6-7 Eylül olayları: Türkiye tarihinin bir kara sayfası
Menderes hükümeti döneminde, 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde, yaşadığımız toprakların gördüğü en büyük yağma ve yıkım olaylarından biri yaşandı. Bu iki günde, çoğunluğu Rumlara ait olmak üzere binlerce ev ve işyeri yakıldı yağmalandı, kiliseler, okullar ateşe verildi, mezarlıklar tahrip edildi. On ila yirmi arasında insan öldü, yüzlerce gayrimüslim kadın tecavüze uğradı, binlerce kişi de yaralandı.
Yıllar yılı olayların arka planında, Kıbrıs’taki Türklere yönelik saldırıların vatandaşlar üzerinde yarattığı milli hassasiyet olduğu söylenedurdu. Hatta hiçbir zaman ispatlanamamakla beraber, İstanbullu Rumların Kıbrıslı Rumlara maddi destekte bulunduğu iddiaları bu saldırıların ana gerekçesi yapıldı. Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanması -ki sonradan bombayı iki Türkiye ajanının koyduğu anlaşılacaktı- artık bardağı taşıran son damlaydı. Bugünün tanıdık söylemiyle, Türk halkının “demokratik tepki”sini gösterme vakti gelmişti; “iyi çocuk”lar yine görev başındaydı.
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’in 6-7 Eylül’le ilk yüzleşmesi Yassıada yargılamalarında olaylardan beş yıl sonra gerçekleşti. Menderes’i idama götüren gerekçelerden birisi, önceden haberdar olduğu halde olaylara müdahalede bulunmamaktı. Türkiye tarihinde, görev süresi boyunca böylesi bir yağma ve yıkım yaşanıp da bunların yaşanacağından haberi olmayan başbakan görülmemiştir. Fakat bu, Menderes hükümetini tek başına suçlu olarak göstermeye yeter mi?
Soruyu cevaplayabilmek için 6-7 Eylül günlerinde, önceden özenle örgütlenmiş ve hazırlıkları yapılmış bir saldırı planının hayata geçtiğini iyi anlamak gerekir. 6 Eylül günü, sadece yirmi bin tirajlı İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle iki yüz doksan binlik ikinci baskı yapmıştır. Gazetenin bu baskısı, olaylarda büyük rol oynayan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince yaygın şekilde dağıtılmıştır. Haber radyoda ve gazetelerde öğleden sonra yayınlanmış ama her nasılsa Trabzon, Sivas, Eskişehir gibi İstanbul’a uzak illerden gruplar halinde gelen hassas vatandaşlar 6 Eylül günü İstanbul’da bitivermiştir. Bu vatandaşları bekleyen kamyonlar, hiçbir engelle karşılaşmadan onları gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere taşımıştır. Saldırılar başladıktan sonra dahi, gün boyunca vapurlar ve toplu taşıma araçları düzenli olarak çalışmıştır. Kentin farklı yerlerinden olaylara tanıklık edenlerin ifadelerine göre, saldırgan grupların başında onları yönlendiren kişiler bulunmaktadır ve saldırılar hep aynı biçimde ve önceden belirlenmiş hedeflere yapılmıştır. O karambolde dahi Türklerin ev ve dükkânlarına neredeyse hiç dokunulmaması bunu ispatlar niteliktedir. Gece boyunca süren olaylarda ölü sayısının azlığı, milliyetçi histeriye tutulmuş azgın kitlelerin saldırılarının boyutuyla çelişki yaratmaktadır. Bu, galeyan halindeki kitlelere “öldürmeyin, onun dışında ne yaparsanız yapın” direktifi verildiğini düşündürmektedir.
6-7 Eylül’de yaşananlar, olayların en ince ayrıntısına kadar önceden planlandığını gösteriyor. Diyelim ki, Menderes başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarı, bütün bunları, çoğunluğu 27 Mayıs darbecileri arasında sayılan o dönemin özel harpçilerinin hiçbir haberi, yetkisi ve görevi olmadan örgütleyebildi. Madem bu olaylar, Menderes’i idam sehpasına götürecek suçlamalar silsilesinde yer edecek kadar ciddiydi, en azından 27 Mayıs sonrasında bu olayların faillerini, örgütleyicilerini bulmaya ilişkin ciddi bir girişimde bulunmak gerekmez miydi? İşin bu boyutu bir hayli trajikomik. Zira hem olaylardan hemen sonraki yargı sürecinin hem de Yassıada duruşmalarının seyri ve sonuçları, faillerin tamamını cezalandırmak yerine olayların üstünün kapatılmasına yaradı.
