Sudan devrimi

Sudan devrimi

Aşağıdaki yazı önce RedMed sitesinde yayınlanmak üzere İngilizce olarak kaleme alınmış, daha sonra Türkçe’ye çevrilmiştir.

 

Sudan’da halk tam iki aydır ayakta. Sudan halkı 19 Aralık 2018’den bu yana ülkenin sokaklarını dolduruyor, diktatör Ömer Beşir’e “taskut bas” (“düş yakamdan”) diye haykırıyor. Daha önemlisi, gösteriler, ekonomik felakete ve siyasi zulme karşı bir protesto olmaktan çıkıyor, 30 yıl önce 1989’da iktidara gelmiş olan Beşir’in İslamcı istibdad rejiminin temellerini sarsan tam boy bir devrime dönüşüyor. Gelişme, Beşir’i devirmek için mücadele eden hareketin yavaş yavaş daha da fazla güç kazanmasından ibaret değil; hâkim blokun içindeki çatlaklar, rejimden yararlanan iktisadi grupların sosyo-ekonomik çıkarlarını korumak amacıyla Beşir’in kendisinin bile kurban verilmesini içeren uç önlemlerin, rejimi korumak için gündeme geldiğini gösteriyor.

Güçlü Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Örgütü’nün (NISS diye kısaltılıyor) başkanı, rejim içinde Ömer Beşir’in korkulacak kadar kuvvetli rakibi Salih Abdullah Goş geçtiğimiz 22 Şubat Cuma günü Beşir’in görevden çekileceğini, zaten ülkenin başına üçüncü kez seçilebilmesi için anayasanın değişiklik yapılması fikrinin ise rafa kaldırılacağını açıkladı. Aynı akşam, Ömer Beşir rejimin önde gelenleri ile bir toplantı düzenleyerek görevine devam edeceğini, bir yıllık bir Olağanüstü Hal ilan edildiğini, federal hükümetin feshedilmiş olduğunu, eyalet valilerinin görevinin ise askeri yetkililere devredileceğini ilan etti. Bunun Latin Amerika’da geliştirilmiş olan terminolojiyi kullanacak olursak, bir auto-golpe (kendi kendine darbe) anlamına geldiği ve Sudan’da yaşanmakta olan tarihi önemde olaylarda yeni bir evreye girildiği açıktır. Bu artık bir halk isyanı değildir: Halk isyanı, nesnel ve/veya öznel nedenlerle politik ve daha da belirgin olarak sosyal iktidar üzerinde iddiası olacak bir kapasiteye sahip değildir. Bu, artık, tanımı gereği iktidara güce dayalı biçimde el uzatma anlamına gelen bir devrim karakteri kazanmıştır.

Olaylar nasıl gelişti?

Dünya düzeninin emperyalist doğası, kendini ezilmişlerin ve ayağa kalkanların saflarında bile ortaya koyuyor. Fransa’da (bizim çok da önem verdiğimiz) Sarı Yelekliler hareketine gösterilen büyük ilgiye karşılık, Sudan’daki olaylar onun onda biri kadar dahi ilgi görmemiştir. Doğrudur, Fransa olayları 17 Kasım’da başlamıştır, Sudan ise sahneye 19 Aralık’ta, ondan bir ay sonra çıkmıştır. Ama o günden bu yana, Fransız hareketinin her hafta Cumartesi “perdeler” halinde sokağa çıkmasına karşılık, Sudan halkı her gün sokakta olmuştur. Üstelik, her ne kadar Fransız polisi de göstericilere gayet provokatif bir saldırganlık içinde davranmış olsa bile, Sudan’daki rejim katil bir tek adam rejimidir; bu ülkede her türlü demokratik görünüşlü kurum diktatörlüğün bir gizlenme biçimidir. Bu rejimin adamları göstericilere gerçek kurşun sıkarak iki ayda bağımsız gözlemcilerin hesabına göre yaklaşık 60  kişiyi öldürmüş, iki bin kişiyi “perili ev” olarak anılan gözaltı ve tutukluluk ortamlarına tıkmıştır. Standart polis gücü, ordu ve istihbarat servisi dışında, Ömer Beşir’in bir de “hassa ordusu” diyebileceğimiz paramiliter milisleri vardır. Hızlı Destek Güçleri diye anılan bu birlikler halka uyguladıkları vahşet ile ünlenmişlerdir.

