11 Eylül’den on yıl sonra: Köşeye sıkışmış emperyalizm
Kapitalist emperyalizm insanlığı bir kez daha barbarlık uçurumuna doğru sürüklemektedir. Bu uçurumdan kurtulmak istiyorsak yapılacak bir tek şey vardır: Kapitalizm insanlığı yıkıma uğratmadan önce kapitalizmi yıkmak. İşte sürekli savaşa karşı dün İşçi Mücadelesi’nin, bugün Devrimci İşçi Partisi’nin benimsediği temel şiar buradan kaynaklanıyor: Sürekli savaşa karşı sürekli devrim!
11 Eylül 2001 olayları, günümüzün dünya politikasını belirleyen başlıca olaylardan biridir. Ama ancak kendisinden önce gelen ve dünya tarihsel bir önem taşıyan iki başka köklü değişim sürecinin ışığında anlaşılabilir. Bunlardan ilki, 1974-75 yılında “petrol krizi” adı altında patlak veren ve daha sonra uzun bir dünya ekonomik krizine dönüşen aşırı birikim krizi idi. Bu kriz, önce 1970’li yılların sonu ve 1980’li yılların başında uluslararası burjuvazinin dünya çapında işçi sınıfına karşı neoliberal taarruzunu doğurdu. Ardından da 2008’de finans piyasalarının çöküşü ile birlikte kapitalizmin tarihinin (bugün daha da derinleşmekte olan) üçüncü depresyonunu başlattı. Dünya tarihsel önemdeki ikinci olay Ekim devriminin doğrudan ya da dolaylı ürünleri olarak ortaya çıkan, ama ayrıcalıklı bir bürokratik katmanın sultası altına girmiş olan işçi devletlerinin 1989’da Doğu Avrupa’da, 1991’de Sovyetler Birliği’nde, 2000’li yıllarda ise Çin’de çözülmesi ve bu toplumlarda kapitalizmin restorasyonudur. Bu iki gelişme, uluslararası burjuvazinin İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde kurulmuş olan sınıflar arası dengenin tahditlerinden kurtularak muazzam bir saldırganlığa girmesine yol açmıştır.
11 Eylül işte bu saldırganlığın kıyamet tınıları kazandığı bir olay olmuştu. 11 Eylül 2001’de ne olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. Usame bin Ladin önderliğindeki El Kaide adında uluslararası bir İslamcı örgüt, ABD’nin finansal-ekonomik gücünün simgesi olan New York’taki ikiz kulelerin her birine ve Washington’da ABD askeri gücünün başlıca timsali olan Pentagon binasına uçaklarla dalarak bütün dünyayı dehşete düşürdü. (Dördüncü bir uçak, söylendiğine göre hedefine ulaşamayarak Pensilvanya eyaletinin kırsal bölgesinde düşecektir.) Bu olayda ABD devletinin rolünün ne olduğu daha uzun süre tartışılacak. Ama daha da önemli olan, işin şu yanı: İster kendi katkısı olsun, ister olmasın, ABD devleti bu olayı ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasını muhafaza etmek ve 21. yüzyılı da 20. yüzyılın ikinci yarısı gibi bir “Amerikan Yüzyılı” yapmak amacıyla düşmanlarına karşı taarruza geçmek için bir gerekçe olarak kullandı. O gün olayın kanı ve ateşi içinde kullanılan dil ve imgeler ABD’nin Avrasya ve genel olarak Asya’ya yönelik savaşlarının kıyametvari bir atmosfere bürünmesine yol açıyordu. O dönemin ABD genelkurmay başkanının ifadesi ile “bir insan hayatından uzun sürecek bir savaş” başlıyordu. ABD Asya’da bizim o günden beri kullandığımız terimle “sürekli savaş” ilan etmişti.