1955 yılındaki ilk davada DP iktidarı, “olaylar komünistlerin işi” izlenimi yaratmaya çalışarak aralarında Aziz Nesin, Asım Bezirci ve Kemal Tahir’in de bulunduğu sol görüşlü aydınları fail ilan etti, aylarca hapse tıktı. Diğer taraftan, Kıbrıs Türktür Derneği’nin tutuklu yargılanan başkanı “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” deyince tüm dernek üyeleri serbest bırakıldı. Yassıada yargılamalarında aynı olaylar sebebiyle kendisini sanık sandalyesinde bulan Menderes, savunması sırasında o zamanın istihbarat örgütü başkanının tanık olarak mahkemeye çağrılmasını talep ettiyse de bu girişimi hep sonuçsuz kaldı. Böylece Yassıada yargılamalarında bir taşla iki kuş vuruldu: Hem Menderes ve bakanlarının ipini kesmek için, darbecilerin kendilerini “demokrat” göstereceği bir sebep bulunmuş oldu, hem de 6-7 Eylül defteri kapatıldı.
Bu noktada 6-7 Eylül planı içinde adı geçen Oktay Engin’in hikayesini hatırlamakta fayda var. Bu Türk asıllı Yunanistan vatandaşı şahsın, Atatürk’ün Selanik’teki evini bombalayan kişilerden biri olduğu olaydan hemen sonra açığa çıkarıldı ve Yunanistan’da yargı süreci başladı. Oktay Engin, Yunan yargısından kaçarak geldiği Türkiye’de, yarım bıraktığı üniversite eğitimini tamamladı. Ardından Çankaya kaymakamı oldu. Darbeler oldu hükümetler değişti, Oktay Engin’in kariyerindeki ilerleme hız kesmedi. Kaymakamlıktan sonra Emniyet Müdürlüğü Siyasi İşler bürosuna atandı. İstanbul’da görev yaptığı dönemde aynı büroda Genel Müdür Yardımcılığı’na yükselirken, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de ve 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta katliamlar yaşandı. Yetmedi 1991 yılında bu zat valiliğe kadar yükseldi. Bu örneğe paralel olarak, Türkiye tarihinde “iyi çocuklar”ı yargılamayı bırakın, tersine ödüllendiren mekanizma hükümetler değişse de bugünlere kadar süregeldi.
6-7 Eylül olaylarının sonuçlarına daha geniş bir pencereden bakacak olursak, gayrimüslimlerin maruz kaldığı muamelenin Menderes dönemi ile sınırlı olmadığını, bunun sistematik bir devlet politikası olduğunu anlayabiliriz. Bu bağlamda 6-7 Eylül olayları, kökleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına uzanan, uzun döneme yayılan, sermayenin Türkleştirilmesi projesinin bir halkası olarak tarihte yerini bulur.
Ermenilere ve Karadeniz Rumlarına yönelik katliamların mirasını devralan Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunanistan’la 1923’te imzaladığı ve o dönemde Anadolu nüfusunun neredeyse onda birine denk gelen Rum nüfusun göç ettirilmesine sebep olan Lozan’a dayalı Nüfus Mübadelesi protokolünün devamıdır. Aynı proje 1934’te Trakya’daki Musevilerin göç ettirilmesiyle, 1942’de yürürlüğe giren ve mağdurlarını Nazilerinkine benzeyen çalışma kamplarına yollayan Varlık Vergisi’yle sürmüştür. Bunu takip eden 6-7 Eylül olayları gayrimüslim nüfus için doğdukları toprakları daha da yaşanmaz hale getirmiştir. Menderes’i deviren darbe sonrasında da bu politika sürmüş, 1964 Kıbrıs olayları vesilesiyle Rumlar göçe zorlanmıştır. 70’li yılların ortasına uzanan iskân ve istimlâk politikalarıyla Nüfus Mübadelesi protokolü dışında kalan gayrımüslim nüfusun büyük bölümünün mallarına el konarak bu insanlar göç etmeye zorlanmıştır.
Bugün Menderes’in mirasını sahiplenen AKP’nin iki tutam hoşgörü gösterisine kanıp, kimse devlet zihniyetinin değişmeye başladığını sanmasın. Gayrımüslim gazetelerine yapılması öngörülen sadaka niteliğindeki yardımlar, cemaatlerin dini liderleriyle paylaşılan iftar sofraları, devletin el koyduğu binlerce binanın ancak bir kısmının geri verileceğinin dile getirilmesi de kimseyi yanıltmasın. O gazeteleri okuyacak, o binalarda oturacak insan kalmadıktan sonra bunları yapması kolay!
Hâlâ her yıl Eylül ayının başında, bundan elli altı yıl önce gerçekleşen olayların dehşetini hatırlatırcasına, gayrımüslimlerin evlerinin kapıları işaretleniyor, kimi mezarlar tahrip ediliyor. Polis bunları münferit olaylar olarak görüp faillerinin üzerine gitmiyor. Bugün İstanbul’da Rum, Ermeni, Musevi, Levanten yüzbinlerce gayrımüslim yaşıyor olsaydı AKP bugünkü göstermelik hoşgörüsünden bir zerre taşıyacak mıydı, bu da bir merak konusu.