Chávez dosyası (2): Latin Amerika solu ve Chávez

Venezüella Başkanı Hugo Chávez’in erken bir yaşta kanserden ölümü, bütün ülkelerin emperyalist-kapitalist çevrelerinde bir rahat nefes almaya vesile olurken dünya ve Türkiye solu ise Chávez’e inanılmaz bir övgü ve yüceltme ile yaklaştı. Sitemiz bu konuda önce Sungur Savran’ın özet bir değerlendirmesine yer verdi. Ardından da bir “Chávez dosyası” yayınlamaya başladı. Dosyanın ilk yazısı Selim Karlı’nın doğrudan doğruya Chávez üzerine bir incelemesi idi. Aşağıda yayınlamakta olduğumuz ikinci yazıda, Sungur Savran Latin Amerika solunun son çeyrek yüzyıllık serüvenini Marksizmin eleştirel süzgecinden geçiriyor. Savran bu dönemde üç ana akım saptıyor ve bunların her birinin sorunlarını tartışıyor. Aynı zamanda, soldaki bu önderliklerinin kitle hareketinin ne denli gerisinde kalmış olduğunu da ortaya koyuyor. Bu tartışmalar ışığında, Chávez’i Latin Amerika solunun tarihindeki yerine oturtmak mümkün hale geliyor. Chávez’in temsil ettiği akım, ötekilerden, özellikle de Lula’nın temsil etiği akımdan farklı olarak emperyalizmle uyum içinde olmayı reddetmiştir. Ama sadece ilerici bir burjuva politikacısıdır. Devrimci sosyalizmin önünde bir engeldir. Sosyalist hareketin onun yolunda yürümesi kapitalizme teslimiyetten başka bir şey getirmez. Savran’ın burada yer verdiğimiz yazısı şu kaynakta yayınlanmış bulunuyor: Aylin Topal (der.), Latin Amerika’yı Anlamak: Neoliberalizm, Direniş ve Sol, Yordam Kitap, İstanbul, 2007.

 

 

Latin Amerika işçi sınıfı önderliğini arıyor

21. yüzyılın başında Türkiye’de Latin Amerika’yı konuşmak ne demek? Her şeyden önce 90’lı yılların yalanlarına ve efsanelerine veda etmek demek. 1989’da Doğu Avrupa’daki rejimler çöktükten, 1991’de Sovyetler Birliği dağıldıktan, bu ülkelerde kapitalizme dönüşün önü açıldıktan sonra, sadece burjuvazinin saflarında değil, solun çok önemli bileşenlerinde, en çok da solun aydınlarında her şeyin bittiği, kapitalizmin kazandığı, artık sadece sistemin içinde değişikliklerle yetinmek gerektiği düşüncesi yayılmamış mıydı? Şunun şurasında sadece on beş yıl oldu. Geriye dönüp “ben ne savundum?” diye soracak olanlar, hiç olmazsa kendilerine dürüst davranırlarsa durumun böyle olduğunu gayet iyi hatırlayacaklardır. Neler söylenmemişti ki? İşçi sınıfı ortadan kalkıyordu, kalkmasa bile sınıf mücadelesi bitiyordu, artık kimlik politikası geçerliydi. Hele devrim bütünüyle gündemden çıkmıştı. Latin Amerika’da 2000’li yıllarda yaşananlar, aydınların moralsizliğinin ürünü olan bütün bu tezlere karşı fiili bir tekziptir. Bu kitaptaki çeşitli yazılarda anlatıldığı ve aşağıda görüleceği gibi, 21. yüzyılın başı, Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde, kitaplarda birer soyutlama olarak değil, yaşayan, somut varlıklar olarak işçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin kapitalizmin saldırılarına karşı sokaklara döküldüğü, burjuva devletinin silahlı muhafızlarına karşı günlerce muharebeler verdiği, gerektiğinde öldüğü devrimci atılımlara, hatta Bolivya örneğinde görüldüğü gibi iktidar sorununu gündeme yerleştiren ama sonuçta zafere ulaşamayan ayaklanmalara tanık olmuştur.

Tabii bu yaşananlar ışığında teslimiyetçi ideolojilerin bir başka zayiatı da “küreselleşmenin kaçınılmazlığı” tezi olmuştur. 90’lı yıllarda sol düşünce dünyasında,“küreselleşme” diye anılan olgunun karşısında durmaya çalışmanın hiçbir anlamı olmadığı, nasıl mevsimlerin değişimine karşı olunamazsa, “küreselleşme”ye de karşı çıkılmasının anlamsız olduğu neredeyse bir önyargı haline gelmişti. Daha o aşamada bu görüşün hem yöntemsel açıdan bütünüyle sakat olduğuna, hem de somut dünyanın gerçekleriyle uyuşmadığına işaret etmiştik.[1] 21. yüzyıl başında Latin Amerika’nın büyük emekçi kitleleri kendi bedenlerini ortaya koyarak “küreselleşme” diye anılan sürece karşı kahramanca mücadeleler vermişlerdir. Aşağıda somut olarak görüleceği gibi, Latin Amerika’da mücadelelerin çoğunun hedef tahtasına koyduğu, doğrudan doğruya burjuvazinin neoliberal, küreselleşmeci, özelleştirmeci taarruzudur. Milyonların sokaklarda verdiği mücadeleler ortadayken, birçok aydının yaptığı gibi, “küreselleşme kaçınılmazdır” diye konuşmaya ve yazmaya devam etmek, “kitlelerin tarihte hiç rolü olmamıştır ve olmayacaktır” demekle eşanlamlıdır.[2]

Bugün Türkiye’de Latin Amerika’yı konuşmak, aynı zamanda devrimci strateji ve politikanın sorunlarını konuşmak demek. Neyin yeni olduğunu, neyin süreklilik gösterdiğini konuşmak demek. Çünkü 90’lı yıllar aynı zamanda her şeyin değiştiğinin, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının, Marksizmin geçmişte söylediklerinin geçerliliğini yitirdiğinin, “ezber bozmanın” gerekli olduğunun sıklıkla ifade edildiği bir dönem olmuştur. Teorik tartışmanın son hakemi pratik hayattır. Latin Amerika’da yaşanan sınıf mücadeleleri ve devrimci atılımlar bu açıdan neyin yeni olduğunun, neyin geçmişle süreklilik ifade ettiğinin sınanacağı bir laboratuvardır.

Bugün Türkiye’de Latin Amerika’yı konuşmak, aynı zamanda, dünya çapında sosyalist hareketin ve genel olarak solun krizini konuşmaktır. 80’li ve 90’lı yıllarda Latin Amerika solu, aşağıda görüleceği gibi, Türkiye solunun yaşadığı sürece çok benzer bir süreç yaşamıştır: Sol liberalizm (sivil toplumculuk) ve postmodernizm Latin Amerika’da solda hâkim ideolojiler haline gelmiştir. Buna paralel olarak solun benimsediği yeni siyasi yönelişler, bugün Latin Amerika’daki mücadelelerde kitlelerin ileriye doğru yürümesinin önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiştir. Bir bakıma, Latin Amerika, dünyada ve Türkiye’de sosyalist solun son çeyrek yüzyılda geçirdiği evrimin pratik mücadele içinde yol açabileceği felâketlerin tablosunu ortaya koymaktadır.

Bu dört nokta bizi bu yazının ana tezine getiriyor. 21. yüzyılın başında sınıf mücadeleleri ve devrim açısından Latin Amerika’nın durumunu belirleyen en önemli faktör, işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin mücadelelerinin ihtiyaçları ile bu mücadelelerin siyasi önderliğini sürdüren hareketler arasındaki dev çelişkidir. Başka terimlerle ifade edecek olursak, Latin Amerika’da devrimin nesnel koşulları hızla olgunlaşmaktadır, ama öznel koşullar devrimin başarıya ulaşması önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu yazı bu çelişkiyi somut verileriyle ortaya koymayı amaçlıyor. Aşağıda görüleceği gibi, başta Bolivya olmak üzere çeşitli ülkelerde siyasi önderlikler kitle hareketinin mücadelesinin daha ileri gidişini sağlamak bir yana, yeri geldiğinde mücadelenin önünde pozitif bir engel haline gelmektedir. Bolivya örneğinde en çarpıcı ifadesini bulan bu gerçeklik, başka ülkelerde de (örneğin Ekvador, Meksika, Venezüella) tekrar ve tekrar kendini hissettirmiştir. Durumun bu derinden çelişkili niteliğini kavramak, kitle hareketi ile solun neden farklı, hatta bazı durumlarda karşıt yönlerde gelişiyor olduğunu anlamak çok önemlidir. İnsan eğer başka diyarların deneyiminden ders çıkaracaksa bu ezbere değil, durumu somutluğu ve bütünlüğü içinde kavrayarak olur.

Ne var ki, bunu yapabilmek, yani gerçeklikle bütün karmaşıklığı içinde hesaplaşabilmek için, Türkiye’de hem burjuva medyasının, hem de solun geniş kesimlerinin farklı nedenlerle de olsa yaptığı gibi, Latin Amerika’da son dönemde yaşanan her şeyi, her kitle hareketini, her siyasi akımı, her hükümeti aynı torbaya koymaktan vazgeçmek gerekir. Bu eğilim belki Türkiye’ye özgü bir şey değildir, ama Türkiye’de neredeyse doruğuna ulaşmıştır. Bu yaklaşımda, fedakârca mücadele eden büyük kitleler ile bazen onların mücadelesinin önüne geçen hükümetler, çoktan beri düzenin parçası haline gelmiş siyasi akımlar, içinde yaşadığımız süreç içinde düzenle yeni bütünleşmekte olanlar ve son dönem mücadelelerinin ürünü olan siyasi akım ve hükümetler aynı monoton rengin gölgeleri gibi görülüyor. Hegel’in Schelling’e yönelttiği eleştiriyi ödünç alacak olursak, Türkiye soluna göre Latin Amerika’da bugün yaşanan süreç “bütün ineklerin kara olduğu bir gece” gibidir. Sonuç hep aynıdır: “Latin Amerika’da sol yükseliyor”. Burada “sınıf mücadelesi hangi aşamalardan geçmektedir, sol nedir ve nasıl ayrışmaktadır, yükseliş nedir ve nereye kadar ulaşmaktadır?”, bütün bu sorular genel geçer bir yargının kıvrımsız şalı ile örtülmüştür. Türkiye solu anlaşılan kendisinin sonu gelmek bilmeyen düşüşü içinde sarılacak bir dal aramaktadır. Latin Amerika’da bir yükseliş bulmuştur ve ona sarılmıştır. Bu ona Brezilya’da Lula gibi bütünüyle düzenin işçi sınıfı düşmanı politikalarını sürdüren dönek hükümetleri bile solun yükselişi içine dâhil etmek gibi avantajlar kazandırıyor. Veya ulusal solcusundan liberaline ve enternasyonalistine, herkesin aynı politikacının, Chávez’in peşine dizilmesi gibi ironilere yol açıyor. Bu yazının bir amacı da Türkiye’de solda var olan bu kaba, ezberci, indirgemeci yaklaşımın ötesine geçerek, Latin Amerika’daki süreçleri aralarındaki önemli farklılıklar ile birlikte tasvir edebilmektir.

Bu amaçla aşağıda önce Latin Amerika’nın son dönemde içine girmiş olduğu büyük toplumsal ve siyasal mücadeleleri ele alacağız. Yazının ilk bölümü kıtanın içinden geçmekte olduğu nesnel süreci bir devrim-öncesi durum olarak tanımlayacak ve bu sürecin çeşitli ülkelerde nasıl somut biçimlere büründüğünü ortaya koymaya çalışacak. İkinci bölüm projektörü toplumsal alandan siyasi alana çevirecek ve Latin Amerika’da bugün başta olan hükümetlerin bir sınıflandırmasına girişecek. Bu bölüm aynı zamanda bu hükümetlerin hiçbirinin Latin Amerika’da yükselen kitlesel mücadeleleri gerçek bir zaferle taçlandırabilecek bir nitelik taşımadığını ortaya koymaya çalışacak. Üçüncü bölüm, nesnel koşullarla devrimin öznel koşulu olarak tanımlanabilecek siyasi önderlik sorunu arasındaki bu çelişkinin çözümünün temellerine ışık tutmak amacıyla, Latin Amerika solunun bugünkü durumuna nereden ve nasıl geldiğinin öyküsünü özetleyecek. Sonuç bölümünde bütün bunların Türkiye solu açısından ne anlama geldiğine kısaca değinilecek.