Aralık ayında olayları tetikleyen, İMF baskısı yüzünden sübvansiyonların kaldırılması dolayısıyla ekmeğin fiyatının üç katına yükselmesi, yakıt fiyatlatında da benzer bir artışın yaşanması olmuştur. Sudan 2011 yılında ülkenin güneyi farklı bir devlet haline gelerek ayrılalı beri ekonomik zorluklar yaşamaktadır, çünkü petrol geliri dörtte üç oranında düşmüştür. Buna dünya çapında yaşanmakta olan depresyonun etkileri eklendiğinde ülkenin son yıllarda neden derin bir krize girdiği anlaşılabilir. Ömer Beşir hükümeti son yıllara kadar emperyalist ülkelerle devamlı çelişki içindeydi; hatta Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından ülkenin (Sudan’da nüfusun çoğunluğu Arap iken bölge halkının siyahi olduğu) Darfur eyaletinde soykırım uyguladığı gerekçesiyle aranıyordu. Ama 2017’den sonra yeni gelişmeler ortaya çıktı. Sudan’ın İMF’nin aile fotoğrafı içine girmesi, ABD ve AB’nin,  ayrıca Çin’in, Sudan halkının otuz yıllık bir diktatörlükten kurtulma çabasına ve hükümetin halka uyguladığı zalim saldırıya kayıtsız kalması bununla bağlantılıdır.

Olaylar 19 Aralık’ta ülkenin kuzeyindeki Atbara kentinde başladı. Bu kent ta sömürge döneminden beri sosyal mücadelelerde ve işçi sınıfı örgütlenmesinde başı çekmiş, Sudan Komünist Partisi’nin etkisinin güçlü olduğu bir kentti. Bu yüzden de “al hadid wa el nar” şehri (“çelik ve ateşten şehir”) olarak adlandırılmıştı. Buradan olaylar birkaç gün içinde bir orman yangını gibi, başkent Hartum ve Kızıl Deniz kıyısında bulunan önemli liman kenti Port Sudan’ın da aralarında bulunduğu 15 kente yayıldı. Gençlik gösterilerin ana bileşenlerinden biri olduğu için, hükümet derhal üniversiteleri, liseleri ve öğrenci yurtlarını kapattı. 25 Aralık’ta kitle Ömer Beşir’in çekilmesi talebiyle iktidar partisi Ulusal Kongre Partisi’nin genel merkezine yürüdü. 9 Ocak’ta ise bu kez Omdurman’da bulunan (bu kent, başkent Hartum’u oluşturan üç kentten biridir) parlamento binasına yüründü. Daha bu aşamada bile Arap devriminin ana sloganı olan “Halk rejimin düşmesini istiyor!” yaygın olarak atılıyordu. Buna daha kısa “Tasqut bas” (“Düş yakamdan”) sloganı eşlik ediyordu.

En baştan itibaren hareketin önderliğinde en görünür unsur Sudan Meslek Örgütleri olacaktı. Bunlar serbest mesleklerden, yani doktorlar, avukatlar, mühendisler, eczacılardan katmanların yanı sıra öğretmenlerden oluşuyordu. Yani modern küçük burjuvazi ile proletaryanın üst, eğitimli katmanlarının bir karışımı söz konusuydu. Bu tür katmanların ilerici siyasi mücadelesi modern çağda Müslüman çoğunluklu toplumlarda oldukça yaygındır. (Bizde de burjuva devrimi çağında, yani 20. yüzyılın ilk çeyreğinde doktorların, 1960-80 arası ise özellikle mühendis ve mimarların, ama aynı zamanda tabip odalarının, baroların vb. bu tür mücadelelere yaygın olarak katıldıkları, bugün dahi bu eğilimin bir ölçüde devam etmekte olduğu biliniyor.) Son dönemde, en azından Ürdün’de 2018 yılı ortalarında yaşanan halk isyanında o ülkenin meslek örgütlerinin de önderlik konumunda olduğu hatırlanmalı. Ancak, bütün göstergeler Sudan’da olan bitenin orta sınıfın “demokratik” haklar için verdiği bir mücadeleden ibaret olmadığını gösteriyor.

