Akdeniz yanıyor!

Akdeniz’e Latincede verilen adlardan biri Mare Nostrum idi. Yani “Bizim Deniz”. İşte şimdi, ağır ağır ama gözle görülür biçimde, Akdeniz gerçekten bizim, yani sınıf mücadelelerin denizi olma yoluna girmiş durumda.

Ah, o ne sessizlik! Tunus’ta 50’den fazla, Cezayir’de ise 5 genç polis kurşunlarıyla hayatını yitirirken, o ne muhteşem kayıtsızlık! Şunun şurasında Magrep, yani Arap dünyasının Garb’ı ya da Batısı, Türkiye’ye Maşrek’ten, yani Arap dünyasının Şark’ından ya da Doğusundan o kadar da daha uzak değil. Cezayir, Tunus, Fas, Libya ve Moritanya’dan oluşan bu toprakların büyük bölümü, yaklaşık iki yüz yıl önce bu ülkeler Fransız sömürgesi olana kadar, üç yüzyıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde idi. Libya’nın Osmanlı’dan İtalya tarafından koparılışı ise tam yüzyıl önce 1911’de oldu. Nedir öyleyse bu sessizlik, bu kayıtsızlık? Hani Müslüman dayanışması? O 55 genç insan Müslüman değil mi ki ölümleri Türkiye’nin televizyonlarına, basınına, politikacılarına o kadar önemsiz geliyor?

Bu soruların cevabı yalın: Anahtar kelime sınıf dayanışması! Tunus bir aydır işsizliğe karşı sokak gösterileriyle sarsılıyor. Cezayir geçen hafta boyunca benzer gösterilere sahne oldu. Bu gösterilerin konusu da artan gıda fiyatları, işsizlik ve güvencesizlikti. Olaylar Arap dünyasını o kadar sarstı ki, bu sefer Kuzey Afrika’da değil Ortadoğu’da, kitlelerin mücadeleye girmesinin en beklenmeyeceği ülkelerden birinde, Ürdün’de ciddi huzursuzluk başladı. Tabii duydunuz, değil mi? Bütün televizyonların ilk haberleri, gazetelerin manşetleri bunlarla ilgili değil mi? Değil, çünkü Tunus, Cezayir ve Ürdün’ün emperyalizmin sadık bendesi kapitalist devletlerine isyan eden işçi, işsiz, kent yoksulu gençler, Türkiye’nin politikacılar vemedyası için barikatın öteki yanından!

Kapitalizme isyan!

Tunus’ta olaylar artık dördüncü haftasını dolduruyor. 17 Aralık günü, başkent Tunus’un 260 kilometre uzağında, ülkenin iç bölgesinde bir kentte, genç bir seyyar satıcı, ruhsatı olmadığı gerekçesiyle meyve ve sebzelerine el konulunca kendini yaktığında, bugüne kadar başlayacak bir mücadelenin fitilini de ateşlemiş oldu. Bu olaydan sonra iki genç daha ekonomik durumlarını protesto etmek için intihar etti. Gösterilerin odak noktası işsizlik ve bundan doğan sefalet. Uzun süre boyunca ülkenin iç yörelerinde devam eden olaylar güç kazandıkça yoksul gençlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de mücadeleye girmeye başladılar. Geçtiğimiz hafta sonu yapılan gösterilerde ölü sayısı, hükümete göre 21’i bulunca, insan hakları derneklerine göre ise 50’nin üzerine çıkınca, avukatlar ve sanatçılar da mücadeleye girdiler, ama onlar da devletin sert tepkisiyle karşılaştılar.Tunus’un geleneksel olarak rejim yanlısı sendika konfederasyonu UGTT, bazı sendikaların militan baskısı altında tavır almak zorunda kaldı. Rejim taraftarlarınca ele geçirilmiş olan öürenci sendikası UGET silkinmeye çalışıyor. Muhalefetteki İslamcılar ise şimdilik sessiz durduğundan, hatta bazı imamlar gençleri mücadeleyi bırakmaya çağırdığından, rejimin karşısında şimdi işçi hareketi var. Bu, mücadeleyi daha da değerli kılıyor.