Yazının ana gövdesine geçmeden önce okuyucuya Latin Amerika’nın Türkiye’de benzerini yaşamadığımız bir özelliğini hatırlatmak gerekiyor. Latin Amerika[3] ülkeleri arasında, ortak tarihsel geçmişleri, ortak dilleri (esas olarak İspanyolca ve Portekizce), benzer jeopolitik ve ekonomik durumları ve benzer siyasi ve kültürel gelenekleri dolayısıyla muazzam bir yakınlık vardır. Aylin Topal’ın bu kitaptaki yazısının gösterdiği gibi, bu ülkeler neredeyse her aşamada ortak bir ana gelişmenin değişik parçaları olmuşlardır. Elbette bu genel gelişmenin içinde muazzam eşitsizlikler vardır, ama her bütünün parçaları eşitsiz ve bileşik gelişmeye tâbidir. Bu bütünsellik dolayısıyla, Latin Amerika’nın sol hareketleri de, büyük halk kitleleri de, başka Latin Amerika ülkelerinde olup bitenlerden çok etkilenir. Bu durum, tarihin değişik aşamalarında bu ülkelerin konjonktürel gelişmesinin büyük ölçüde birbirine bağlı olmasına yol açmıştır. Elbette hâkim konjonktürel eğilimlerin tersi yönde gelişen veya konjonktürden etkilenmeyen ülkeler her zaman bulunabilir. Ama bu ülkelerin bir bütünün birbirinden hızla etkilenebilen parçaları olduğunu bütün bu yazı boyunca akılda tutmak gerekir. 19. yüzyılda Türkî dünyadan, 20. yüzyıl başında ise İslam dünyasından ve Ortadoğu’dan büyük ölçüde kopmuş olan Türkiye’nin kendine özgü tarihsel gelişme güzergâhı dolayısıyla yaşamadığı bu tür bir aidiyet sürecini Latin Amerika söz konusu olduğunda hep hatırda tutmak gerekir.

Nihayet bir tehlike konusunda okuyucuyu uyarmak gerekiyor. Aşağıda bir düzineye yakın ülkedeki toplumsal çalkantılardan, siyasi hareketlerden ve önderlerden söz edilecek. Bu ülkeleri yakından tanımayan okuyucu için yazı yorucu olabilir. Bu satırların yazarı bu yazıda ele alınan konuları daha önce çeşitli konuşmalarında da işlemiş ve bu soruna birinci elden tanık olmuştur. Ama okuyucuya şunu hatırlatmak gerekiyor. Eğer bugün Latin Amerika hakkında gerçek bir bilgi edinmek ve öğrendiklerimizden dersler çıkarmak istiyorsak, asgari düzeyde de olsa bu ülkelerin yaşadığı mücadeleleri bilmek ve bu mücadelelerin siyasi aktörlerini tanımak zorundayız. Aksi takdirde kendimizi Türkiye solunda bugün yaygın olan tavra mahkûm eder, ezbere ve anlamsız bir “Latin Amerika’da sol yükseliyor” yargısıyla baş başa kalırız. Marx’ın söylediği gibi “bilime giden kraliyet yolu yoktur”. Enternasyonalist olmak istiyorsak, onun “sarp yamaçlarında” yürümeyi de öğreneceğiz.

 

1. Latin Amerika’da devrim-öncesi durum

1980’li ve 90’lı yıllarda Latin Amerika büyük ölçüde dünya konjonktürü ile senkronizasyon içinde gelişmiştir. Dünya kapitalizminin 1970’li yılların ortalarında başlayan uzun ekonomik krizine cevap olarak uluslararası sermaye işçi sınıfı ve emekçilerin daha önceki dönemlerdeki kazanımlarına karşı büyük bir sınıf taarruzuna girişmiştir. 1970’li yılların sonu ile 1980’li yılların başında Britanya’da Thatcher ve ABD’de Reagan yönetimleri altında ilk büyük adımlarını atan neoliberal taarruz, Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşü (1989) ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesi (1991) sonrasında “küreselleşme” adı altında büyük bir atılım yapmıştır. Bu taarruz Latin Amerika’da da konjonktürü belirlemiş ve neoliberal uygulamaların, işçi-emekçi düşmanı politikaların istisnasız bütün ülkelerin hükümetlerinin gündemine oturmasına yol açmıştır. 1980’li ve 90’lı yılları, bütün dünyada olduğu gibi Latin Amerika’da da sermayenin büyük taarruzu dönemi olarak anmak yanlış olmaz.[4]

Böylece, Latin Amerika’da Pinochet diktatörlüğü altında Şili’de erkenden başlatılmış olan deney, şimdi bütün kıtaya yayılıyordu. Uygulama o kadar ileri gidiyordu ki, Menem yönetimindeki Arjantin’de veya Ekvador’da ulusal paranın yerine doların dolaşım aracı haline gelmesi türünden uç uygulamalara başvuruluyordu. Gerçek sosyalizm dışında her siyasi akım neoliberalizme angaje olmuştu. Örnekse, Arjantin’de devletçi bir geleneğe sahip olan Peronizm neoliberalizmin uygulanmasının aleti oluyordu. Örnekse, Brezilya’da eskiden Bağımlılık ekolünün sol kanadının önde gelen yıldızı Fernando Henrique Cardoso başkan sıfatıyla ülkeyi “küresel ekonomi”nin ayrılmaz parçası haline getiriyordu. Örnekse Şili’de burjuvazi adına Pinochet sonrasına geçişin pazarlığını yapmış olan Concertación adlı Sosyalist Parti-Hıristiyan Demokrat Parti koalisyonu, neoliberalizmi olduğu gibi devralmıştı.

İşte Latin Amerika 21. yüzyılı böyle bir atmosferde karşıladı. Ne var ki, 21. yüzyılın ilk yılları bambaşka bir konjonktüre ebelik yapmıştır. 20. yüzyılın son iki on yılına damgasını vuran, işçi hareketinde ve sosyalist mücadeledeki durgunluk, yerini neredeyse fırtına gibi esen bir dizi toplumsal ve siyasal mücadeleye bırakmıştır. Artık inisiyatif işçi sınıfı ve ezilenlerin, sosyalist ve anti-emperyalist hareketlerin eline geçmiştir. Neoliberal taarruz devam etmektedir. Üstelik, aşağıda göreceğimiz gibi, burjuvazi solun birtakım güçlerini de neoliberalizmin saflarına kazanma başarısını elde etmiştir. Ama bu bir önceki dönemin eğilimlerinin bir ürünüdür, 2000’li yılların mücadelelerinin değil. Bugünkü eğilim, kitlelerin neoliberalizme ve küreselleşmeci politikalara karşı mücadeleleri tarafından belirlenmekte, bu mücadelede karşılarında kapitalizmi ve emperyalizmi bulan kitleler yer yer iktidar sorununu gündeme getirmektedirler. Bir bütün olarak ele alındığında Latin Amerika bugün bir devrim-öncesi durum içinden geçmektedir.

Bununla kastettiğimiz şudur. Kıta çapında işçi sınıfı, kent yoksulları, köylülük ve Amerika yerlileri, emperyalizmin ve kapitalizmin tarihsel olarak bu toplumların dokusunda açtığı yaraların son yirmi yılın taarruzuyla derinleşmesine tepki olarak ayağa kalkmıştır. Kitleler başlangıçta dar anlamda ekonomik çıkarları için mücadele etmektedirler. Ancak mücadelenin yaygınlığı, kararlılığı, sertliği ve ülkeden ülkeye bulaşıcı karakteri, bunları olağan, devrimci olmayan durumlarda verilen mücadelelerden ayırmaktadır. Öte yandan hâkim sınıflar neoliberal taarruzu, uluslararası koşulların da dayatmasıyla kararlılıkla savunmak zorundadırlar. Bu iki eğilim kitleleri devlet aygıtıyla sert çatışmalara itmekte ve koşullar oluştuğunda siyasi iktidar sorununu gündeme taşımaktadır. Henüz kıta çapında bir devrimci durum yoktur: Yani iktidarın ezilen sınıf ve katmanlarca ele geçirilebileceği durumlar şimdilik istisnaidir. Ama kitleler ile burjuvazi ve devleti arasındaki çatışmalar, öte yandan kitlelerin basıncı altında radikal önlemler almak zorunda kalan hükümetler ile emperyalizm arasında ortaya çıkan şoklar, hiç beklenmedik bir anda devrimci durumların (devrimci krizlerin) ortaya çıkması potansiyelini yaratmaktadır. İşte bu anlamda, yani mücadelenin dinamiklerinin aniden bir devrimci krizin doğmasının koşullarını sürekli olarak üretmesi anlamında, Latin Amerika bir devrim-öncesi durum yaşamaktadır.

Latin Amerika’da 80’li ve 90’lı yılların durgun atmosferinin dağılma eğilimine ilişkin ilk işaretler 90’lı yıllarda ortaya çıkmıştı. Bu işaretlerin en eskisi Venezüella’daki 1989 tarihli Caracazo adıyla anılan ayaklanma idi. Ancak Caracazo, aşağıda göreceğimiz gibi, Venezüella’nın sınıf mücadeleleri üzerinde derin bir iz bırakmakla birlikte Latin Amerika çapında yükselen burjuva taarruzu çerçevesinde yalıtılmış kalmıştır. Kıta çapında heyecan yaratan ilk öncü deprem 1994’te Meksika’dan gelmiştir. Sembolik olarak, tam Meksika’yı ABD ve Kanada ile bir serbest ticaret bölgesinin parçası haline getirecek olan NAFTA antlaşmasının yürürlüğe gireceği gün olan 1 Ocak 1994’te Chiapas eyaletinin tropik ormanlarında Zapatista ayaklanmasının ilk kurşunu atılmıştır. Zapatistalar Latin Amerika’da ve dünyada solun düş gücünde bir dönem boyunca alevlenmelere yol açmakla birlikte, isyanın kendisi bulaşıcı bir nitelik kazanmamıştır.

1990’lı yılların öteki isyanı, 2000’li yıllarda tipik hale gelecek mücadele biçimlerinin gerçek bir ön habercisidir. 1997 yılında 14 milyon nüfuslu Ekvador’da IMF türü önlemlere karşı bir milyon insan sokaklara çıkarak günlerce protestolar düzenledi ve sonunda seçilmiş başkanın “deli raporu” verilerek görevden alınmasını sağladı. Burada, daha önce Caracazo’da ilk örneği görülen neoliberalizme kitlesel isyan yenileniyordu ama bu isyan ilkinden farklı olarak kısmi bir başarı gösteriyordu: Böylece sandıktan çıkan başkanların kitlenin sokaktaki gücüyle görevden alınmasının ilk örneği de görülmüş oluyordu. Bu 2000’li yıllara damgasını vuracak bir olgudur.

21. yüzyılın büyük kitle seferberliklerinin açılış perdesi tam da 2000 yılında oldu. Bu yıl içinde üç ülkede gerçekleşen farklı türden seferberlikler, yeni dönemin dinamiklerinin yaygınlaşmaya başladığını gösteriyordu. İlk işareti 1997’den beri tam durulmamış olan Ekvador verdi. 27 Ocak’ta ülkenin yerli halkını bir araya getiren CONAIE adlı örgüt ile işçi hareketinin sokaklardaki ortak mücadelesi, ordunun orta kademelerindeki bazı unsurlardan da destek alarak halkın parlamentoyu ve başka devlet organlarını ele geçirmesiyle sonuçlandı. Hükümet devrilmiş, ülke bir devrim konseyinin eline geçmişti. Ne var ki, zafer fazla kolay olmuştu. Bunun anlamı da düzenin kurumları arasında darbe yemeyenlerin sapasağlam ayakta kalması idi. Ordunun üst kademeleri 24 saat içinde duruma hâkim olacak ve burjuvazinin yönetimi yeniden ele geçirmesini sağlayacaktı. Tarihin en kısa devrimci iktidarı, 24 saatlik bir devrimle Latin Amerika’ya 1979 Sandinista devriminden bu yana ilk kez devrimin soluğunu getiriyordu. Ayrıca burjuvazi ve ordu, üç yıl içinde ikinci kez bir seçilmiş başkanı büyük kitlelere kurban vermek zorunda kalmıştı. Devrim yenilgiye uğramamıştı. Sadece başarıya ulaşamamıştı. Toplumsal ve siyasal güçlerin pat durumunda kaldığının en iyi kanıtı, yasal kurumları zorla ele geçirmiş olanlara en ufak bir yaptırım uygulanamamasıydı. Yeni bir dönem açılıyordu.

2000’in ikinci büyük mücadelesi, Bolivya’nın Cochabamba eyaletinde veriliyordu. Neoliberal programın en uç uygulamalarından biri olan (ve şimdi Türkiye’nin de gündemine girmekte olan) su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı büyük emekçi halk güçleri Ocak ayından itibaren protesto ve yol kesmelerle harekete geçti. Nisan ayında tarihe “Su Savaşı” adıyla geçen büyük çatışmalar sırasında olağanüstü hal ilan edildi. Ama kazanan taraf, ilgili yasanın gözden geçirilmesi ve özelleştirme sözleşmesinin iptali sonucunda kitle hareketi oldu. Bolivya halkı ilk zaferini kazanmıştı.

Nihayet, 2000 yılı Peru’da, 90’lı yıllarda Latin Amerika’da burjuvazinin pervasızlığının simgesi haline gelmiş olan Fujimori’nin halk tarafından iktidardan devrildiği yıl oldu. Fujimori’nin kurmuş olduğu “derin devlet” ağı yolsuzluklarıyla birlikte ortaya çıkınca, ülke kitle eylemleriyle sarsılmaya başladı. Sonunda, Japon asıllı olan Fujimori selameti eski vatanı Japonya’ya sığınmakta bulacaktı.

Bu açılış salvolarından sonra 2000’li yıllar Latin Amerika’nın bir dizi ülkesinde neoliberal programa karşı verilen mücadelelerin doğrudan doğruya siyasi iktidar sorununu gündeme getirdiği bir dizi sarsıntı yaşanacaktı. Bu sarsıntıların en yoğun biçimde yaşandığı ülkelere teker teker bakmak yararlı olacaktır.