Bilanço: askeri boyut
Peki bu on yıl içinde ABD hedeflerine ne ölçüde ulaştı? Elbette, her büyük toplumsal olay, her büyük tarihsel dönem için geçerli olduğu gibi, burada da tablo karmaşıktır. ABD 2001’de 11 Eylül’ün hemen ardından Afganistan’a karşı açtığı savaşta Taliban iktidarını devirdi, karargâhını bu ülkeye kurmuş olan El Kaide’yi de göçebe bir örgüt haline getirmeyi başardı. 2003’te ise Irak’a karşı açtığı savaşta Saddam Hüseyin’in Baas iktidarını yıktı. İki büyük düşmanını, Saddam Hüseyin’i ve Usame bin Ladin’i, ilkini sahte bir mahkeme süreci sonunda, ikincisini düpedüz yargısız olarak infaz etti. Ama soruna sadece Afganistan ve Irak ile sınırlı olarak bakılsa dahi ABD gerçek bir zafere ulaşamadı. Afganistan savaşı Pakistan’ı da içine alarak büyüyor. Taliban teslim olmak ya da çözülmek bir yana gücünü her geçen gün arttırıyor. Afganistan, kendinden önce Sovyetler Birliği için olduğu gibi, ABD için de bir bataklık haline gelmiş durumda. El Kaide’nin şefi öldürüldü, ABD topraklarına bir kez daha saldırması ise engellendi. Bunlar doğru olmakla birlikte, birincisi, El Kaide’nin Yemen, Pakistan ve Somali’de gücünü şimdilik koruduğu biliniyor. İkincisi, ABD topraklarının yerini bu dönemde ABD müttefiklerinin toprakları aldı. ABD’de başarılı saldırı yapılamadı, ama Britanya, İspanya, Türkiye, Endonezya gibi ülkelerin topraklarında, bireysel terörizmin ölçüleriyle son derecede başarılı operasyonlar düzenlendi. Irak’a gelince, ABD’nin görünürdeki zafer sayısız zaaf içeriyor. Bugün Irak üç hizbe (Şiiler, Sünniler, Kürtler) bölünmüş durumda. Hükümet bile kurulamıyor. ABD orduları çekildiğinde ne olacağı belli değil. Savaş sayesinde İran neredeyse Irak’ta ABD’den daha güçlü hale geldi! Kürt siyasi oluşumunun geleceği tehdit altında.
Ama açı genişletildiğinde, tablo ABD ve genel olarak emperyalizm için daha da karanlık. Evet, ABD, İsrail’i de seferber ederek 11 Eylül sonrasını bir sürekli savaş dönemi haline getirdi. 2001 Afganistan ve 2003 Irak savaşlarını, İsrail’in 2006’da Lübnan savaşı görünümü altında Hizbullah’a ve 2008 sonunda Gazze savaşı görünümü altında Hamas’a karşı açtığı savaşlar izledi. Ama bunlardan ilki ağır bir yenilgi ile sonuçlandı, ikincisi ise İsrail’i her zamankinden de daha fazla tecrit etti. (Bugün, bölgede ABD’nin en önemli müttefiklerinden ikisi olan Türkiye ile İsrail’in arasının bu kadar açılması, nesnel olarak bu tecritin bir ifadesi ve sonucudur.) Tabii, 2011’de de Libya’ya açılan emperyalist savaş var. Bu görünüşte kısmen başarılı, ama henüz burada da son söz söylenmiş değil. Daha önemlisi, birazdan göreceğimiz gibi, Libya savaşının dinamiği farklı.
On yıl içinde dördü Arap ülkelerine karşı olmak üzere Müslüman çoğunluklu toplumlara karşı beş savaş! Bilanço etkileyici görünüyor, ama aslında ABD’nin sürekli savaşı çok daha fazlasını hedefliyordu. Ufkumuzu Avrasya ile sınırlı tutsak dahi, hedefte aynı zamanda İran ve Suriye de vardı. Ama İran’ın nükleer silah elde etme süreci içinde olduğundan duyulan güçlü kuşkulara rağmen, emperyalizm ve Siyonizm İran’a bir türlü saldırmıyor ya da en azından destabilizasyona girişmiyor. Neden? İşte bu soru aslında “sürekli savaş” döneminin bilançosunun ilk anahtarını veriyor bize. Emperyalizm İran ve/veya Suriye’ye bugüne kadar saldırmadıysa, bunun nedeni Afganistan ve Irak’ta beklediği kolay zaferleri elde etmek bir yana, ilkinde bataklığa batması, ikincisinde ise çarşafa dolanmasıdır. Demek ki askeri plandaki bilanço olumsuzdur. Emperyalizm Avrasya ve Asya hegemonyası için planladığı stratejik yolda bir türlü ilerleyememektedir.