Meslek örgütlerinin yanı sıra işçi sendikaları da mücadelede önemli bir yer tutuyor; ayrıca çoğunlukla enformel işlerde çalışan veya işsiz proleterlerin ve bir ölçüde deklase bazı katmanların içinde yer aldığı kent yoksullarının yaşadığı mahalleler olaylarda son derecede faal. Daha önce söylendiği gibi gençlik de yaygın biçimde işin içinde. Nihayet, hem öğrencilerin, hem serbest meslek sahiplerinin arasında kadınların yaygın olarak varlığı dikkat çekici derecede. Eklemek gerekir ki, meslek örgütleri de, işçi sendikaları da, 1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yılların başında Ömer Beşir, Hasan el Turabi’nin Ulusal İslami Cephe’si ile el ele iktidarını kurarken yasaklanmıştı. Yani bu örgütler Sudan hukukunda sağlam temelleri olan yapılar olmaktan ziyade, fiili olarak var olan enformel şebekeler olarak düşünülmelidir.

Hareketin  bir başka özelliği, farklı etnisite, din, kabile topluluklarına el uzatması, hepsini hareketin içine çekmek için özel bir çaba göstermesidir. Bu tür topluluklar arasında çatışmaların son dönemde kural haline geldiği bir ülkede (Kuzey ile Güney Sudan arasında, bölünme ile sonuçlanan savaş ve Darfur’daki çatışma diğerlerinden daha kanlı ve şiddetli olabilir, ama bir dizi başka savaş da yaşanmıştır ve yaşanmaktadır) hareketin güçlü yanlarından biridir. Hareketin birliğini koruyup koruyamayacağını zaman gösterecektir, ama bir şeyi kesin biçimde söyleyebiliriz: Bu hareket etnisite ya da kabile çatışmaları ile hiçbir ilişkisi olmayan bir harekettir. Söz konusu olan sınıf mücadelesidir. Farklı çıkarları olan farklı sınıflar hep birlikte zengin ve dar bir oligarşinin yolsuzluğa ve pisliğe batmış rejimine karşı mücadele etmektedir.

Halk isyanından devrime

Kitlelerin sebat ve azmi, bu sosyal patlamanın geçici bir ruh durumunun ürünü değil, toplumun derinlerinde birikmiş bir öfkenin gün yüzüne çıkmasının bir ifadesi olduğunu açıkça gösteriyor. Üçüncü Büyük Depresyon döneminin, yani 2008’de Lehman Brothers adlı bankanın çöküşünden sonraki dönemin birçok halk hareketi, büyük kitlelerin siyasi iktidar üzerinde bir iddiasının oluşmadığı halk isyanları olarak kalmıştır. Bu halk hareketleri nesnel bakımdan, yani ya temsil ettikleri sınıf güçleri ve/veya  örgütlülük dereceleri bakımından yeterince güçlü olmadıklarından, başka bir şekilde söylersek iktidarı ele geçirebilecekleri araçlardan yoksun olduklarından, ya da öznel olarak iktidara yürümek açısından hazırlıklı olmadıklarından, yani kitlelerin bilincinin protesto etmek ve tek tek talepler yapmakla sınırlı kalıp kendi kaderlerini kendi ellerine alma özlemiyle hareket etmek açısından geri olması yüzünden ufukları kısıtlı kalır. Nesnel ve öznel yanlar elbette birbirlerinden bütünüyle yalıtılmış değildir; en açıkça kesiştikleri alan ise mücadele halindeki sınıflar adına hareket eden siyasi güçler, özellikle de siyasi partilerdir.