 

Arjantin

2001 sonu ve 2002 başında yaşanan ve Argentinazo olarak anılan büyük isyan, 21. yüzyıl başında Latin Amerika’da sınıf mücadelelerin yükselişinde nitel bir değişime tekabül eder. Argentinazo, büyük kitlelerin neoliberalizme isyanının bir ülkenin politik hayatını yıllarca belirlemesi bakımından muazzam bir etki yaratmıştır. Üstelik bu isyan Latin Amerika’nın Ekvador ya da Bolivya gibi daha küçük ve yoksul ülkelerinde değil, kıtanın önde gelen güçlerinden biri olan Arjantin’de gerçekleşmiştir. 38 milyon nüfusu olan, Latin Amerika’nın en erken sanayileşmiş ülkesi özelliğini taşıyan Arjantin, işçi sınıfının güçlü mücadele gelenekleri bakımından da önde gelen ülkelerden biridir. Burjuvazinin altın çağı 1990’lı yıllarda ise, Arjantin neoliberal programın uygulanması bakımından Latin Amerika’daki vitrin ülke rolünü üstlenmiştir.

Argentinazo, dolaysız biçimde neoliberalizme karşı bir ayaklanmadır. 1990’lı yıllarda uygulanan neoliberal programın çelişkileri 1998’den itibaren dört yıla yakın süren bir daralmaya (resesyona) yol açmış, sonunda 2001 Aralık ayında Arjantin ekonomisi tam bir mali çöküş yaşamıştır. Halkın bankalardaki paralarına ödeme sınırı getirilmesi (“corralito”) bardağı taşıran damla olmuş, 19-21 Aralık günü büyük bir kitlesel patlama yaşanmıştır. Üç büyük sendika konfederasyonunun ilan ettiği genel greve ve büyük kentlerin bütün mahallelerinde yapılan “cacerolazo”lara (tencere tava eylemleri) kentin ünlü politik meydanı Plaza de Mayo’da on binlerin eylemleri ve polisle çatışmaları eşlik etmiştir. Mücadele önce nefret edilen ekonomi bakanının 19 Aralık’ta görevden alınmasına yol açmış, başkan Fernando de la Rua isyanı bastırmak için polise ateş yetkisi verince onlarca insan ölmüş, bu, kitleyi daha da öfkelendirmiş, sonunda 21 Aralık’ta de la Rua da (ABD’nin Vietnam bozgununu hatırlatır bir sahneyle) başkanlık sarayından helikopterle kaçmak zorunda kalmıştır.[5]

Böylece, seçimle gelen başkanların sokakta mücadele yoluyla devrilmesi geleneği Ekvador ve Peru’dan sonra Arjantin’e sıçramış olmaktadır. Ne var ki, Arjantin’in işçileri, emekçileri ve Argentinazo sürecinde hızla radikalleşen küçük burjuvazisi, de la Rua’nın gidişiyle sükûnete kavuşmamıştır. Kitle hareketinin bu aşamadaki ana sloganı “Que se vayan todos!”tur (“Hepsi defolsun!”). Arjantin burjuvazisinin düzenin sürekliliğini sağlamak amacıyla büyük bir telaşla de la Rua’nın yerine seçtiği, daha doğrusu “atadığı” üç başkan daha, kitle mücadelelerinin basıncı altında derhal görevden ayrılmak zorunda kalmıştır. Yani Argentinazo 19-31 Aralık arasındaki 12 gün içinde tam dört devlet başkanını devirmiştir! Arjantin burjuvazisinin bu aşamadaki manevrası kitle hareketinin devrimci mücadelesine karşı tam bir “milli birlik” tavrıdır. Daha iki yıl önce seçilmiş olan de la Rua Radikal Parti’dendir. Burjuva partileri birleşerek tarihsel nedenlerle işçi hareketi üzerinde güçlü bir etkiye sahip Peronist hareketin bir kodamanını (Duhalde) başkan seçmiş ve krizi nihayet bir ölçüde kontrol altına almıştır.

Ne var ki, Duhalde’nin başkanlık dönemi de (2002-2003) kitle hareketinin geri çekildiği bir dönem olmamıştır. Bu döneme işsiz işçiler hareketi olarak başlayan ve mücadele içindeki işçileri de zamanla içine alan piqueteros hareketinin durmak bilmez eylemleri ve periyodik olarak ülke çapında topladığı emekçi meclisleri, hemen hemen her mahallede kurulan asambleas populares (halk meclisleri) ve bunların merkezileşmiş toplantıları, iflas eden ya da patronları tarafından kapatılan işletmelerin işçilerinin özyönetim deneyleri, sayısız sokak eylemi vb. damga vurmuştur. Özellikle piqueteros hareketi ile halk meclislerinin mücadelesinin birleşmesi, bir süre boyunca rüşeym halinde bir ikili iktidar durumuna bile yol açmıştır. Arjantin’in en önemli muhafazakâr gazetesi bir aşamada başyazısında durumu şöyle tasvir etmektedir: “Her ne kadar bu meclislerin yükselişi halkın politik sınıfın güvenilmezliğinden bıkmış usanmış olmasının bir sonucu gibi görünüyorsa da, halkın bu tür mekanizmalar aracılığıyla görüşmeler yapmasının bir tehlike arz ettiğini de hatırdan çıkarmamalıyız. Çünkü, doğaları gereği, bunlar, ‘sovyetler’ adı verilen o uğursuz iktidar modeline benzer bir yönde evrilebilir.”[6]

Arjantin’de kitle seferberliği ancak 2003 seçimlerinde “solcu” olarak bilinen Kirchner’in iktidara gelmesiyle normalleşecektir. O günden bu yana mücadele durmamıştır, ama ülkedeki devrimci kriz ortamı yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.

 

Venezüella

Yukarıda da belirtildiği gibi, Venezüella’daki mücadelenin temelleri oldukça geriye uzanır. Latin Amerika’da burjuvazinin büyük taarruzu döneminde neoliberal politikalara ilk isyanı 1989 yılında bu ülkenin başkentinin ve bir dizi başka kentinin yoksul halkı gerçekleştirmiştir. Caracazo olarak anılan bu isyan, aynı zamanda Sosyalist Enternasyonal’in başkan yardımcısı olan başkan Carlos Andrés Pérez’in uygulamaya giriştiği IMF programına karşı bütün bir halkın başkaldırmasıdır. 27 Şubat’ta patlak veren isyanı devlet sert bir biçimde bastırmış, görevlendirilen ordu birlikleri yoksul mahallelerde pencerelerden evlerin içine ateş edecek kadar ileri gitmiş ve bir hesaplamaya göre 3000’den fazla insanı öldürmüştür. Caracazo, herhangi bir ülkenin tarihinde derin izler bırakacak boyutlarda bir olaydır ve Venezüella’da bugün yaşananlar neredeyse doğrudan doğruya bu olayın sonuçlarıdır. Bugün bütün dünyanın gözlerini üzerine toplayan Hugo Chávez bu olay sonrasında sola kaymıştır. Eski bir subay olan Chávez 1992’de başarısız bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirmeye çalıştıktan sonra yüzünü parlamenter politikaya çevirmiş ve 1998 yılında başkan seçilmiştir. Chávez’in başkan seçilmesinden bu yana geçen dokuz yılın elbette kendine özgü bir dinamiği vardır, ama bu dinamiğin arka planında Caracazo yatmaktadır.[7]

Chávez, iktidarının ilk yıllarından itibaren giriştiği bir dizi reform ve izlediği dış politika dolayısıyla hem Venezüella burjuvazisi hem de ABD ve onunla dayanışma içindeki AB emperyalizmi ile çelişki içine girmiştir. (Bu konuya aşağıda döneceğimiz için bu çelişkilerin niteliğine bu aşamada girmiyoruz.) Ama büyük kitlelerin politika sahnesine çıkması 2002’den itibaren gözlenir. Bu özgül anlamda, kökleri 20. yüzyılda yatsa da, Venezüella’daki siyasi durum da 2000’li yılların atılımının tipik bir parçasıdır.[8]

2002 yılının Nisan ayında, Venezüella burjuvazisi, ABD’nin gizlenemeyen desteği ile Chávez’e karşı bir darbe düzenlemiştir. Chávez teslim olmuş ve tutuklanmış, yerine ülkenin TOBB’u olarak anılabilecek olan Fedecámaras’ın başkanı Pedro Carmona başkan olarak yemin etmiştir. Venezüella’nın düzenle bütünleşmiş sendikal konfederasyonu CTV de darbeyi destekleyenler arasındaydı. Buna rağmen, Chávez darbecilere direnmediği halde, Caracas’ın işçileri ve kent yoksulları, belki bir milyon, belki de iki milyon insan sokakları doldurmuş, başkanlık sarayının önüne kadar gelerek Chávez’in yeniden göreve getirilmesini talep etmiştir. Bu arada darbecilerin yaptığı bazı ciddi hatalar da ordunun meşruiyetçi kanadının ağır basmasını sağlamış, böylece Chávez 48 saat sonra görevine dönmüştür. Askeri darbeleri iyi tanıyan bir ülkenin insanları olarak bu satırların okuyucuları, bu olayın halkın nasıl bir seferberliğine, militanlığına ve gücüne işaret ettiğini fazla açıklamaya gerek olmadan kavrayabilir![9]

Burjuvazinin oluşturduğu muhalefet hareketi, darbenin yediği halk sillesinden yılmamış ve 2002 Aralık ve 2003 Ocak aylarında bu kez ülke ekonomisinin can damarı olan petrolü üreten PdSVA adlı şirkette (yine CTV’nin yardımıyla) bir lokavt düzenlemiştir. Bu girişim de yine büyük halk kitlelerinin seferberliği ve petrol işçilerinin sınıf mücadeleci müfrezelerinin CTV bürokrasisine rağmen lokavta karşı harekete geçmesiyle yenilgiye uğratılmıştır. Bu dönem aynı zamanda işçi sınıfını bütünüyle burjuvazinin güdümüne sokmuş olan CTV’ye karşı sınıf mücadeleci sendikacı ve işçileri bir araya getiren yeni konfederasyon UNT’nin yükselmeye başladığı dönemdir.

Muhalefet son bir kez 2004 yazında, Chávez’in hazırlatmış ve bir kurucu meclisin kabul etmiş olduğu, yerden yere vurulan yeni anayasanın demokratik bir hükmüne dayanarak görev döneminin orta yerinde başkanı referandumla görevden almak istemiş, ama halk kitlelerinin seferberliği ile bu girişim de yenilgiye uğratılmıştır.

Bu üç olay ve buna paralel olarak kitlelerin günbegün yeni sendikalarında, mahallelerinde, artan sosyal hizmetlerin sunuluş kanallarını oluşturan “misyon”larda muazzam bir hareketlilik göstermesidir ki, başlangıçta oldukça ılımlı politikaları olan Chávez’in 2004’ten sonra “21. yüzyıl sosyalizmi”nden söz etmesinin arka planını oluşturmaktadır. Bu dönem boyunca Venezüella bir arı kovanı gibi hareketlidir. Kitleler sadece dönüm noktalarını oluşturan büyük politik olaylarda değil, günbegün hummalı bir faaliyet içinde hayatlarını iyileştirmek ve toplumda var olan büyük eşitsizlikleri, yoksulluğu ve sefaleti ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar.

 

Bolivya

2000’li yıllarda Latin Amerika’da sınıf mücadelesinin kapitalist düzen için oluşturduğu tehlikenin doruğa tırmandığı ülke, genellikle sanıldığı gibi Venezüella değil Bolivya olmuştur. Çok az insanın farkında olduğu bir gerçeğin adını koyarak başlayalım: Bolivya, 2003 ve 2005 yıllarında iki büyük kitlesel devrimci ayaklanma yaşamış ve bir halk devriminin zafere ulaşmasının eşiğine gelmiştir. Böylece hayat devrimlerin sonunu ilân edenleri bir kez daha yalanlamış olmaktadır.

Bolivya tarihsel olarak devrimle yetişmiş bir toplumdur. 1952’de kıtanın tarihinde gördüğü en proleter bileşimli devrim, sosyalist hareketlerin ve ülkenin (ana gövdesini maden işçilerinin oluşturduğu) büyük işçi konfederasyonu COB’un önderliğinin hataları sonucunda burjuva milliyetçisi MNR’nin iktidarıyla sonuçlanmıştır.[10] Che Guevara’nın 1967’de başlattığı foco daha başlangıç aşamalarında ezildikten sonra 1971’de bir kez daha bir yükseliş yaşanmış ve bir halk meclisi kurulmuş ama bu devrim girişimi de akim kalmıştır. Doğal kaynaklar bakımından son derecede zengin olan bu ülke buna rağmen Latin Amerika’nın bütününün değil ama Güney Amerika’nın en yoksul ülkesidir. İspanyol sömürgeciler döneminde yağmalanan zengin gümüş madenine ve 20. yüzyılda Bolivya’nın gelirinin en büyük kalemini oluşturan kalay madenine rağmen Bolivya halkının ezici çoğunluğu hâlâ sefil koşullarda yaşamaktadır. İşte bu tarihtir ki 2000’li yılların devrimci mücadelelerinin doğal kaynaklar üzerine yoğunlaşmasını açıklar.