Askeri boyutun bilançosunu kapatmadan önce son bir noktaya değinelim. Sürekli savaşın esas amacının “terörizme karşı savaş” falan değil Avrasya ve daha genel olarak Asya üzerinde ABD hegemonyasının korunması olduğunu söyledik. Bu bağlamda Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yılında patlak veren savaşın da bir bakıma ABD’nin vekaleten bir savaşı olduğu göz önüne alınırsa, burada da önemli bir yenilgiden söz edilmesi gerektiği ortadadır.
Bilanço: politik boyut
ABD’nin ve müttefiklerinin (özellikle İsrail’in) sürekli savaşın esas boyutu olan askeri alanda başarı kazanamamış olduğunu, Afganistan ve Irak halklarından karşılaştığı direnişler sonucunda başka ülkelere müdahale edemediğini görüyoruz. 11 Eylül ile açılan dönemin politik alandaki gelişmeleri de emperyalizmin çok lehine değil. Bilançonun emperyalizm için aktifler hanesine, Guantánamo yöntemlerinin banalleşmesini, 2001’de henüz çok güçlü ve radikal olan küreselleşme karşıtı hareketin biraz da terörizm öcüsü sayesinde evcilleştirilmesini, bağımlı ülkelere, özellikle de Müslüman ağırlıklı ve/veya Arap toplumlarına emperyalist askeri müdahalenin vakayı adiye haline getirilmiş olmasını, ABD’nin esas amacı olan Çin’i yalıtma politikasına özellikle Hindistan’ı (nükleer rüşvet de vererek) bir ölçüde kazanmış olmasını kaydetmek mümkün. Bunlar gibi başka ikincil kazanımlar da yazılabilir emperyalizmin hanesine.
Ama daha genel olarak bakıldığında, emperyalizm sürekli savaşın arka planında yatan politikasında yenilgiye uğramıştır. Bunu esas olarak dört nokta temelinde izah etmek mümkündür. Birincisi, sürekli savaşın arka planındaki Amerikan politikası, iki eksene dayanır: Bir yanda, ABD’nin emperyalist ortaklarına tek yanlı dayatmalarla yaklaşması vardır; öte yanda, Müslüman ağırlıklı toplumlara, özel olarak da Arap dünyasına terörizme en azından göz yumduğu için dayak atmak, onu dize getirmek. Başka şekilde söyleyelim, İslamofobi ve Arap düşmanlığı. Obama, kendinden önceki George W. Bush’un askeri stratejisini (şimdi görüldüğü gibi Guantánamo işkenceciliği de dâhil olmak üzere) olduğu gibi devralırken, politik alanda iki değişiklik yapmıştır. Bir yandan, tek yanlı dış politikadan karşılıklılığa dayanan bir dış politikaya geçmiştir; öte yandan, Arap dünyasından örtülü biçimde özür dilemiş, ABD’nin Müslüman nüfusuna açılım yapmıştır. Görüldüğü gibi Bush’un kabadayı tavrının iki temel dayanağı terk edilmiş olmaktadır.
İkincisi, ABD ne Afganistan savaşı ile ne de Irak savaşı ile amaçladığı politik hedeflere ulaşamamıştır. Afganistan savaşında esas hedef modern tarihte ilk kez emperyalizmin Orta Asya’ya girmesi idi. Bu olmadı. Bir-iki tartışmalı üs dışında ABD Afganistan savaşının başlamasından sonra ciddi hiçbir köprübaşı elde edebilmiş değil. Hatta bir karşı ağırlık olarak Şanghay İşbirliği Örgütü’nün gelişmesine yol açmış durumda. Irak savaşı ise Ortadoğu’da güç dengelerini ABD lehine değiştirmeye yönelikti. Biraz önce söylendiği gibi, Irak savaşının net politik sonucunun bu ülkede (ve dolayısıyla Ortadoğu’da) İran’ın nüfuzunun artması olduğu kolaylıkla söylenebilir!