Ancak, bir halk isyanı, sosyo-ekonomik ve politik düzene karşı başkaldırmış kitlelerin gücünün kabarması ve birikmesi süreci içinde, neredeyse fark edilmez biçimde bir politik devrime, hatta bir sosyal devrime bile dönüşebilir. Mücadelenin kendisi, iktidarın ele geçirilmesini olanaklı hale getirecek türden siyasi araçların yaratılmasını sağlayabilir. Burada hemen akla gelecek örnek, kitle hareketinin şûralar, konseyler ya da sovyetler tarzı iktidar organlarını kendi içinden çıkarmasıdır. Bu durumda halk isyanı derhal bir devrime dönüşecektir. Başka bir geçiş biçimi, kitle hareketi içinde sınıf temelli eylemlerin, özellikle de işçi sınıfının grev ve işgallerinin hegemonik bir yaygınlığa ulaşması ve böylece kapitalist toplumun ana sınıflarının açık bir şekilde sınıf mücadelesine tutuşmasıdır. Bir başka patika da hâkim iktidar bloku içindeki çatlakların aşırı dercede şiddetlenmesi sonucunda belirli güçlerin kendilerini ötekilerden ayırarak isyanın yanına geçmeleri, bu sayede rejimin sona erdirilmesinin araçlarının doğması ve yeni bir rejimin inşası için uygun bir ortamın oluşması olabilir.

Sudan söz konusu olduğunda, ülkeye uzaklığımız ve haber kaynaklarımızın sınırlılığı dolayısıyla bir ölçüde temkinli biçimde olsa da diyebiliriz ki bu tür bir geçiş yaşanmaya başlamıştır: Bize göre Sudan artık bir devrim yaşamaktadır. Bu sonuca ulaşmamıza temel olabilecek dört gelişmeden söz edebiliriz.

Birincisi, hareketin yaygınlığı ve derinliği ve büyük bir sebatla sürdürülüyor olması, bize, artık bir halk isyanından söz etmeyi bırakmamızın ve bu kitlelerin devrimci bir öfke ve heyecan içinde olduklarının teslim edilmesinin gerekli olduğunu düşündürtüyor. Toplumsal mücadelelerin Hartum ve Darfur gibi daha on küsur yıl önce, “soykırım” iddialarının bile ileri sürülmesine yol açacak kadar kanlı bir boğazlaşma yaşamış olan iki bölgeyi birden içine alması çarpıcıdır. Batı’da Kara Afrika’nın sınırlarından  doğuda Kızıl Deniz’e kadar uzanan bir isyan hareketinden söz ediyoruz. Toplumun farklı emekçi sınıflarını, modern yaşama bağlısından en muhafazakârına, varlıklı olanından sefalet içinde yaşayanına birleştirebilmiştir. Örneğin 2009 İran “Yeşil Devrim”inden farklı olarak, bir “orta sınıf” hareketi olmaktan çok uzaktır (bu terim o kadar istismar edilmiştir ki, tek doğru olabileceği anlamda kullandığımızda bile tırnak içine almak zorunda hissediyoruz kendimizi).

Bütün devrimlerde görüldüğü gibi, halk cüretkâr hale gelmiştir. Hareket, artık Cuma namazı sırasında camiye girmiş, namaz bittikten sonra caminin içinde slogan atılmasının yolunu açmış, hatta Cuma hutbesi üzerinde bir mücadeleyi bile başlatmıştır. Bu tür bir olayda, cemaat Ebu Hay Yusuf adlı ünlü bir selefi imamın hutbesini, hükümet yanlısı konuştuğu ve mücadeleyi destekmediği için yarıda kestirmiştir. Atbara’da ise bir dini vakıf, kitle hareketine karşı gerici tavrı dolayısıyla yağmalanmıştır.