Mücadelelerin açılışını Cochabamba eyaletinde “Su Savaşı”nın yaptığına yukarıda değinmiştik. Ancak Bolivya’daki esas sert mücadeleler ülkenin gittikçe daha büyük önem kazanan ve belki de kalkınmak için son şansı olan kaynağı doğal gaz üzerine verilmiştir. 2002 seçimlerinde başa geçen başkan Gonzalo Sánchez de Lozada (halkın taktığı adla “Goni”), doğal gazı dünya pazarına yabancı petrol şirketleri aracılığıyla son derecede kötü koşullarla pazarlamaya yönelince, kitle hareketi gazın kamulaştırılması talebiyle son derece güçlü bir mücadele başlatmıştır. Bu mücadelede 1980’li ve 90’lı yıllarda kalay madenlerinin özelleştirilmesi dolayısıyla bir darbe yemiş olsa da hâlâ güçlü olan COB, köylü sendikası CSUTCB, büyük kentlerin varoşlarını dolduran kent yoksulları, kokainin hammaddesi koka yaprağının ekiminin ABD’nin baskısıyla yasaklanması dolayısıyla radikalleşmiş bulunan cocaleros ve son on yıl boyunca “Terra y Territorio” (yani toprak ve özerklik) uğruna mücadelelerini yükseltmiş olan Quechua, Aymara ve diğer halklara mensup yerliler vardır. Bütün bu kesimlerin ortak siyasi talebi ise Bolivya’yı yeni temellerde kuracak bir Kurucu Meclis’in oluşturulmasıdır. Yani Bolivya devrimi tipik bir işçi-köylü ittifakının, yerli sorununun özgüllüğü ile zenginleşmiş bir versiyonudur.

15 Eylül 2003’te COB ve köylü sendikalarının ilan ettiği genel grevle muazzam militan bir mücadele başlar.[11] Kırsal bölgelerde yol kesmelerle, kentlerde büyük kitle gösterileriyle, hatta sokak savaşlarıyla süren mücadeleye Goni son derecede sert bastırma tedbirleriyle cevap verir. Resmi rakamlara göre 80’den fazla ölü verildiği halde halkın mücadelesi geriletilemez. Başkent La Paz’da başkanlık sarayının birkaç sokak ötesindeki San Francisco Meydanı üç gün boyunca 200-300 bin emekçi tarafından işgal edilir. Sonunda Goni başkanlıktan istifa ederek kaçar. Ancak, ABD’nin kurumsal yoldan başa gelmeyen hiçbir yönetimi tanımayacağı tehdidi, Lula ve Kirchner’in devrimci güçleri yatıştırmada üstlendiği rol, halk güçleri arasından bir bölümünün burjuva iktidarının yıkılmasını önlemeye yönelik tutumu ve devrimci bir önderliğin yokluğu sonucunda Bolivya’nın “Ekim devrimi” olarak tarihe geçebilecek olan ayaklanma Goni’nin yardımcısı Carlos Mesa’nın başa geçirilmesiyle sona erer.

2005 Mayıs ve Haziran aylarında yaşanan ikinci kitle ayaklanmasının konusu da yine doğal gazın kamulaştırılmasıdır. Goni’nin yerine geçen Mesa, karşı-devrim güçlerinin desteğini arkasına alarak kitle hareketinin taleplerini görmezlikten gelmiş, 2004’te doğal gazı kamulaştırma alternatifini gündeme bile getirmeyen, sadece Bolivya’nın çıkarlarını eskisine göre daha fazla gözeten bir formülü öneren hileli bir referandum düzenleyerek çoğunluğun oylarını aldığı halde bu referandumun gereklerini bile yerine getirmemiştir. Sonunda Mayıs ve Haziran’da yeni bir ayaklanma patlak vermiştir. Bu ayaklanmanın merkezi La Paz’ın yakınlarındaki dev işçi kenti El Alto’dur. Burada başlatılan süresiz grev ve yol kesmeler ülkenin başka yerlerine de sıçramış, ülkede yolların beşte dördü trafiğe kapatılmış, havalimanında da grev başlamıştır. Birçok kesim greve gitmiştir: madenciler, öğretmenler, nakliye işçileri grev yaparken öğrenciler de boykot ve işgal eylemlerine girişmiştir. İşportacılar dahi greve katılmıştır. Ayaklanmanın sinir merkezi olan El Alto’da Juntas de vecinos (mahalle komiteleri) adlı yerel örgütler kurulmuş, bunlar FEJUVE adlı bir federasyonda birleşmiştir. Bolivya burjuvazisi, seçilmiş başkandan sonra yardımcısının da devrilmenin eşiğine gelmesi karşısında bu kez sert tedbirlere başvurma eğilimine girmiş ve parlamento içinden sertlik yanlısı bir milletvekilini başkan seçmek üzere toplanmaya karar vermiştir. Kitleler parlamentoyu kuşatma altına aldığı için parlamento başkentten kaçarak tarihi İnka başkenti Sucre kentine sığınmış, ancak orada sertlik stratejisi karşısında erken seçim yolu benimsenmiş ve anayasa hükümlerine göre Yüksek Mahkeme başkanı Mesa’nın yerine getirilmiştir. Tam bu günlerde halk hareketi de El Alto’da Bolivya Ulusal Halk Meclisi’ni kuruyordu. Ne var ki, burjuvazinin erken seçim manevrası, hareketin güçlü unsurlarının burjuva çözümünden yana yer alması ve yukarıda 2003 devrimi için sayılan faktörler, bu ikili iktidar organının hızla tasfiye olmasına yol açacaktı. Bolivya devrimi bir kez daha düzenin dişlileri arasında erimişti.[12]

Ayaklanmadan altı ay sonra yapılan Aralık 2005 seçimlerinde, bilindiği gibi, yerli hareketinin ve cocaleros’un en önemli önderi Evo Morales başkan seçilmiştir. Morales’in başkanlığı dönemi farklı dinamiklere sahip olmakla birlikte Bolivya devriminin sona erdiğini söylemek için henüz çok erkendir. Bugün Bolivya’da kitle hareketi devrimci yükselişin bir sonucu olan hükümetten belirli bir beklenti içine girmiş olsa bile, ülke yükselen faşizm ile halk güçleri arasında ciddi çatışmalara sahne olmaktadır. Bolivya’nın 2003 ve 2005’te iki devrim yaşadığını söylemek yerine, ülkenin 2000’den bugüne kadar (örneğin İspanya’da 1931-1939 arasında olduğu gibi[13]) bir bütün olarak bir devrimci dönemden geçmekte olduğu saptamasını yapmak daha doğru görünmektedir.

 

Meksika

Bolivya’da devrimci mücadele 2005 sonunda geçici bir süre için duraladığında, bayrağı Meksika devraldı. Meksika birçok bakımdan Brezilya ile birlikte Latin Amerika’nın en önemli ülkesidir. Nüfus ve ekonomik güç bakımından Brezilya’nın ardından ikinci sırada gelir. ABD ve Kanada ile birlikte NAFTA’nın üyesidir ve günümüzde başta Orta Amerika ülkeleri için hazırlanan CAFTA olmak üzere birçok Latin Amerika ülkesi için pazarlıkları süren serbest ticaret anlaşmaları bakımından bütün ülkelere örnek olarak gösterilmektedir. Belki en önemlisi ABD’nin tek güney komşusu ve Latin Amerika’ya geçiş noktasıdır. Meksika bütün Latin Amerika ülkelerinden ABD’ye sürekli olarak yaşanan işgücü göçünün giriş kapısı ve ABD’de “Latino”lar olarak bilinen en kalabalık azınlığın içindeki en büyük ulusal grubun kaynak ülkesidir. Bütün bunlardan dolayı Meksika’daki sınıf mücadeleleri ABD emperyalizmi açısından diğer bütün ülkelerden daha büyük bir tehlike oluşturur.

Meksika’da 1920’li yıllardan beri var olan tek parti rejimi 1988’den itibaren çok ağır bir süreç içinde çok partililiğe açılmaya başlamıştır. 1988 yılı, resmi adayın sosyal demokrat eğilimli ama Marksist sol unsurların da desteğini alan Cuauhtémoc Cárdenas’a karşı seçimleri ancak dev boyutlarda bir hileyle kazanabildiği seçimlere tanık olmuştur. 2000 yılında resmi partinin adayı seçimleri bu kez yeni sağcı, Amerikancı, neoliberal PAN’ın adayına karşı kaybedince çok partili politik rejim pratikte ilk sınavını vermiştir. Ama Temmuz 2006 seçimleri, 1999 yılında kurulan sosyal demokrat eğilimli PRD’nin adayı Andrés Manuel López Obrador’a (yaygın olarak adının baş harfleriyle AMLO olarak anılır) karşı bu kez PAN’ın adayı lehine bir hileye sahne olmuştur. Böylece resmi parti PRI ile yeni ve “demokrat” iddialı sağ parti PAN arasında bu konuda hiç fark olmadığı da ortaya çıkmıştır.

İşte Meksika’da 2006 yılı boyunca yaşanan büyük sarsıntının ilk boyutu bu seçim hilesinden doğmuştur. Temmuz ayı başkent Meksiko’nun dev ana meydanı Zócalo’da gösterilere sahne olmuştur. Başlangıçta birkaç yüz bin olan kitle, Temmuz ortasında 1,5-2 milyona, Temmuz sonunda kimilerine göre 3 milyona, kimilerine göre 5 milyona çıkmıştır. Ağustos başında gerek Zócalo’da gerekse kentin en önemli kavşaklarından birinde ve civar sokaklarda sayısız “kamp”ta toplanan kitleler günü ve geceyi buralarda geçirmeye başlamışlardır. 16 Eylül’de Zócalo’da toplanan bir “Konvansiyon” milyonları bir araya getirmiş ve AMLO’yu ülkenin meşru başkanı ilan etmiştir. Seçimi hileyle kazanan Felipe Calderón ise her zaman büyük şatafatla yapılan devir teslim töreni yerine başkanlığı son derecede alçakgönüllü biçimde ve askerlerin koruması altında devralmıştır. Durum tuhaftır: Aslında düzenin bir parçası olan bir partinin (PRD) uzun yıllar düzen içinde yöneticilik yapmış, hâkim sınıflara hep güven vermiş bir adayı neredeyse ülkede bir ikili iktidar durumu yaratmaya doğru yürümüştür. 2007 yılı AMLO etrafındaki bu hareketin adım adım gerilediği bir yıl olmuştur. Bunda aslında bir düzen partisi olan PRD’nin kodamanlarının AMLO’dan desteklerini adım adım çekmeleri önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca hareketin büyük ölçüde başkente sıkışması ve taşrada ciddi bir canlılık yaratamaması da sönümlenmesinde önemli bir faktördür. Seçimden doğan kriz esas olarak Meksika’da milyonlarca insanın aylar boyunca militanca mücadele etmeye hazır olduğunu göstermek bakımından önem taşır. Bir de, görünürde son derecede istikrarlı olan kurumsal politik hayatın nasıl hızla sorgulanabilecek duruma gelebildiğini ortaya koymuştur.

Bu görünüşte ikili iktidara karşıt olarak, Meksika’nın bir eyaleti olan Oaxaca’da 2006 yılının ikinci yarısında gerçek bir ikili iktidar durumu yaşanmıştır. Mayıs ayında eyalet çapındaki öğretmenler grevine eyalet valisi sert bir tepki verince, öğretmenler direnişe geçmiş, grev gerçek bir halk hareketine dönüşmüştür. Oaxaca’nın emekçi halkını ve yerlilerini temsil eden yüzlerce örgüt APPO adlı bir cephe örgütünde bir araya gelmiştir. APPO eyalet parlamentosunu, hükümet sarayını, mahkemeleri ve medya binalarını ele geçirmiştir. “Oaxaca Komünü” olarak da anılabilecek olan direniş büyük baskıya rağmen aylar boyu sürmüştür. Elbette devletin ve baskı aygıtlarının merkezi olarak örgütlendiği bir ülkede tek bir eyalette devrimin başarıya ulaşması söz konusu bile değildir. Dolayısıyla Oaxaca’nın gerçek başarısı mücadelenin öteki eyaletlere yayılmasına bağlıydı. Ülkenin buna henüz hazır olmadığı ortaya çıkmıştır.

Meksika’da bir başka direniş odağı daha vardır: Chiapas eyaletindeki Zapatistalar. Ancak 1994 ayaklanmasından sonra, biraz da ABD yeni uygulamaya geçmekte olan NAFTA’daki ortağında büyük bir katliam yaşanmasını engellemek için baskı yaptığından, kısa süre içinde görüşmeler başlamış, bir süre sonra da bir anlaşma yapılarak Zapatistaların kendi bölgelerinde yerel bir takım özerklik uygulamalarına kavuşmalarına izin verilmiştir. Bu huzursuz barış (günümüzde olduğu gibi) zaman zaman tehdit altına girmektedir ama şimdilik devam etmektedir. Buna karşılık Meksika’nın bazı başka eyaletlerinde (en başta Guerrero’da) gerilla güçlerinin verdiği savaşlar vardır. Ancak bunlar, 2000’li yılların karakteristik büyük kitle eylemleri doğrultusunda mücadeleler olarak görülemez.