Üçüncü politik yenilgi çok ağırdır. ABD’nin Türkiye’de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ya da daha sonraki adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) olarak tanınan ve içeriği yanlış bilinen Arap politikası çökmüştür. En popüler adıyla anacak olursak, BOP bir askeri saldırı projesi değildi. Sürekli savaşla kale duvarları yıkılacak olan Arap-İslam dünyasının “sivil” alanda fethinin adıydı BOP. En önemli boyut, İkinci Dünya Savaşı ertesinde kapitalizme geçişi devlet kapitalizmi temelinde yaşamış olduğu için, “serbest piyasa” fetişine dayanan “küreselleşme” stratejisinin dışında kalan Arap toplumlarına neoliberalizmi sokmaktı. Bu süreç son derecede ağır aksak ilerlerken, Arap devrimi patlak verdi ve Arap dünyasının politik verilerini altüst etti. Kimileri, Tunus ve Mısır devrimleri karşısında tarihte az görülmüş bir körlükle bu işin “Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmesi” olduğu müthiş keşfini yapadursun, emperyalizm şimdilik hasar yönetimi uyguluyor. Birincisi, “düzenli geçiş” denen bir süreç içinde rejimlerin devrimci kitleler karşısında mümkün olduğunca ayakta kalması için çırpınıyor. İkincisi, Siyonist İsrail’in bu süreçten aldığı yaraları sınırlı tutmaya çalışıyor. (Tabii Arap baharının İsrail’de de yankısını bulması işleri hiç de kolaylaştırmıyor!) Üçüncüsü, ekonomik kriz, döviz yokluğu, işsizlik ve açlık içinde kıvranan bu ülkeleri sermaye akımlarıyla satın almaya çalışıyor. ABD (ve AB) on yıl boyunca Müslüman ve/veya Arap dünyasının emperyalizme tehdidi olarak El Kaide’yi gördü ve onunla savaştı. Tam onun “karizmatik” denen önderini soğukkanlı bir cinayetle imha etmişken, esas tehdidin milyonlarca işçi, yoksul ve gençten oluştuğunu anladı!
Şimdi yeri geldi, belirtelim. Libya savaşı, dinamikleri bakımından 11 Eylül sonrasının öteki savaşlarından farklıdır. Libya, sürekli savaşın genel planında olmayan bir savaştır. Kaddafi aklı sıra Saddam’ın başına gelenlerden kaçınabilmek için emperyalizme teslim olmuştu. Dolayısıyla, kimse onun peşinde değildi. Ama Libya’nın her iki komşusunda da devrim patlak verince, Libya bir askeri üs olarak kıymete bindi. Libya savaşı, emperyalizmin Tunus ve Mısır devrimlerinin bağrına soktuğu bir kamadır.
Politik alandaki son başarısızlığı ekonomik alandaki bilançoyu çıkarttıktan sonra ele alalım.
Bilanço: ekonomik boyut
11 Eylül’de açılan sürekli savaş döneminin dar anlamda ekonomik boyutu elbette ilk elde ABD’nin savaşlarının maliyeti ile ilgilidir. Sadece Irak ve Afganistan savaşlarına harcanan para 4 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu miktar ABD’nin 2005’ten 2010’a verdiği bütçe açığının toplamına eşittir (The Economist, 3 Eylül 2011, s. 9). Kamu borcunun günümüzde kapitalist ekonomilerin krizinin yeniden derinleşmesinin temel mekanizmalarından biri olduğunu hatırlarsak, sürekli savaşın ABD’ye ekonomik alanda bile belki de getirdiğinden çok daha fazlasını götürdüğü söylenebilir.
Ekonomik olarak ikinci nokta, elbette Avrasya’nın enerji kaynaklarıyla (petrol ve doğal gaz) ilgilidir. Çoğunluğun sandığından farklı olarak, sürekli savaş sadece dar anlamda bir petrol savaşı değildir. Enerji yollarını mümkün olduğu kadar Rusya’nın elinden uzak tutmanın ve enerji açlığı içinde olan Çin’in karşısında enerji kartını elinde tutmanın savaşıdır. Bu anlamda sürekli savaş, hiç olmazsa şimdilik, Rusya’nın yanı sıra İran da Çin ile gayet düzgün ilişkiler sürdürürken, petrol zengini Venezüella da ABD’ye kafa tutarken, Kafkasya ve Orta Asya hâlâ “ortada” iken ciddi bir kazanım elde etmiş değildir. Bunun tek istisnası, Irak savaşının amaçlarından biri olan petrolün özelleştirilmesinin başarıya kavuşmuş olmasıdır. Hepsi bu. Dünya ölçeğinde bakıldığında bu çok küçük bir kazanımdır.