İkincisi, mücadele gittikçe daha büyük ölçüde sınıf talepleri temelinde proleter mücadele yöntemlerini benimsemeye başlamıştır. Son on günde hem özel kesimde hem de kamuda işçiler yasadışı fiili grevler düzenlemekle kalmamış, yer yer işyerlerini işgale de girişmiştir. Özellikle Port Sudan işçileri limanın özelleştirilmesi ve bir yabancı şirkete satışı hazırlıkları karşısında güçlü bir grev başlatmıştır. Birkaç telekomünikasyon şirketinin işçileri de iş durdurma eylemleri yapmıştır. Hareket artık yalnızca bir yurttaş hareketi, hatta çeşitli sınıflardan kalabalıkların küçük burjuvazinin modern kanadı ile proletaryanın örgütlerinin önderliğinde yürüyen bir hareketi olmaktan çıkıyor. Modern toplumun en devrimci sınıfı olan proletaryanın öz faaliyetini ve öz örgütlenmesini yürüttüğü bir arena haline geliyor.

Üçüncüsü, farklı sınıf ve katmanlarca desteklenen farklı siyasi güçler, gerek devrimin gerekse karşı devrimin yürüyeceği yolu tanımlamak için farklı programlar ortaya koyuyorlar. Anladığımız kadarıyla Sudan Meslek Örgütleri önderliği içinde hâkim olan ana senaryo, Ömer Beşir’in partisi ile birlikte devrilmesinden sonra “teknokratik” bir geçici hükümet kurulması, bu hükümetin dört yıllık bir geçiş dönemi boyunca ülkeyi çok partili bir parlamenter sisteme hazırlamasıdır. Kitle hareketinin içinde bazı başka güçlerin desteklediğini çıkartabildiğimiz bir başka seçenek ise ülkenin derhal özgür ve adil seçimlere gitmesidir. Biz bir “kurucu meclis” talebine rastlamış değiliz, ama “teknokratik geçici hükümet” modeline karşıt olarak bu programın esas odağı, bir kurucu meclisi çağrıştırıyor. Beşir sonrası derhal seçimlere geçiş, işçi sınıfının çıkarlarıyla da, muhtemel bir sürekli devrim sürecinin ihtiyaçlarıyla da daha uyumlu görünüyor. Şunu kaydetmeden geçmeyelim: Dünyanın çeşitli bölgelerinden “komünist” adını taşıyan partiler, Sudan Komünist Partisi ile dayanışma için bir ortak bildiri yayınlıyorlar ve Sudan’da bir “milli demokratik devrim” çağrısı yapıyorlar. Bunun anlamı, Sudan Komünist Partisi’nin burjuvazinin ve küçük burjuvazinin daha “demokratik” kanatlarıyla saf tutarak, işçi ve köylüler devrimi derinleştirme eğilimi gösterdikleri takdirde devrimi durdurmaya çalışacağıdır.

Karşı devrimin programı Beşir’in kendi darbesinden “düzenli geçiş”e, oradan rejimi kurtarmak için açıkça gerici birtakım yöntemlere ve en kötümser uç olasılık olarak bir kıyamet senaryosuna kadar uzanıyor. Bunları teker teker kısaca ele alalım. Beşir’in ülkenin bütün kurumlarını feshetmesi ve yetkilerini kendisine ve orduya devretmesi en kaba şekilde bir karşı devrim girişimi olarak görülmeli. Ancak bunun aynı zamanda diktatörün iktidar tabanının çok zayıflamış olduğunu gösterdiği de vurgulanmalı: Beşir kendisinin belirlemiş olduğu parti üyesi bakanlara ve eyalet valilerine bile güvenemeyecek duruma düşmüş bulunuyor.

“Düzenli geçiş” senaryosu aslında geleneksel olarak “saray darbesi” diye bilinen yöntemin cumhuriyetle yönetilen ülkelere uyarlanmasından başka bir şey değildir. Arap devriminin 2011-2013 arasındaki ilk raundunda emperyalizm ve onun Arap ülkelerindeki baş müttefiki ordu güçleri tarafından uygulanan temel yaklaşımdı. En başarılı uygulamasını Mısır’da, orta vadede felakete yol açan en başarısız uygulamasını ise Yemen’de buldu. Sudan devrimi söz konusu olduğunda, anlamı şudur: Beşir ordu tarafından görevden alınır, daha az nüfuzlu olsa da aynı yönelişi uygulayacak başka bir “güçlü adam” başa getirilir.