Bu bölüme son vermeden önce, iki önemli noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor. Birincisi, 2000’li yıllarda Latin Amerika’da büyük kitle mücadeleleri burada sayılan ülkelerle veya olaylarla sınırlı değildir. Birçok başka ülkede çok güçlü ekonomik mücadeleler verilmiştir. Örneğin Paraguay ve Uruguay’da 2002 yılında bu küçük ülkelerin boyutlarıyla karşılaştırıldığında dev gösteriler yapılmış, Uruguay’da özelleştirme taarruzu geçici bir süre için püskürtülmüştür. Peru sürekli olarak bölgesel isyanlara sahne olmaktadır. Ekvador’da 2000’deki “24 saatlik” devrimde ülkenin başına geçen konseyin üyelerinden biri olan Gutiérrez, 2003’te seçimle başkan olmuş, ama halka ihanet edince 2005’te büyük kitle seferberliklerinin basıncı altında devrilmiştir. Böylece, son on yıl içinde Latin Amerika ülkelerinde on tane seçilmiş devlet başkanı halkın mücadelesi ile düşürülmüş olmaktadır (Arjantin’de dört, Ekvador’da üç, Bolivya’da iki, Peru’da bir). Pinochet diktatörlüğünün kuruluşundan sonra birçok mücadeleye sahne olsa bile başarılı büyük kitle eylemlerinden epey uzak kalan Şili’de 2006-2007 döneminde hem lise öğrencileri (kılıkları dolayısıyla sempatik biçimde “penguenler” diye anılırlar) hem de, başta madenciler olmak üzere, işçi sınıfının çeşitli katmanları, özellikle de taşeron işçileri verdikleri mücadeleler sonucunda önemli başarılar kazanmışlardır.

İkinci nokta seçimlerle ilgilidir. Yukarıda büyük mücadelelerin yaşandığı ülkelerin çoğunda seçimleri de solun kazandığını görmüş bulunuyoruz (Arjantin’de Kirchner, Venezüella’da Chávez—sekiz defa!—, Bolivya’da Morales). Latin Amerika’da 2000’li yıllar aynı zamanda büyük kitle mücadelelerinin yaşanmadığı bir dizi ülkede de solun ardı ardına seçimleri kazandığı bir dönem olmuştur. 2002’de Brezilya’da Lula’nın (2006’da tekrarlanan) zaferini, 2004’te Uruguay’da Frente Amplio’nun (Geniş Cephe’nin) adayı Tabaré Vazquez’in başkanlığa seçilmesi, 2005’te Şili’de Michelle Bachelet’in seçilmesi ve 2006’da Nikaragua’da Sandinistaların önderi Daniel Ortega’nın iktidardan düştükten 16 yıl sonra yeniden başkanlığa seçilmesi izlemiştir. Ama Latin Amerika’da solun yükselişinin hiç de birörnek veya homojen bir olgular kümesi olmadığını okuyucuya yeniden hatırlatmak isteriz. Bu seçim zaferlerinin her birinin anlamını aşağıda ayrıntısıyla tartışacağız. Her halükârda bunları Arjantin, Venezüella, Bolivya, Meksika, Ekvador gibi ülkelerde görülen büyük kitle mücadeleleriyle aynı kefeye koymaktan özellikle uzak durmalıyız. Öyleyse, şimdi bu sol hükümetleri ele alalım.

 

2. “Sol” Hükümetler Ne Kadar Sol?

Buraya kadar okuyucuya Latin Amerika’da 2000’li yıllara damgasını vurmuş olan büyük sınıf ve kitle mücadelelerinin yaşayan, somut varlığını aktarmaya çalıştık. Bugün Türkiye’de Latin Amerika konuşulurken en az değinilen nokta budur. Şimdi Türkiye’de Latin Amerika’daki yükselişin en çok değinilen yanına, yani solda büyük umutlar yaratan hükümetlerin siyasi ve sınıf karakteri sorununa dönüyoruz.

Bu bölümdeki amacımız ikili. Birincisi, bugün Latin Amerika’da başta olan hükümetleri sınıfsal ve politik temelleri açısından ayrıştırmaya çalışacağız. Böylece okuyucuyu aşırı genelleştirilmiş yargıların yanıltıcılığından uzaklaştırmayı deneyeceğiz. İkincisi, farklı derecelerde de olsa, bu hükümetlerin hepsine eleştirel gözle bakılması, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlerin kurtuluşu açısından hiçbirine güvenle yaklaşılmaması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız.

Bugün Latin Amerika’da iş başında olan sol hükümetler en az üç kategoriye ayrılabilir. İlk kategoride kurulu düzenin çoktan parçası haline gelmiş, uzunca bir süredir düzenin işlerini yürütmeyi üstlenmiş siyasi güçlerin kurduğu hükümetler vardır. Bunlara “düzen solu” diyeceğiz. İkinci kategoride son döneme kadar işçi sınıfının ve emekçilerin siyasi hareketleri olarak mücadele etmekle birlikte hükümete geçtikten sonra emperyalizm ve yerli sermayeyle uyumlu, bütünüyle neoliberal bir politika güden hükümetler vardır. Bunlara “dönek sol” adını vereceğiz. Üçüncü kategoride ise emperyalizmle ciddi çelişkileri olan, ama işçi sınıfını ve emekçi kitleleri ulusal bir kapitalizm adına kontrol ve seferber ederek sınıf mücadelesinin önüne geçen hükümetler vardır. Bunları ise “burjuva milliyetçiliği” olarak anacağız. Şimdi bu kategorilerin özelliklerini ve başlıca örneklerini ele almaya başlayabiliriz.

 

Düzen Solu

Latin Amerika’nın sola kaymasının bir işareti olarak verilen bazı örnekler insana şaşkınlık verecek kadar yersizdir. Bu örnekler arasında iki tanesi ön plana çıkar. Biri Şili’de 2005 yılında seçilen Michelle Bachelet’dir. Bachelet Şili’nin Sosyalist Partisi’nden gelen bir politikacıdır. Bir zamanlar hakkında Komünist Parti’nin solunda olduğu bile söylenen (bu tabii Sosyalist Parti’nin sol olmasından çok Şili Komünist Partisi’nin ne kadar sağ bir parti olduğuna işaret eden bir karşılaştırmadır!) bu parti, Allende’nin partisidir. Ne var ki, Pinochet diktatörlüğünden sonra Sosyalist Parti hızla sağa kayarak bir düzen partisi haline gelmiştir. Pinochet 1989-90 dönemecinde başkanlıktan ayrılırken yeni burjuva düzeninin tesisi konusunda yapılan pazarlıkta en güçlü odak Hıristiyan Demokratlar ile Sosyalist Parti’nin kurduğu Concertación adını taşıyan ittifaktı. Bu ittifak Şili’nin burjuva demokrasisine geçişinden bu yana ülkeyi yöneten güçtür. İlk iki başkan Hıristiyan Demokrat Parti’dendi: Aylwin ve Frei. Son iki başkan ise Sosyalist Parti’dendir: Bachelet ve ondan önce Lagos. İster Hıristiyan Demokrat olsun ister sosyalist, Concertaciòn listelerinden seçilen başkanlar göreli farklarla Pinochet’nin mirası olan düzeni ve neoliberal ekonomik programı muhafaza etmekte hiçbir kusur etmemişlerdir. Bachelet de, kısmi bazı retorik çıkışlardan öteye, bu politikada ciddi hiçbir değişiklik yapmamıştır. Pinochet’nin kurduğu rejimi bile muhafaza eden neoliberal bir başkana “sol” demenin anlamı nedir? Bachelet’nin babasının Pinochet tarafından öldürülmüş olduğu, annesinin ve kendisinin de hapiste yatmış olduğu sık sık vurgulanıyor. Bunlar ne zamandan beri sol bir politikanın tanımlayıcı öğeleri oldular?

Aynı şey Arjantin’de Kirchner için de geçerlidir. ESMA adıyla tanınan ve 1976-83 kirli savaşı sırasında işkence ve yargısız infaz mekânları arasında mümtaz bir yer edinen askeri okulu müze haline getirmek gibi sembolik jestlerin yanı sıra, Kirchner’in solculuğunu savunanlar esas olarak emperyalizmle dış borçlar için sıkı bir pazarlığa girişmiş olmasını ve işsizlik sorununa çözüm bulmak için Keynesçi politikalar izlemesini, yani hem dışarıda hem içeride neoliberalizmden bir ölçüde sapmasını kanıt olarak gösterirler. Kirchner, Arjantin burjuvazisinin ana partisi olan Peronist partinin saflarından gelen bir burjuva politikacısıdır. Dış borç konusunda olsun, 2001 krizi sonrasında devasa boyutlara erişen işsizliğin hafifletilmesi açısından olsun, izlediği ekonomi politikaları doğrudan doğruya Argentinazo’nun gücünün yarattığı sonuçlardır. 2001-2002 devrimci krizinin soluğunu ensesinde hisseden Arjantin burjuvazisinin uluslararası finans sermayesi ile pazarlık yapmaması mümkün değildir, çünkü yeni bir ekonomik kriz yeni bir devrimci patlama getirebilir. Krizin yarattığı işsizlikle mücadele yine bu nedenle ve ayrıca piquetero hareketinin bazı kesimlerini hükümetin yanına çekmek için gereklidir. Elbette, kökeni bir burjuva partisinde yattığı halde Kirchner’in ekonomi politikası Lula’nınkinden daha “ilerici”dir. Ama bu Kirchner ile Lula’nın değil, Arjantin ile Brezilya’nın bu yıllardaki farklılığının bir ürünüdür. Arjantin kitlelerinin devrimci mücadelesinin sonuçlarını bir politikacının olmayan “solcu”luğuna bağlamak, kitlenin gücünü kendisini yönetenlere atfetmek anlamında bir yabancılaşmadır.

 

Dönek Sol 

Latin Amerika’da iş başında olan hükümetler arasında, Chávez ve Morales’in konumları ne kadar karmaşık olursa olsun, muhtemelen en çok kafa karıştıranı Lula’nın yönetimidir. Lula dönek sol olarak adlandırdığımız kategorinin arketipidir. Çok güçlü bir işçi partisinin (PT-İşçi Partisi) kendisi de işçi kökenli başkanıdır. Uzun yıllar boyunca Brezilya burjuvazisine karşı mücadele vermiş, bu sınıf tarafından neredeyse aforoz edilmiştir. Partisinin programı, kendisini “devrimci” olarak ilân etmeyen bir parti için son derecede radikaldir. Ama Lula yirmi yıllık bir çaba ve üç seçimde yaşanan yenilgiler sonrasında dördüncüsünde iktidara yükselir yükselmez, hatta daha 2002 seçimleri yapılmadan önce, partinin klasik programını terk ederek emperyalizmin ve burjuvazinin neoliberal programını burjuva hükümetlerinden hiç farklı olmayan biçimlerde uygulamıştır. Kısacası, Lula iktidara geçince, 1979-80’den beri PT’nin adım adım kazandığı büyük işçi, yoksul, topraksız köylü, kadın ve gençlik kitlelerine ihanet etmiştir.

Burada Lula’nın bu ihanetinin hangi temellere dayandığı konusuna yazıyı daha fazla uzatmamak için ayrıntılı olarak girilmeyecek. Bunu 2004 ve 2006 yıllarında yayınlanmış iki ayrı yazıda ayrıntılı biçimde yapmaya çalıştık; o yazılarda aynı zamanda PT’nin hangi uğraklardan geçerek, hangi toplumsal ve siyasal dinamiklerin sonucu olarak bir ihanet partisi haline geldiğini ortaya koymaya çalıştık.[14] Kısaca belirtecek olursak, PT’nin tam anlamıyla bir düzen partisi haline gelmesinde partinin bir seçim aygıtı olarak örgütlenmesinin zamanla parti yönetimi ile tabanın ilişkilerini zayıflatması, hatta kopartması, sendikalarda, başka kitle örgütlerinde, ulusal mecliste, eyalet yönetimlerinde ve belediyelerde görev alan parti kadrolarının adım adım düzenin bir parçası haline gelmesi, bunların etkisi altında ciddi bir biçimde sağa doğru kayan partiyi burjuvazinin uzak görüşlü katmanlarının sisteme massetme yolunda adımlar atması ve ülkenin neoliberal gelişmenin marjında kalan bölgelerinin (örneğin ünlü Kuzeydoğu bölgesinin) hâkim güçlerinin daha eşitlikçi bir politika beklentisi içinde Lula’yı desteklemiş olmasının etkisi olmuştur.

