“Bir Ayrılık… Bir Yoksulluk… Bir Ölüm…”

Sana veda etmeyeceğiz Bozkırın Tezenesi!  “Uçan kuştan kıskandırmaya”, ”Sineleri gizli gizli yaralamaya”,  “ İnce beli, tatlı dili sevdirmeye” , “Uğrun uğrun kaş altından baktırmaya” devam edeceksin daima…

Bir “Garip” göçtü dünyadan. Türkülerin emekçisi, vurgunuydu. Yaşar Kemal, “Bozkırın Tezenesi” demişti O’na.  Kırşehir’in abdallarındandı da,  doğduğu gün ailesi sazını göbeğine koymuştu.  Daha beş yaşında keman ve bağlama çalmaya başlamıştı. “Kıtlık zamanı çocuğu” ydu kendince,  “Ana yemeğim bulgur pilavıdır, muhallebiyle büyüseydim o sesle ben nerede bağıracaktım” diyordu.  Babası Muharrem Ertaş’tan el almış, onun sazına kemanıyla eşlik ederek yıllarca Anadolu’yu köy köy dolaşmıştı. Bahşişlerle geçinmiş, gamlı gönüllerde yer etmişti.  Onbeş yaşına kadar “Hem Mecnun hem Kerem’di”.  Yoksulluğuyla, hor görülen “düğün çalgıcılığı”yla pişmiş, çok şey görmüş gözlerini canının yaylası etmişti.

Neşet Ertaş,  parmakları felç olduğunda tedavi görmek için gittiği Almanya’da uzun yıllar yaşadı. Çocuklarını gurbet düğünlerinde çalarak okuttuktan sonra,  “Yörüyen yörümeyene belli etsin” diyerek müsaade istedi onlardan, geri döndü memleketine.  Neredeyse 40 yıldır türkülerini “havalandıran”  aşığın değeri, 2000 yılında verdiği İstanbul konseriyle anlaşılmaya başladı. Daha önce, eserleri yaygın biçimde dinlense de maalesef ona ait olduğu bilinmiyordu.

Devlet sanatçılığı ünvanının ayrımcılık yaratacağını düşünmüş, “Ben halkın sanatçısıyım” diyerek reddetmişti.  Halkın acılarının öte yüzüne geçen ozan,  Acem Kızı, Neredesin Sen, Kendim Ettim Kendim Buldum, Gitme Leylam, Hapishanelere Güneş Doğmuyor gibi pek çok türküsüyle yürekleri sızlatmıştı. Türkülerde kendi ismini geçirmeyi bencillik olarak gördüğünden “Garip” dedi kendine. Tellerini istediği gibi titretebilmek için, sazının perdelerini bile kendisi takıyordu. Var olan perde düzeni duygularını ifade etmeye yetmiyordu. O vurdukça sazın teline, tırnaklarına kan oturmuştu senelerce.

Yazacak kalem bulamadığında, kibrit çöpünün barutlu kısmını ıslatıp sigara kâğıtlarının üstüne yazacak kadar tutkundu şiirlere. “Aklının yettiğini gençlere aktarmak” , insana insanı anlatmak olarak görüyordu işini. Bektaşi, tasavvufi gelenekten geliyordu ve katışıksız insancıllığını, sevgi dilini bu kaynaktan besliyordu. Öcalan yargılandığı sırada gündeme gelen idam ihtimali için, “Âşık hiçbir cana kıyılsın istemez” demişti.  Hayattaki en büyük acısının insanlar arasındaki eşitsizlik ve aşağılanma olduğunu anlatıyordu. Ama suçu işlemiş olana günahı sorulmazdı elbet, yasalar da sormadığına göre hesabını, âşıkların yasası anlatacaktı haksızlıkları. O yasanın adı “Aşk”tı.  Bütün derdi buydu ya, ondan  “bir gecekondusu bile” olmamıştı. Servet hırsından uzak durmalıydı insanlar. Parasını ömrüne göre ölçmeliydi. Fazlası fazlaydı. Öldükten sonra arta kalan hiç bir şey olmamalıydı. Kaldıysa suç işlenmişti ona göre. Oysa kendisi, yüzbinler satan plak ve kasetlerinden üç beş kuruş para ancak kazanmasına rağmen, yapımcılarını zengin etmişti. Ayrıca, evvel evvelinde kişi kendini bilmeliydi.  Kadına karşı şiddet sorulduğunda,  “Beni annem yarattı, kadın döven yaradanı döver” demişti de, “ Canana kıyılır mı?” diye feryad etmişti.  Yazdıkları gerçeğe dayandığından içimize işlemiş, yüreğimize dokunmuştu bunca. “Aydındı gerçeğin sözleri, gerçek ne ise yitmezdi izleri” onca. Devlete, hükümete dalkavukluk eden “âşık”lardan olmamıştı hasıl-ı.

“Garibanlar da gelebilsinler” diye halk konserlerine çıkıyordu hala ama, “‘70’ime geldim artık dinlenmek istiyorum. Sonbaharın rahatsız edilmeye tahammülü yok” diyordu. Dinlenirken de, okunmamış şiirlerini derlediği bir kitap hazırlamak istiyordu. Oysa kış erken geldi.  İzmir’de, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti büyük ozan.  Ölümünden hemen sonra çıkan, camide mi cemevinde mi defnedileceği tartışması, devletin sünnileştirme politikasını bir kez daha gözler önüne serdi. Kaldı ki, kendinden önce ölen ozanların arkasından düzülen,  “Yaşayan son büyük ozanımızdı” methiyesinin de farkındaydı. Bu yüzden, gitmeden peşinen söylemişti sözünü, “Ah yalan dünya, yalandan yüzüme gülen dünya”...  Öyle ya, yalan ve riyayla dolu bir dünyada samimiyetsiz bir sahip çıkışın, bu ölü seviciliğin anlamı neydi ki? Ona, pavyonlarda, gazinolarda sefalet içinde çalmaya ve felç geçirmesine sebep olan hayatı yaşatan, Aşık Veysel’inkilerle birlikte eserlerini radyolardan dahi yasaklayan bu devlet ve onun TRT’si değil miydi?  Her şeye rağmen O, türküleri dillerde ömür sürdüğü, ağıtları göğe süzüldüğü sürece gönülden gönüle seyredecek. “Ölürse ten ölürdü, canlar ölesi değildi” çünkü. Onun canı da türkülerindeydi.   Sana veda etmeyeceğiz bu yüzden Bozkırın Tezenesi!  “Uçan kuştan kıskandırmaya”, ”Sineleri gizli gizli yaralamaya”,  “ İnce beli, tatlı dili sevdirmeye” , “Uğrun uğrun kaş altından baktırmaya” devam edeceksin daima…