazının yazılmasının nedeni vicdan edebiyatı yapmak değil. Mesele, bir işçinin hayatını, bütün işçilerin hayatına bağlamak. Ve o hayatlar için uyanmak. Muhlis Barut’un ve kızı Gönül’ün zulme karşı hıncını, aynı zulmü gören ve yok sayılan bütün işçilerin hıncına eklemek. “Başınıza çalın Yeşil Kart’ınızı, biz başka âlem isteriz” diye haykırmak mesele. Ve mümkün olduğunu bilmek, maziyi ta kökünden silmenin.