Lula’nın sınıf politikaları konusunda ihaneti tescil edildikten sonra dahi Türkiye’de (ve dünyada) bazı yorumcular, saptırılmış kanıtlara dayanarak Lula hükümetinin anti-emperyalist bir politika sürdürdüğünü iddia edebilmektedirler. Örneğin zaman zaman Lula’nın ABD ile bir serbest ticaret anlaşması imzalanmasına karşı çıktığı söylenir. Oysa Lula sadece ABD’nin kendi çiftçilerini korumak amacıyla tarımsal mallar ithalatı üzerinde muhafaza etmek istediği engelleri daha radikal biçimde ortadan kaldırmasını sağlamak için pazarlık yapmaktadır ABD ile. Bunun nedeni de, Brezilya’nın çok güçlü tarım ihracatçılarının çıkarlarına bütünüyle sahip çıkmasıdır. Buna karşılık biyo-enerji konusunda ABD ile yaptığı işbirliği sadece Brezilya’da değil kıtanın birçok ülkesinde gıda maddeleri tarımını tehdit etmektedir. Bir diğer örnek, Lula’nın Brezilya’nın ticaret yaptığı ülkeleri anti-emperyalist dürtülerle çeşitlendirdiği veya Dünya Ticaret Örgütü’nde (DTÖ) Çin, Hindistan ve diğer azgelişmiş ülkelerle işbirliği yaptığı iddiasıdır. Oysa her ülke gibi Brezilya’nın ticari ilişkilerinde de Asya ülkelerinin artan ölçüde ağırlıklı bir yer kazanmaya başlaması, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bir dizi Asya ülkesinin göz kamaştıran yüksek ve sürekli büyüme temposundan ileri gelir. Nesnel olarak, bu ülkelerin dünya ticareti içindeki yeri arttıkça bunlar her ülkenin ticaretinden büyüyen bir pay alacaklardır. Brezilya’nın bazı büyük azgelişmiş ülkelerle DTÖ konusunda sürdürmekte olduğu işbirliğinin anti-emperyalist olarak nitelenmesi ise anlaşılmaz bir yorumdur. Çin ya da Hindistan ne kadar anti-emperyalist ise Lula da o kadar anti-emperyalisttir!

Lula başkanlığı döneminde Kirchner ile birlikte Latin Amerika’da emperyalizmin baş yardımcısı olmuştur. Haiti’de seçilmiş başkan Jean-Bertrand Aristide’in 2004’te kaçırılmasından sonra adanın Birleşmiş Milletler bayrağı altında işgalinde ABD ve Fransız güçlerinden komutayı Brezilya devralmış (Arjantin ve Uruguay da bu işgal gücüne birlik vermiştir) ve emperyalizmin taşeronu haline gelmiştir. Venezüella’da başarısız 2002 darbesinden sonra Chávez ile darbecilerin arasını bulmak üzere Lula’nın önderliğinde çeşitli Latin Amerika ülkelerini bir araya getirerek oluşturulan Temas Grubu, darbecileri cezalandırmak yerine onların ciddi bir muhatap olarak alınmasını sağlamış, Chávez’e darbecilerin taleplerini dayatma yönünde çalışmıştır.[15] 2003 Bolivya ayaklanmasında Lula, Kirchner ile birlikte, Bolivya’nın siyasi partilerinin ve kitle örgütlerinin önderleriyle görüşerek onları ABD emperyalizminin ve Bolivya burjuvazisinin “kurumsal” çıkış yoluna (yani başkanın görevden ayrılmasından sonra görevin başkan yardımcısına verilmesi yoluna) ikna etmeye çalışmış, böylece açıkça karşı-devrimci bir rol oynamıştır. Aynı senaryo 2005’te de tekrarlanmıştır. 2006 1 Mayısında Morales doğal gazda (aşağıda görüleceği gibi büyük ölçüde göstermelik olan) kamulaştırma atağını yapınca, Brezilya şirketi Petrobras’ın çıkarları adına Lula Morales’e cepheden saldırmıştır. Görülüyor ki, Lula’nın dış politikası da aynen iç politikası gibi gerici bir çizgide yürümektedir.

Bu tartışma şundan ötürü önemlidir. Brezilya işçi sınıfı, topraksız köylü hareketi ve solu, bir çeyrek yüzyıl boyunca, neredeyse kıtadaki ve dünyadaki genel durgunluk eğilimine karşı kürek çekerek son derecede aktif bir mücadele vermişti. Bu mücadele (çok kısmi istisnalar dışında) bütünüyle PT’nin siyasi kanalına aktı. PT’nin özellikle 90’lı yıllarda sağa kaymasına karşı seslerini yükseltenler “sekter” olmakla suçlandılar. Sonunda gelinen noktada Lula ve PT’nin tümüyle burjuvazinin ve emperyalizmin saflarına geçmeleri, Brezilya’da işçi sınıfı ve topraksız köylü hareketine de, sola da ağır bir darbe vurmuştur. Dünün o canlı, kıpır kıpır hareketi bugün neredeyse buharlaşmıştır. Aşağıda göreceğimiz gibi, PT’den kopan muhalif akımların büyük bölümünün gidişatı da çok kötüdür. Dolayısıyla, ihanetin saptanması iki bakımdan önemlidir. Birincisi, PT’nin bundan sonra işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesinin kanalı olamayacağının kesin biçimde saptanması, gelecekte ileriye doğru yürünebilmesi için elzemdir. İkincisi, bir çeyrek yüzyılın bilançosu ancak bu ihanet saptanabilirse sağlıklı olarak yapılabilecektir. Lula’nın ihanetini gözlerden saklamaya çalışanlar aslında kendi geçmiş hatalarının üstünü örtmek, sosyalist mücadele konusundaki “orijinal” fikirlerinin kofluğunun ortaya çıkmasını engellemek isteyenlerdir. Bu konuya son bölümde döneceğiz.

Dönek sol kategorisine en az iki başka ülkenin hükümeti de girer. Bunlardan biri Uruguay’da Tabaré Vazquez ve Frente Amplio (Geniş Cephe) koalisyonudur. Tabaré Vazquez yönetimi Lula yönetiminin silik bir kopyası olduğu için burada üzerinde durulmayacak. Yalnızca 70’li yılların ünlü gerilla hareketi Tupamaros’un Frente Amplio koalisyonunun asli öğelerinden biri olduğunu hatırlatmakla yetinelim. Öteki örnek, tartışma açısından daha önemlidir. 2006 yılının sonlarında Nikaragua’da Sandinistaların önderi Daniel Ortega iktidardan uzaklaştıktan 16 yıl sonra yeniden başkan seçilince “Latin Amerika’da sol yükseliş” genellemesini yapanlar yeni bir zafer ilan etmişlerdir. Bunun bir nedeni de elbette Sandinista hareketin bir zamanlar gerçek bir devrime kahramanca önderlik etmiş olmasıdır. Ama 1970’li ve 80’li yılların Sandinistaları ile bugünün Sandinistaları arasında dağlar kadar fark vardır.

Elbette Nikaragua halkının yüzünü yeniden Sandinistalara çevirmesinin altında Nikaragua’nın 1990’dan[16] bu yana sürdürülen neoliberal politikaların etkisi altında Haiti’den sonra Latin Amerika’nın en yoksul ülkesi payesini kazanmasının büyük etkisi vardır. Bu dar anlamda aynen Brezilya’da ya da Uruguay’da olduğu gibi, sol iktidarların başa getirilmesi halkta kapitalizme karşı biriken tepkilerin bir ifadesi olarak görülebilir. Ne var ki, hele Lula ve Tabaré deneyimleri yaşandıktan sonra, halkın bu tepkisinden hareketle Ortega hükümetini sol bir hükümet saymak ve daha da önemlisi ona umut bağlamak mümkün değildir. Ortega seçime girerken, kuracağı hükümete “Ulusal Barışma ve Birlik Hükümeti” adını vermiştir. Eski devrimci hem emperyalizmle hem de Nikaragua burjuvazisiyle “barışma” peşinde olduğunu kendisine başkan yardımcısı olarak seçtiği şahsiyetle kanıtlamıştır. Bu kişi, Nikaragua devrimine 1982’de ABD’nin desteğiyle savaş açan ve Sandinista rejiminin 1990’da çökmesine kadar 30 bin insanın ölmesine yol açan ünlü Contra’nın (karşı devrimci güçlerin) siyasi önderlerinden biri olan Jaime Morales’tir![17] Morales’in başkan yardımcısı olarak seçilmesi Sandinista hareketin bugün Ortega’nın peşinde yürümeyen tarihsel önderleri tarafından yayınlanan bir bildiriyle kınanmıştır.[18]

Nikaragua’nın karşı devrimci burjuvazisi ile birleşen Ortega’yı AB burjuvazisinin en önemli ajanı olan “Sosyalist” Enternasyonal de desteklemiştir. Karşılığında Ortega da Sandinistaların orijinal renkleri kızıl ve siyah olan bayrağının rengini pembeye çevirmiştir! Ortega’nın programı “küçük, orta ve büyük özel mülkiyete bütünüyle saygı göstermeyi taahhüt” etmektedir: Hükümet “kamulaştırma, el koyma ve işgale izin vermeyecektir.” “İşgal” bir hükümet eylemi olmadığına göre, Ortega ABD’ye ve Nikaragua burjuvazisine halkın hükümetten bağımsız girişimlerini ezeceğine dair güvence vermektedir.

Ortega sadece liberallerle değil aynı zamanda Katolik Kilisesi ve devrim döneminde de başta olan gerici kardinal Miguel Obando ile de ittifaka girmiştir. Bunun sonucu ülkede 19. yüzyıldan beri var olan tedavi amaçlı kürtaj hakkının Sandinistaların oylarıyla lağvedilmesi olmuştur. Ortega’nın eşi ve partinin sözcüsü Rosalio Murillo, bu tartışma sırasında verdiği yazılı demeçte “Kürtaja hayır! Hayata ve dine evet!” demiştir.

Bütün bunların ardında elbette nesnel nedenler vardır. Sandinista yöneticiler iktidarı terk etmeden hemen önce yaygın olarak “la piñata” (klik) olarak bilinen bir süreç içinde devlet mallarını yağmalamışlardı. Bunun sonucunda 1990’lı yıllarda ortaya bir Sandinista kapitalist grubu çıkmıştı. İşte Sandinista hareket bu grubun çıkarlarının bir aygıtı haline geldiği içindir ki bu değişimi yaşamıştır. Hareketin tarihsel önderlerinden birçoğu partiyi bu yüzden terk etmiştir. Bu değişim yaşandıktan sonra partinin iplerini tümüyle eline geçiren Ortega kliğinin iktidar yönelişi içinde eski başkan Alemán’la stratejik bir ittifak içine girmesi Sandinistaların daha da sağa kaymasıyla sonuçlanmıştır.

Ortega iktidara geçtikten sonra sol bir retorik altında neoliberal politikalar izlemeye ve ABD ile ilişkileri iyi tutmaya yönelmiştir. Ancak Ortega’nın Lula ve Tabaré’ye göre zaman zaman daha sol bir retorik kullanması ve göstermelik bazı işler yapması mümkündür. Bunun nedeni Chávez’in Nikaragua’yı bir müttefik olarak kazanabilmek umuduyla Ortega yönetimine iktidara gelir gelmez büyük yardımlar yağdırmasıdır. Yoksul Nikaragua’nın zaman zaman bu yardımın karşılığını vermesi kaçınılmaz olacaktır.

 

Burjuva Milliyetçiliği

“Latin Amerika’da sol yükseliyor” genellemesi yukarıda yazılanlarla birlikte adım adım ciddi yaralar almıştır. Düzen soluna hiçbir biçimde sol denemeyeceği, dönek solun ise iktidarda bütünüyle burjuvazinin safına geçtiği açıkça görülüyor. Bu durumda geriye sadece üç hükümet kalıyor. Bunlar gerçekten de ötekilerden farklı olarak emperyalizmle ve kendi ülkelerinin burjuvazisiyle ciddi sürtüşmeler yaşayan hükümetler. Venezüella’da Hugo Chávez, Bolivya’da Evo Morales ve Ekvador’da 2006 yılında başkanlığa seçilen Rafael Correa hem düzen solundan hem de dönek soldan ayrı ele alınmak zorunda. Zaten tam da bu nedenlerden dolayı dünyada ve Türkiye’de solun esas dikkati de Morales ve özel olarak da Chávez üzerinde. Chávez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” şiarı solda birçok unsurun yüzünü umutla ona dönmesine yol açıyor. Correa seçilir seçilmez bu ikisiyle yakın bir ilişki kurduğu ve ülkesindeki askeri üsler dolayısıyla ABD ile sürtüşmeye girdiği için aynı yolun yolcusu gibi görünmekle birlikte, henüz onun üzerine bir değerlendirme yapmak için erken görünüyor. Dolayısıyla, bu bölüm esas olarak Morales ve Chávez üzerinde duracak. İleri süreceğimiz tez, her iki politikacının da esas olarak var olan düzene bağlı, kapitalizmi devirme niyetine ve kapasitesine sahip olmayan, burjuva milliyetçileri olduğudur. Bu milliyetçilikler Türkiye’deki “ulusalcı” solun anladığı anlamda bağnaz yaklaşımlar içermez. Biri (Chávez) Bolivarcı bir Latin Amerika milliyetçiliğine açılır, öteki (Morales) ise Amerikan yerlilerinin hakları temelinde oluşmuştur. Chávez ve Morales’i kendileri gibi “ulusalcı” olarak sunmaya çabalayanların Kürt sorunundaki gerici tavırları ile bu iki politikacının Latin Amerika yerlilerine geçmişe göre çok daha büyük haklar ve olanaklar tanıma konusundaki duyarlılığını karşılaştırmak çok öğreticidir. Bu fark vurgulandıktan sonra belirtilmelidir ki, bu iki politikacı esas olarak emperyalizmle ulusal çıkarlar üzerinde bir mücadeleye girişmişlerdir. Buna karşılık sosyalizm açısından her iki politikacıdan da bir şey beklenemez.