Tunus, tam bir diktatörlük rejimi. Ülkenin bağımsızlığını elde etmesinden sonra otuz yıldan fazla lideri olan Habib Burgiba’nın ölümünün ardından başa geçen şimdiki cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali, 23 yıldır iktidarda ve herhangi bir muhalefete göz açtırmıyor. Olayların başından itibaren devlet genç göstericilerin üzerine büyük bir gaddarlıkla gidiyor. Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece olaylar nihayet başkent Tunus şehrinin varoşlarına sıçrayınca, şehir derhal orduya teslim edildi. Önümüzdeki Cumartesi günü, yani 15 Ocak’ta, başta işçi sendikaları olmak üzere muhalefet devletin zalim uygulamalarına karşı büyük bir gösteri düzenliyor. Tunus’ta olaylar kolay kolay dineceğe benzemiyor. Ama henüz bir siyasi önderliğin ufukta görünmemesi, UGTT’nin ise atıl bir güç oluşu, gelişmeleri kendiliğinden bir hareketin iniş çıkışlarının belirsizliğine terk ediyor.

Tunus’un büyük komşusu Cezayir’de olaylar Tunus’tan epey sonra, Ocak ayının ilk günlerinde başladı ve beş gün sürdü. Bu tür protesto gösterilerine çok daha fazla alışık olan bu ülkede yayılma çok daha çabuk oldu. Kısa sürede başkent Cezayir’e, ülkenin batısının büyük metropolü Oran’a ve onlarca ile sıçrayan gösterilerde hükümete göre üç, muhalefete göre ise beş genç öldürüldü, 800 kişi yaralandı, binlerce insan gözaltına alındı. Cezayir’deki olaylarda da işsizlik ve güvencesizlik önemli konular, ama orada daha da güncel bir gelişme mücadelenin merkezine yerleşmiş durumda: temel gıda maddelerinin fiyatındaki artış. Şeker, un, yemeklik yağ gibi yoksul halk kitlelerinin mutfağında ağırlıklı olarak yer tutan ürünlerin fiyatları son aylarda inanılmaz bir hızla artmış durumda. Şekerin fiyatındaki gelişme çarpıcı bir örnek: birkaç ay önce kilosu 70 dinara satılan bu ürünün fiyatı son haftalarda 150 dinara yükselmiş durumda!

Bu gelişmenin ardında, gıda fiyatlarında dünya çapında görülen fiyat artışları yatıyor. Bilindiği gibi, 2008 yılında, tam da dünya ekonomik krizi patlak verirken, gıda fiyatları çok ciddi bir artış göstermişti. Daha sonra gıda maddeleri üzerindeki bu fiyat baskısı bir miktar hafiflemişti. Ama şimdi, üç yıl sonra durum 2008’dekinden de daha kötü hale gelmeye başladı. Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) temel gıda malları fiyat endeksi, Haziran 2008’de 213,5 iken geçtiğimiz Aralık aynıda 214,7’ye yükselerek tarihi bir rekor kırmış oldu. Bu, kapitalizmin dünya çapındaki ekonomik krizinin özellikle işsizlik alanındaki sonuçlarıyla birleşince, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde yoksul kitleler üzerinde muazzam bir etki yaratıyor. Tam işsizlikteki artış dolayısıyla işçi ailelerin gelirleri daha da düşerken temel gıda maddelerinin fiyatlarının hızla artışı bu aileleri ekonomik bakımdan çift yönlü sıkıştırıyor. Bu ülkelerin nüfusu son derecede genç. Örneğin Cezayir’de yaklaşık 35 milyon nüfusun % 75’i 30 yaşın altında. Dolayısıyla, genç işçilerin ve işsizlerin ayağa kalkması bütün proletarya ve kent yoksullarının isyanı anlamına geliyor.