Bundan muhtemelen farklı sonuçları olacak ve daha gerici bir karakter taşıyacak bir seçenek NISS başkanı Salih Abdullah Goş’un tertipleyeceği bir darbe olur. Goş ABD istihbaratının yakın müttefiki olarak biliniyor. “Terörle mücadele” operasyonlarında ABD’yle işbirliği yaptığı konuşuluyor. Beşir’e karşı daha önce de darbe hazırlamış, ama nasıl olduysa hâlâ görevi başında. Goş’un yapacağı bir darbenin daha gerici sonuçlar doğuracak olması sadece ABD müttefiki olmasından değil. Olağan bir “saray darbesi” devrimi durduramayabilir, sonunda ortayolcu bir çözüm olarak parlamenter bir sistemin yerleşmesiyle sonuçlanabilir. Yani bir anlamda tam karşı devrimci bir çözüm  değildir, esas kararın ertelenmesine yol açacak bir yoldur. Buna karşılık Goş darbesi konsolide olursa devrimi muhtemelen durduracaktır. Hem başındaki adam ülkenin en güçlü aygıtının başıdır, hem de muhtemelen ülkede Beşir’den sonra en güçlü adamdır.

Kıyamet senaryosu, Beşir de dâhil düzen güçleri tarafından kitle hareketini korkutmak için bir şantaj malzemesi olarak kullanılıyor. Burada söz konusu olan Libya-Suriye senaryosudur. “Kargaşa” (siz bunu devrim olarak okuyun) devam ettiği takdirde, denilmektedir, Sudan bu ülkelerle aynı kaderi paylaşacaktır ve (Suriye gibi) bir “mülteciler ulusu” haline gelecektir. Ne yazık ki, böyle bir senaryo gerçek dışı değildir. Suriye, Arap devriminin ateşi içinde, 15 Mart 2011’den Eylül ayına kadar bir halk ayaklanması yaşamış, tarafların yenişememesi üzerine ABD ve bölgesel güçler (Suud, Katar, Türkiye) iç savaşa giden yolu döşemiş, bu daha sonra vekâlet savaşlarını gündeme getirmiştir. Sudan etnisite, din, bölge, aşiret temelinde bu tür çatışmalara zaten eğilimi olan bir ülkedir. Suriye’de son zamanlara kadar, Libya’da ise hâlâ olduğu gibi savaş ağalarının hâkimiyetinde bir dizi bölgeye ayrışması hiç de olmayacak bir şey değildir.

Bölgesel ve uluslararası sonuçlar

Sudan’da bir devrim yaşanması devasa bir önem taşır. Bu önem, ülkenin Kızıl Deniz üzerinde önemli bir aktör olmasından, Mısır’a komşu olmasından, Arap âlemi ile kara Afrika arasında bir geçiş bölgesi olmasından vb. doğan jeostratejik hassasiyetin çok ötesine geçer. Önce olaya bu açıdan bakacak olursak, Beşir’in devrimin sonucu üzerinde etkisi olabilecek bütün aktörlerin desteğini almak üzere çaba gösterdiğini saptamalıyız. Hükümet 2017’den bu yana ABD ve AB ile olumlu ilişkiler içindedir. Buna rağmen emperyalistler örneğin Goş gibi birini, artık istikrarı sağlayamayacağından korktukları Beşir’e tercih edebilirler. Arap devriminin karmaşık dehlizlerinden geçen Ortadoğu’da oluşmuş bulunan iki kampa gelince, bir tarafta Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır tarafından desteklenen Suudi Arabistan, öteki tarafta Katar ile sıkı bir ittifak içinde Erdoğan Türkiyesi arasında Beşir bir denge oyunu oynuyor ve her iki kampa da eşit bir mesafede duruyor gibi görünmektedir. İsyan günlerinde Mısır’ı ziyaret etmiştir. Suud’u hoşnut kılmak için Yemen’de asker bulundurmaktadır. Ama onun rejimi altında Sudan Türkiye ile de çok yakın ekonomik ve diplomatik lişkiler kurmuş bulunuyor.