 

Morales

Bir siyasi önder olarak Morales’i ve partisi MAS’ı iki aşamada değerlendirmek mümkün: Aralık 2005 öncesinde bir muhalefet gücü olarak ve sonrasında hükümet icraatı temelinde. 2002 seçimlerinde Morales % 21 oy alarak, seçimi kazanan Goni’nin arkasında ikinci sıraya yerleştiğinde partisi MAS ülkenin en güçlü muhalefet partisi konumunu elde etmiş oluyordu. Bu yüzden 2003 ve 2005 ayaklanmalarında aldığı tavır bir bakıma Bolivya devrimi için hayati önem taşıyordu. Bu ayaklanmalar sırasında Morales’in sicili açıkça karşı-devrimcidir. 2003’te Eylül ve Ekim aylarında Bolivya devrimci bir ayaklanma ile sarsılırken Morales üç hafta boyunca büyük kitle mücadelesinden bütünüyle uzak durmuş, ancak mücadelenin son aşamasında Goni’nin düşmesi ihtimali belirince bir alternatif aranırken işin içine girmiştir. Ama bu girişin amacı da ayaklanmanın bir devrimci çözüme ulaşmasını engellemek, “kurumsal çözüm”ü gerçekleştirmek, yani Goni’nin yerine başkan yardımcısı Mesa’nın getirilmesini sağlamaktı. Lula ve Kirchner de bu çözümü desteklerken esas muhatap olarak Morales’i almışlardır. 2005 ayaklanması ise 2006’da zaten yapılması gereken seçimlere az vakit kaldığı için Morales’in seçim yoluyla iktidara geçmeyi beklediği bir aşamaya denk gelmiştir. Morales bu kez de ayaklanmadan uzak durmuş, Mesa’ya destek vermiş, ancak son aşamada parlamento Sucre’de toplanıp baskıcı bir çözüm için görüşmelere girerken seferberliğe girişerek “kurumsal çözüm” yoluyla erken seçime gidilmesi için çalışmıştır.

Morales’in, 2005 Aralık ayında yapılan seçimde başkan seçildikten sonraki siciline ise birkaç düzeyde bakılabilir. Genellikle kitle iletişim araçlarına yansıyan, Morales’in Latin Amerika’nın ilk yerli başkanı olmasıdır. Morales yerli kılıklarıyla ve gelenekleriyle neredeyse folklorik bir tablo çizerek kitleye heyecan vermeye özel bir çaba harcamaktadır. Ayrıca, aynen Nikaragua’da Daniel Ortega’nın yaptığı gibi Morales de sert bir sol retorik kullanmakla birlikte gerçek icraatında sol bir unsura rastlamak çok zordur. Bu icraati birkaç düzeyde ele almak mümkündür.

İlk sırada elbette 2003 ve 2005 ayaklanmalarında Morales’in kendi taraftarları da dâhil olmak üzere bütün kitlelerin benimsediği doğal gazın kamulaştırılması konusu gelir. Retorik ile gerçek icraatın çelişkisi burada en çarpıcı biçimini alır. Morales sembolik olarak seçilmiş olan 1 Mayıs 2006 tarihinde ordu birliklerini bir doğal gaz üretim tesisine sürerek Bolivya doğal gazının kamulaştırılmış olduğunu açıklamıştır. Bu, tarihin en gülünç politik pazarlama işlemlerinden biridir çünkü söz konusu olan sadece şirketlerden alınan verginin yükseltilmesi, yani Bolivya’nın doğal kaynağının toprak rantından alacağı payın arttırılması için şirketlerle pazarlığa oturulmasıdır. Morales kamulaştırmayı bir yandan halkın beklentilerini karşılamak için, bir yandan şirketleri ürkütecek bir pazarlık kozu olarak ortaya atmıştır. Nitekim pazarlıklar yabancı şirketlerin Bolivya’ya daha yüksek oranda vergi ödemesini öngören, ama uzun yıllar kârlarını garanti altına alan bir dizi sözleşme ile sonuçlanmıştır. Elbette yeni durum Bolivya için eskisine göre daha avantajlıdır. Ama Bolivya devriminin doğal gazın kamulaştırılması konusundaki talebi hâlâ gündemde kalmaya devam ediyor.

İkinci sırada ise devrimci mücadele sırasında kitlelerin ortak talebi olan Kurucu Meclis ve yeni bir anayasanın kabulü gelir. Burada da Morales kitle hareketinin talebini bütünüyle saptırılmış biçimde yerine getirmiştir. Kurucu Meclis seçimlerine gidilmeden önce sağla pazarlığa oturmuştur. Pazarlık iki konuda yapılmıştır. Bir yandan, kitlenin talebi Kurucu Meclis’in omurgasının kitle örgütlerinden oluşması iken Morales sağın meclis seçiminin coğrafi temelde yapılması önerisine onay vermiştir. Öte yandan, sağın anayasanın geçerli olabilmesi için mutlaka üçte iki çoğunluk sağlanması koşulunu da kabul etmiştir. Bunun sonucunda, Kurucu Meclis’te halk güçleri çoğunluğa sahip olduğu halde üçte iki çoğunluğa erişemediği için ciddi bir rejim değişikliği gündeme gelememekte, sağ zaten sert bir muhalefet yaptığı için Kurucu Meclis’i kilitleyebilmektedir.

Bu iki belirleyici alan dışında da Morales’in hem vaat ettiği önlemlerden hem de devrimci yükseliş içinde kitlelerin ileri sürdüğü taleplerden uzak durduğu gözle görülebilmektedir. İşçi sınıfını ilgilendiren konularda hiçbir ciddi gelişme yoktur. Bolivya ekonomisi doğal gaz üzerindeki verginin artması ve daha da önemlisi dünya ekonomisinde maden fiyatlarında muazzam bir yükseliş yaşanması dolayısıyla çok olumlu bir konjonktür yaşadığı halde, asgari ücretin iki katına çıkarılacağı vaadi, iki senedir yerine getirilmemiştir. Daha önceki dönemden kalan esnek çalışma yasasına hiç dokunulmamıştır. Morales, ayaklanmalarda önemli bir rol oynamış olan maden işçilerinin, daha önceki dönemde özelleştirilmiş olan madenlerin yeniden kamulaştırılması yolunda ileri sürdükleri talepleri yerine getirmek bir yana, cooperativistas (kooperatifçiler) diye bilinen özel madencilerin bir temsilcisini maden bakanlığına tayin etmiştir. Cooperativistas hâlâ özelleştirilmemiş olan madenlere de göz dikmiş durumdadır. Ekim 2006’da bunların adamları maden işçilerine bir saldırı düzenleyerek onlarca maden işçisini öldürünce, bu yarı-mafya, yarı-kapitalist kesimin Morales hükümeti tarafından korunması trajik bir olaya yol açmıştır. (Bu olaydan sonra ilgili bakan istifa etmiştir.)

Yukarıda da belirtildiği gibi, Morales geçmişinde bir cocalero idi. Partisi MAS da büyük ölçüde Amerika yerlisi yoksul ve küçük köylülerin desteklediği bir partidir. Morales’in hiç olmazsa kendi tabanının taleplerini ciddiye alması beklenebilirdi. Yerli köylüler on yıldan uzun bir süredir “Terra y territorio” (toprak ve özerklik) talebini ileri sürüyordu. Kurucu Meclis konusundaki uzlaşma özerkliğin önünü önemli ölçüde kapatmıştır. (Bazı eyaletlerin burjuvazisinin özerklik talebi bundan bütünüyle farklıdır.) Toprak reformu konusundaki talep ise köylü kitlelerinin Morales iktidara geçtikten sonra dahi düzenlediği eylemlerin de etkisiyle Kasım 2006’da kabul edilen bir yasa ile karşılanmıştır. Ne var ki, yasa büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını zedelemeden yoksul ve topraksız köylünün gözünü boyamaktadır. Büyük toprak sahiplerinin toprakları ancak çok büyük sınırların üzerinde (50 bin hektar) kamulaştırılabilmektedir. Üstelik kamulaştırma tazminat karşılığında yapılacaktır. Güney Amerika’nın bu en yoksul ülkesinin büyük miktarlarda kamulaştırmanın tazminatını ödemesi olanaksızdır. Geriye zaten kamunun elinde olan ama köylülerin yaşadığı bölgelere uzak topraklarla verimsiz olduğu için işlenmeyen topraklar kalmaktadır. Kısacası, Morales’in toprak reformu Bolivya devriminde ayağa kalkmış olan köylülüğün toprak açlığını giderebilecek bir nitelik taşımaz.

Görüldüğü gibi Morales yönetimi büyük kitlelerin yıllardır canlarını ortaya koyarak ileri sürdükleri taleplerin hemen hemen hiçbirini gerçek bir anlamda yerine getirmemiştir. Böyle davranan bir yönetimin Türkiye solunda bir de sosyalizm için bir umut olarak görülmesi iyice tuhaf duruyor. Zaten Morales, yukarıda da sözü edilen demagojisi ile sosyalizmden söz ederken ve partisinin (MAS) adındaki “S” harfi sosyalizmin kısaltması iken, başkan yardımcısı García Linera yönetimin bir “And bölgesi kapitalizmi” kurmak için mücadele ettiğini açık açık belirtmektedir. Yani Morales hükümeti Bolivya’da daha yerli, emperyalizme karşı biraz daha özerk, Latin Amerika’nın öteki burjuvazileriyle daha fazla dayanışma içinde bir kapitalizm kurmak için çalışmaktadır. MAS küçük burjuva milliyetçisi bir harekettir, projesi ise burjuva milliyetçiliğidir. Sosyalizm için mücadele ettiği düşüncesi, umudunu yitirmiş olduğu için her dala sarılma ihtiyacı içindeki solcuların yaşadığı bir yanılsamadır.

Emperyalizmin Morales yönetimi ile ilişkisi ikirciklidir. Bir yanda, Morales büyük emekçi ve ezilen kitleler ile devrim arasında duran en inandırıcı politik şahsiyettir. Bir bakıma, 2003’te ve 2005’te devrim ile karşı-devrimin son bir hesaplaşma içine girmesini engelleyen esas faktör, Morales’in ağırlığını karşı-devrim kefesine koymuş olmasıdır. Bu anlamda emperyalizm için Morales belirli bir değer taşımaktadır. ABD’nin 2002’den 2005’e Morales’e karşı tavır değişikliğini açıklayan da budur. 2002’de Morales ilk turu ikinci sırada bitirince iki tur arasında ABD yönetimi Morales seçildiği takdirde bunun ağır sonuçları olacağını açıklayarak Bolivya halkını tehdit etmişti. 2005’te ABD yine sağ adayları tercih etmektedir, ama Morales başa geçince hiç de “ciddi sonuçlar”dan söz edilmemiştir. Öte yandan, Morales yönetiminin, kendileri devrimci bir ruh durumu içindeki yerli köylü kitlelerine dayanması, Bolivya’nın emperyalizmin müttefiki beyaz burjuvazisinin hâkimiyetini yeni bir “And bölgesi kapitalizmi” modeli ile tehdit etmesi, en önemlisi de, ABD ile çelişki içindeki Chávez yönetimi ile bir blok oluşturması (bu bloka sonradan Ekvador başkanı Correa da katılmıştır) ABD’ye ciddi rahatsızlıklar veren unsurlardır.

 

Chávez

21. yüzyılın başında Marksizmin pusulasını yitirmiş, umutsuzluk içinde çırpınan dünya ve Türkiye solunun en büyük yanılsaması Chávez, onun “devrim”i ve “21. yüzyıl sosyalizmi”dir. Yanlış anlaşılmaları baştan engellemek için hemen belirtelim: Chávez’in ilerici bir devlet adamı olduğuna kuşku yoktur. Hem kitlelerin ihtiyaçlarına kısmen cevap veren önlemleri hem de emperyalizme kafa tutması, Chávez’i bir Lula’dan, bir Kirchner’den köklü biçimde ayırır. Bu anlamda, Chávez’in gerek ABD emperyalizminin (ve onunla birlikte davranan AB emperyalizminin, en başta da İspanya’nın) gerekse Venezüella burjuvazisi ve gericiliğinin saldırılarına karşı korunması işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları açısından gereklidir. İster 2002 darbesinde, ister Aralık 2002-Ocak 2003 PdSVA lokavtında, ister 2004 referandumunda Marksistlerin görevi Chávez’i emperyalizmin ve gericiliğin saldırılarına karşı savunmaktı. Aşağıda söylenecek olanlar, bu açık gerçekle hiçbir biçimde çelişmez. Bizim burada ortaya koymak istediğimiz, sosyalist solda son derecede yaygın olan bazı hayallerin bütünüyle temelsiz olduğudur. Chávez yönetiminde Venezüella’da bir devrim yaşanmamaktadır. 21. yüzyıl veya değil, Chávez’in kurduğu rejimin sosyalizm ile ilgisi yoktur. Söylenen basitçe budur. Devrimci ve sosyalist olmayan bir yönetime bu adları takmak, Venezüella kitlelerini yanıltmak demektir. (Aşağıda göreceğimiz gibi, Venezüella işçi sınıfını ve emekçilerini bu konuda uyarmak Venezüella’da emperyalizmin ve gericiliğin saldırısını yenilgiye uğratabilmek için büyük önem taşır.) Ayrıca, dünyada ve Türkiye’de sosyalist hareketin içinde devrimci teorinin, stratejinin ve programın tanınmaz hale getirilmesi anlamına gelir.