Kitlelerin gücü, her ülkede siyasi iktidara geri adım attırdı. Tunus’ta bu satırlar yazılırken başbakan tarafından yapılan açıklamada, İçişleri Bakanı’nın görevden alındığı, gösterilerin başından itibaren göz altına alınanların derhal serbest bırakılacağı ve yolsuzlukların üzerine gidileceği ifade edildi. Birkaç gün önce ise, Cumhurbaşkanı 2012’ye kadar 330 bin yeni iş olanağı yaratılacağını iddia etmişti. Bunların göstermelik önlemler olduğu ortada. Devletin yolsuzlukla uğraşması için 50 gencin ölmesi mi gerekiyordu? Yolsuzluğun aynen devam edeceğinden emin olabiliriz! Yeni istihdam vaadinin de büyük ölçüde olayları yatıştırmayı amaçladığı ortada. İçişleri Bakanı’nın görevden alınması, bu kişinin günah keçisi yapıldığını gösteriyor. En büyük kazanım elbette bütün mücadele tutsaklarının serbest bırakılmasıdır. Bu tavizler, mücadeleyi durduracak mı, yoksa daha da mı cesaretlendirecek, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Cezayir’de hükümet şeker ve yemeklik yağda çeşitli vergileri kaldırarak fiyatları düşük seviyede tutma yolunda önlemler almak zorunda kaldı. Ürdün’de ise Kral II. Abdullah, neredeyse daha olaylar başlamadan önce gıda maddelerinin fiyatlarının düşük tutulması ve istihdam yaratılması için önlemler alınması talimatını hükümete ve (bizdeki Ordu Pazarları misali) birçok gıda kooperatifine sahip olan orduya vermiş durumda. Orada neler olacağını Cuma günü göreceğiz. Tarım işçilerinin sevilen bir sendikal önderi Cuma namazından sonra bütün ülkede protesto gösterileri için çağrı yapmış bulunuyor.

Mare Nostrum

Gerçek gazetesinin okuyucuları, dünya ekonomik krizinin sınıf mücadelesini kışkırtacağı konusunda daha 2008’de yaptığımız öngörüyü yakından bilirler. Bu öngörü bugüne kadar çeşitli ülkelerde ifadesini buldu: benzin fiyatlarının yükselişine isyan eden Bolivya’dan, yoksulluğa karşı aralıklarla sokaklara dökülen Bangladeş’e kadar. Ama en sert ve yaygın örneklerini Avrupa’nın güneyinde görmüş bulunuyoruz. Yunanistan Aralık 2008’de bir ay süren bir isyanla sarsıldıktan sonra 2010’da uygulanan dehşet verici kemer sıkma programına karşı defalarca aktif genel greve gitti. Türkiye 2010’un ilk aylarında Tekel mücadelesini yaşadı. Fransa, 2010’un çoğunu emeklilik yasasına karşı genel grevlerle, milyonlarca insanın gösterileriyle, işgallerle geçirdi. İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da işçiler ve gençler büyük mücadeleler verdiler.

Sayılan ülkelere bakarsanız, kültürel olarak bu gölgeye bağlı olsa da Portekiz dışında, adı sayılan bütün ülkeler Akdeniz ülkeleri olduğunu görürsünüz. Demek ki, Avrupa’nın Akdeniz kuşağı giderek yükselen sınıf mücadelelerine sahne oluyor. İşte şimdi, Akdeniz’in kuzey sahilindeki sınıf mücadelelerine Akdeniz’in güney sahilinden, Afrika kıyılarından, Tunus ve Cezayir’den cevap geliyor. (Ürdün, Akdeniz’e kıyısı olmamakla birlikte, aynen Portekiz gibi kültürel olarak bu coğrafyanın Doğu’dan akrabasıdır.)

Akdeniz’e Latincede verilen adlardan biri Mare Nostrum idi. Yani “Bizim Deniz”. (Can Yücel, Deniz Gezmiş için yazdığı o yürek yakıcı ve kışkırtıcı şiirine bu adı vermişti, hatırlayacaksınız.) İşte şimdi, ağır ağır ama gözle görülür biçimde, Akdeniz gerçekten bizim, yani sınıf mücadelelerin denizi olma yoluna girmiş durumda.