Ne var ki, Sudan devriminin esas önemi başka yerden geliyor: Başarıya kavuştuğu takdirde, Arap dünyasında, daha ilkinin üzerinden  ancak altı yıl geçmişken, ikinci bir devrimci heyecan dalgası yaratma potansiyelini (ya da karşı devrimin açısından bakıldığında tehdidini) taşıyor. 2018 yılı içinde, Sudan’ın yanı sıra en az üç Arap ülkesi (Tunus, Irak, Ürdün) kitlelerin ekonomik sorunlara bağlı öfkeli isyanlarına sahne oldu. Buna Ortadoğu’nın Arap olmayan bir devini, İran’ı da eklemek gerekir. Bu ülkelerde isyan o kadar yoğundur ki, Irak ve İran’da aylardır, hatta ikincisinde bir yılı aşkın süredir durulmuyor, Ürdün’de ise isyan hükümet düşürmüştür. Son haftalarda  bir genel grev yaşayan Tunus’ta ise devrimin 2010-2011’den beri tam olarak bittiğini söylemek bile zordur!

Sudan’da kitlelerin bir zaferi, kısmi kalsa bile, muhtemelen başka Arap ülkelerinde de benzer refleksler doğuracaktır. Tabii etkisi öncelikle zaten kaynamakta olan ülkeler üzerinde olacaktır. Ama hakikatin saati, devrim Arap dünyasının devi Mısır’ın kapısını çaldığında gelecektir. Durum buysa, Arap devrimi tarihe karışmış olmaktan uzaktır.

“Rüzgârın döndüğü yıl”dan “umudun yılı”na

2018 yılı 2019’a dönerken yazdığımız birbirine bağlı iki yazının ilkinde Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketini ele almış, ardından ikinci yazıda dünya çapında halk hareketlerinin ne durumda olduğunu daha genel bir ölçekte incelemiştik (bkz. https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/sari-yelekliler-la-republique-en-marche-arriere ve   https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/2018-dunya-devriminin-ucuncu-dalgasinin-yeniden-yukselis-yili). 2018’e “rüzgârın döndüğü yıl” adını takmıştık. Bundan meramımız, 2011-2013 arasında en başta Arap dünyasında, ama aynı zamanda İspanya, Yunanistan, ABD, Türkiye, Brezilya gibi birbiriyle ilgisiz ülkelerde ve birçok Balkan ülkesinde yaşanan ilk devrimci dalgadan sonra 2014-2017 arasından yaşanan  durgunluğun ardından halk mücadelelerinin yeniden yükselişe geçtiğin ifade etmekti.   2018, 12 ayda 12 kalkışmaya tanık olmuştu (İran, Tunus, Romanya, Slovakya, Nikaragua, Ermenistan, Irak, Ürdün, Haiti, Fransa, Sudan, Macaristan). “Rüzgârın dönüşü”yle kast ettiğimiz işte buydu. Bunu yeni bir kitle mücadeleleri dalgası olarak selamlıyorduk.

2019, yalnızca ilk iki ayında bile, bu dalgaya Zimbabve ve Sırbistan gibi ülkeleri katmıştır. Ama bundan daha önemlisi, geçen yılın halk isyanlarından ikisi, Sudan’da ve dünyanın öteki ucunda Haiti’de devrimlere dönüşüyor gibi görünüyor. Bu nitel bir sıçramadır. Artık “rüzgârın dönüşü”nden değil, devrimin dünya çapında büyük bir gürültüyle yeniden sahneye çıkışından söz etmemiz gerekiyor.

Umalım Sudan devrimi başarıdan zafere ulaşır ve dünyanın geri kalanında ve en başta Arap dünyasında halklara devrimci heyecan ve cüret aşılar!