Ekonomik alanda, dar anlamda sürekli savaşla ilgili olmayan bir nokta ABD ve genel olarak Batı’nın hegemonya çabalarının karşısında çok ciddi bir engel oluşturuyor. Bu, genel olarak “yükselen ekonomiler” diye bilinen ülkelerin, özel olarak da Asya’nın ekonomik bakımdan hızla öne atılmasıdır. Burada son on yılın en çarpıcı gelişmesi, BRIC diye bilinen ülke grubunun (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) dünya ekonomisinde gittikçe daha büyük bir ağırlık kazanmasıdır. Bunların ardından Güney Afrika, Endonezya, Türkiye vb. ülkeler de sıraya girmiştir. Bu, Batı’nın ekonomik üstünlüğünün ciddi biçimde sorgulanmasını tarihin gündemine getirmekte ve elbette ABD hegemonyasını da tartışmalı hale getirmektedir.
Sürekli savaş döneminin en ironik gelişmesi elbette savaşın kendisiyle ancak çok dolaylı bir ilişkisi olan bir ekonomik olgudur: 2008’den bu yana dünya ekonomisinin sert bir depresyona girmiş olması, emperyalist kapitalizmi kansız bırakarak her türlü hegemonya projesini tartışmalı hale getirmektedir. Emperyalizm giderek ideolojik hegemonyasını yitirmenin eşiğine gelmiştir. Kendisi ağır bir kriz içinde debelenmekte olan bir sistemin başkalarına yol gösterme kapasitesi her zaman tartışmalı olacaktır. Üstelik, ABD, AB ve Japonya’dan oluşan klasik emperyalist üçgen bu depresyonda ciddi bir durgunluk yaşarken, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ekonomileri (ama Türkiye’yi değil!) kriz “teğet geçmiştir”! Yani bunlar daralma gibi sert etkiler yaşamamışlar, sadece hızlı büyüme oranları bir-iki puan gerilemiştir. Bu da dünya çapındaki ekonomik gücün kriz döneminde daha da hızlı biçimde Asya ve “yükselen ekonomiler” lehine yeniden dağılması anlamına gelmiştir.
Yukarıda politik bilançoyu çıkarırken bir noktayı ekonomik tartışmanın ardına bırakmıştık. Bu da dünya çapında büyük güçlerin dengesi ile ilgilidir. Sürekli savaş son tahlilde Asya’nın iki devinin, Rusya’nın ve daha da fazla Çin’in gücünün sınırlanması ile ilgilidir. Başka biçimde söylenirse, ABD sürekli savaş aracılığıyla Çin’in ve Rusya’nın kendi hegemonyasına meydan okumasına engel olmaya çalışmaktadır. Oysa, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz gelişmeler ve en önemlisi dünya kapitalizminin, tarihinin gördüğü en büyük ekonomik depresyonlarından birine girmiş olması ve dünya çapında ekonomik gücün yeniden dağılması dolayısıyla, bu ülkeler dünya güç dengeleri içinde 11 Eylül 2001’e göre on yıl sonra çok daha sağlam bir yere sahip hale gelmiştir. Putin Rusya’sının Yeltsin Rusya’sından çok daha az sallantıda bir siyasi sistem oluşturduğunu aklı başında herkes görüyor. Çin’in askeri gücünün her gün artmakta olduğu tartışmasız biçimde ortada. G-7’nin yerini Rusya’yı içine alan G-8 almıştı. Şimdi G-20 sadece sembolik olmaktan öte bir önem taşıyan bir forum haline geliyor. En önemlisi, var olmayan bir forumun aslında bütün forumlar arasında en belirleyicisi olduğu gerçeği, herkesin fark ettiği bir şey: G-2! Yani ABD ve Çin! Sürekli savaşın ABD’yi istediği yere getirmiş olmadığı en açıkça buradan bellidir.
Sürekli savaşın geleceği
Bütün bunların bizi kaçınılmaz olarak götüreceği sonuç açıktır: ABD emperyalizmi (ve şimdilik ikincil anlaşmazlıklara rağmen onunla dayanışma içinde olmuş olan AB emperyalizmi) köşeye sıkışmış durumdadır. Yukarıda ele alınan (ve daha da ayrıntılandırılabilecek olan) noktaların en önemlilerini bir araya toplarsak ortaya çıkan tablo ikirciksizdir: ABD askeri olarak köşeye sıkışmıştır, çünkü rakiplerini yenemiyor ve dolayısıyla yeni rakiplerle savaşa tutuşmakta zorlanıyor. ABD ekonomik olarak köşeye sıkışmıştır, çünkü depresyon içindeki Batı kapitalizmi karşısında Çin her geçen gün devleşmektedir. ABD politik olarak köşeye sıkışmaktadır, çünkü Çin’i kuşatmak için ele geçirmeye çalıştığı Arap/İslam dünyasında devrim patlak vermiştir.
Ama buradan emperyalizmin hegemonik gücünün havlu atacağı sonucuna ulaşacak olanlar varsa hayal görüyorlar. Çünkü ABD üç konuda hâlâ dünyanın tartışılmaz lideridir. Kültürel-ideolojik alanda hiçbir ülke ABD ile yarışacak bir etkiye kısa vadede sahip olamaz. Daha önemlisi, finansal açıdan ABD dünyanın hâlâ hâkim gücüdür. En önemlisi ise şudur: Dünyanın bütün büyük ülkelerini bir araya getirseniz ABD’nin askeri gücüne eşit bir kuvvet oluşturamazsınız. Böyle bir hegemonik güç, hakimiyetini yumuşak ve barışçı bir tarzda teslim etmez. Dolayısıyla, ABD’nin (ve kısa vadede onun dizinin dibinden ayrılması pek zor olan AB’nin) köşeye sıkıştıkça daha da saldırgan hale gelmeleri beklenmelidir.
Aslında varılacak sonuç çok ironiktir: 11 Eylül’de açılan “bir insan hayatından uzun sürecek savaş”, yani sürekli savaş, gerçekten de bizim ileri sürdüğümüz gibi, ABD’nin hegemonyasını Çin ve Rusya’ya karşı koruması savaşı ise, bu on yıl içinde Çin’in gerçek bir dünya devi olarak sivrilmesi, savaşın gerekliliğini azaltmak bir yana keskinleştirecektir. Bu diyalektik analizin sonucu ortadadır. ABD, bütün köşeye sıkışmışlığına rağmen, hatta belki de bundan dolayı, 11 Eylül’den sonraki ikinci on yılı birincisinden de daha saldırgan bir politikaya sarılarak geçirmek zorundadır.
11 Eylül sonrasında ABD sürekli savaş stratejisini oluşturduğunda, biz bu savaşın bir cihan hakimiyeti savaşı olduğunu, emperyalizmin dünyayı paylaşma ve yeniden paylaşma dinamiklerinin insanlığı yeniden büyük savaşların ve hatta bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğine getirdiğini saptamış ve buradan şu sonucu çıkarmıştık: Sürekli savaşa karşı pasifist bir barış politikası, gözü yaşlı bir savaş karşıtlığı çıkmaz yoldur, çünkü savaşın çok derine giden itici güçleri barış için yalvarmalarla ortadan kaldırılamaz. O takdirde, imha araçlarının bu denli geliştiği bir dünyada kapitalist emperyalizm insanlığı bir kez daha barbarlık uçurumuna doğru sürüklemektedir. Bu uçurumdan kurtulmak istiyorsak yapılacak bir tek şey vardır: Kapitalizm insanlığı yıkıma uğratmadan önce kapitalizmi yıkmak. İşte sürekli savaşa karşı dün İşçi Mücadelesi’nin, bugün Devrimci İşçi Partisi’nin benimsediği temel şiar buradan kaynaklanıyor: Sürekli savaşa karşı sürekli devrim!
Aradan geçen on yılın en önemli gelişmesi, bu şiarın gerçekliğin kendisine tıpatıp, birebir, bir eldivenin parmakları kavramasına benzer bir kıvraklıkla uyduğunu kanıtlayan Arap devrimidir.