Her şeyden önce “devrim” kavramının çarpıtılmasına karşı çıkmak gerekir. Chávez ilk kez 1998’de başkan seçilmiştir. Demek ki dokuz yıldır baştadır. Bu dokuz yıl içinde var olan burjuva devletinin temel iktidar aygıtlarının temel yapısını hiçbir biçimde değiştirmemiştir. Evet, ilk yıllarda bir Kurucu Meclis oluşturarak yeni bir anayasa yapmış ve birçok çıkara dokunmuştur. Ama bu bir burjuva anayasasıdır. Bunun tersini de kimse iddia etmemektedir. Zaten o aşamada Chávez sosyalizm retoriğinden de çok uzaktır. Burjuva devleti açısından en önemlisi, Chávez’in kendisinin de içinden geldiği Venezüella ordusu bütün hiyerarşisi ile dimdik ayakta durmaktadır. Ordunun ağırlıklı kanadının bugüne kadar meşruiyetçi davranmış ve Chávez’i desteklemiş olması (bu desteğin bir nedeni aşağıda anlaşılacak), yarın dengelerin değişmeyeceği, ordunun bambaşka bir tavır almayacağı anlamına gelmez. Nitekim Chávez’in ordu içindeki en yakın müttefiklerinden, onun başkanlığı döneminde genelkurmay başkanlığı ve savunma bakanlığı yapmış olan emekli general Baduel, 2007 Aralık ayında yapılan anayasa değişikliği referandumunda Chávez kampından kopmuş ve Venezüella burjuvazisinin kahramanı haline gelmiştir. Baduel sadece bir örnektir ve Chávez’in kurduğu ittifakın içinde yer alan generallerin yeri geldiğinde nasıl kolayca saf değiştirebileceğini gösterir. Daha genel olarak chavista (yani Chávez taraftarı) koalisyon, askeriyle siviliyle hiç güvenilemeyecek kadrolardan oluşur. Milletvekillerinden bir bölümü, daha önce ABD taraftarı düzen partilerinden Chávez’in hareketine kariyerist nedenlerle geçmiş unsurlardır. Son referandum tartışmasında muhalefet saflarına katılanlar arasında general Baduel’in yanı sıra Chávez’in eski başkan yardımcısı José Vicente Rangel de vardır!

İkincisi, Chávez’in işçi, emekçi ve kent yoksulları için çeşitli ilerici önlemler aldığı doğrudur. Eğitim, sağlık, konut, kooperatifler kurulması, sınırlı bile olsa bir toprak reformu ve başka birçok önlem emekçilerin durumunun Chávez döneminde bir ölçüde düzelmesini sağlamıştır. Emekçiler Caracazo’da binlerce ölü vererek öne sürdükleri talepleri Chávez döneminde kısmen elde etmişlerdir. Ayrıca Chávez örneğin iflas eden ya da işçilerin işgal etmiş olduğu bazı fabrikaların işçilerin yönetiminde işletilmesi için kararlar çıkararak farklı türden ilerici önlemleri gündeme getirmiştir. Ama bunların hiçbiri sosyalizm olmadığı gibi, sosyalizme giden yolda bir ilk adım bile değildir. Venezüella’nın finans ve sanayisinde mülkiyet ilişkileri ve işyerlerinde sermayenin işçi sınıfı üzerinde despotizmi olduğu gibi devam etmektedir. Büyük işletmelerde taşeron işçi kullanımı yaygındır. 2007 Aralık referandumunda yenilgiye uğrayan son anayasa değişikliklerinde bile özel mülkiyet özenle güvence altına alınmıştır. Son dönemde elektrik ve telefon şirketlerinin kontrolünü sağlayacak miktarda hisse senedinin devlet tarafından satın alınmış olması, kapitalist özel mülkiyet çerçevesinde yapılan normal bir işlemdir. Venezüella kapitalistleri yıllardır kârlarına kâr katıyorlar. Bankalar 2005-2007 döneminde ortalama % 30 getiri elde etmiştir. Caracas borsası son yıllarda büyük getiriler sağlayan bir piyasadır. Koşullar bir ölçüde değişmiş olsa bile, yabancı petrol şirketleri Venezüella petrollerinden büyük kârlar elde etmeye devam etmektedirler.[19]

Üçüncüsü, Chávez yönetiminde devlet aygıtına üşüşen asker, bürokrat ve kariyeristler muazzam bir yolsuzluk furyası içinde zenginleşmektedir. Türkiye’de Kemalist devlet içinde 1920’li ve 30’lu yıllarda beliren ve devlet kaynaklarının mülk edinilmesi yoluyla burjuvalaşan “aferist” (terim Fransızca “iş” demek olan “affaires” kelimesinden türemiştir) unsurlar gibi, Venezüella’da da yeni bir burjuva katman burjuvazinin eski katmanlarının yanı sıra yükselmektedir. Yaygın terimle ifade edecek olursak, oluşum halinde bir “Boli-burjuvazi” (Chávez’in Bolivarcı devrimine kinayeyle oluşturulmuş bir terim) belirmektedir ufukta. Subay kadrosunun önemli bir bölümü (üçte biri ila dörtte biri arası) yönetimde görev almış durumdadır ve yolsuzluğun bir parçasıdır. Ordunun ağırlıklı kesimlerinin Chávez’i bugüne kadar desteklemiş olmasını açıklayan en önemli faktörlerden biri de kurulan bu düzendir.

Kısacası, Venezüella’nın kapitalist ekonomisi ve burjuva devleti sapasağlam ayaktadır. Başka bir deyişle, burjuvazinin hâkimiyetinin sosyo-ekonomik temelleri de, esas güvencesini oluşturan devlet de (en başta ordu) en ufak bir yara almış değildir. Bu durumda “devrim” sözcüğünü hangi anlamda ciddiye almak gerekir? Burada yavaş çekim oynayan bir devrim filmi olsaydı bile (bunun mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışmadır) dokuz yılda, bu sosyo-ekonomik temelde ve devlet aygıtında bazı gedikler açılmış olurdu. Bundan eser bile yoktur. Chávez çok önemli fırsatlarda bile burjuvaziye ve devlet içindeki gericilere darbe vurmaktan kaçınmıştır. 2002 darbesinin birkaç elebaşısı Miami’ye kaçmış ama geri kalanlar hakkında en ufak bir kovuşturma bile yapılmamıştır. Darbe düzenlemenin bütün düzenlerde, darbe yenilgiye uğradığı takdirde, büyük bir suç olduğu herkesin bildiği bir şey. Chávez burjuvazinin iktidarını gerçekten devirmeye niyetli olsaydı, bu siyasi fırsatı değerlendirirdi. Aslında bırakın fırsat değerlendirmeyi, Chávez yönetimi hukuken üzerine düşen görevi bile savsaklamış olmaktadır. Demek ki, burjuvaziyi devirmek için gerçek bir çabadan söz etmek mümkün değildir.

Dış politikada Chávez’in emperyalizmle sık sık karşı karşıya geldiği doğrudur. Emperyalizmin hedef tahtasına koyduğu Irak ya da İran gibi ülkelerle dayanışma göstermesi veya 2006 yazında Lübnan’ın işgali sırasında (örneğin Lula’dan farklı olarak) İsrail’i kınaması alkışlanacak davranışlardır. Latin Amerika burjuvazilerinin Küba konusunda genellikle ABD’ye kölece boyun eğmesine karşılık Chávez’in bu devletle ve onun tarihsel önderi Castro ile yakın bir ittifak ilişkisi içine girmesi olumlu bir tutumdur. Ama bu alanda da olgulara dikkatli bakmak gerekir. Solda Bolivarcı devrim projesinin Latin Amerika’nın ezilmiş halklarını ABD emperyalizmine karşı birleştirme hedefini içerdiği yolunda bir yargı yaygındır. İnsan yazılanları okuyunca Chávez’in Bolivarcı projesinin Che’nin Latin Amerika halklarını ABD’ye karşı sosyalist temellerde birleştirme amacının bir benzeri karşısında olduğunu sanıyor.[20] Gerçek bambaşkadır ve bir kez daha Chávez’in politikasının sosyalizm doğrultusunda olmadığını ortaya koyar.

Chávez Bolivarcı projesinin merkezine Mercosur’u koymuştur. Mercosur, Brezilya ve Arjantin burjuvazilerinin önderliğinde, Uruguay ve Paraguay’ın katılımıyla kurulmuş Güney Amerika Ortak Pazarı’dır. Chávez yönetimi gözlerini Mercosur’a dikmiştir ve Latin Amerika burjuvazisinin bu kurumunun üyesi olmak üzere sabırla beklemektedir. Bazıları Mercosur üyeliğinin ABD’nin Latin Amerika çapında imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarıyla kendi etrafında kurmakta olduğu serbest ticaret bölgesine karşı ilerici bir rol oynayabileceğini düşünebilir. Bizce gerçek hiç de öyle değildir, çünkü Mercosur’u yöneten iki burjuvazi de (Brezilya ve Arjantin) böyle bir alternatif oluşturma kapasitesinden yoksundur. Zaten Lula ile Kirchner’in 2003’te “Washington Mutabakatı”na karşı büyük şatafatla dünyaya açıkladığı “Buenos Aires Mutabakatı” Mercosur’un dünya ekonomisiyle bütünleşmede bir pazarlık kozu olduğunu açıkça ifade etmektedir.[21] Ama bu yazı çerçevesinde tartışma konumuz bu değildir. Tartışma Chávez’in politikasının ilerici olup olmadığı değil, sosyalizm yönünde gelişiyor olup olmadığıdır. Mercosur üyeliği Venezüella’yı Latin Amerika’nın en güçlü burjuvazisine (Brezilya) ve onun yanı sıra öteki burjuvazilere sımsıkı bağlayacak bir zincirdir. Öyleyse Chávez’in Bolivarcı projesi, Venezüella’da burjuva milliyetçiliğinin Latin Amerika’nın ortak mücadelesinden güç almaya çalışan ve bunun için işçi-emekçi kitlelerinin desteğinden yararlanmayı hedefleyen bir versiyonudur.

Chávez’in siyasi çizgisinin bu karakterini kavrayabilmek için yapılabilecek en sağlıklı şey Latin Amerika’nın tarihine bakmaktır. Kıtanın tarihinde aynı doğrultuda mücadele eden başka siyasi önderlikler eksik değildir. Üstelik bunların icraatı radikalliği ve derinliği bakımından Chávez’in icraatından kat kat ileridir. Bunlar genellikle “popülist” olarak anılan siyasi önderliklerdir.[22] Bu bağlamda üç deneyim büyük önem taşır.[23]

İlki Meksika tarihinin en önemli başkanı Lázaro Cárdenas’tır. Büyük halk kitlelerinin, özellikle de topraksız ve yoksul köylülerin boylu boyunca politik sahneye girdiği Meksika devriminin (1910-1917) ürünü olan Meksika’nın tek parti rejimi yolsuzluklarla ve geri kalmışlıkla kıvranırken 1934 yılında başa geçen Cárdenas, rejimi baştan aşağı yeniden yapılandırmıştır. Cárdenas bilinçli bir biçimde işçi sınıfına ve köylülüğe yaslanmış, işçilerin bütünüyle sarı sendika niteliği taşıyan sendikalar yerine yenilerini kurarak hızla sendikalaşmalarının ve ücret artışlarına kavuşmalarının önünü açmış, milyonlarca hektar toprağı köylülere dağıtmıştır. Aynı zamanda kamulaştırmalara başvurmuş, demiryollarını kamulaştırarak “işçi yönetimi”ne vermiş, daha bu aşamada önemli bir petrol üreticisi olan Meksika’da petrolü de kamulaştırarak bir devlet işletmesinin tekeline almıştır. Bundan dolayı dünya sisteminde o dönemde ABD’nin bugün oynadığı rolü oynayan Britanya Meksika ile diplomatik ilişkilerini kesmiş, Meksika petrolü ve mallarına karşı boykot uygulamıştır. Yani Cárdenas’ın icraatı emperyalist sistemi bu ölçüde rahatsız etmiştir.

Peki, Cárdenas bütün bunları bir “20. yüzyıl sosyalizmi” uğruna mı yapmıştır? Bu soruyu sormak Chávez’in bugünkü konumunu anlamak bakımından çok önemlidir. Hayır, Cárdenas bir burjuva milliyetçisidir ve bir yandan Meksika burjuvazisinin emperyalizmle bütünleşmesini başka bir düzeyde kurmaya çalışırken, bir yandan da işçi ve köylüler üzerinde yeni türden bir hâkimiyet tesis etmeye çalışmaktadır. Bu süreç içinde Cárdenas sendikaları ve köylü örgütlerini yeni kurduğu (ve Meksika’yı 2000 yılına kadar yönetecek olan PRI adlı partinin atası olan) partiye korporatist bağlarla bağlamıştır. Yani burada radikal burjuva milliyetçiliği, işçi sınıfını bir yandan seferber ederken bir yandan da bağımsızlığını ortadan kaldırmıştır.

İkinci örnek Arjantin’dendir. Arjantin’de bir askeri darbe ile yükselen general Perón önce cuntanın bir mensubu olarak, ardından 1946 yılında başkan seçildikten sonra, eşi Eva Perón’un da yardımıyla işçi sınıfı ile son derecede yakın ilişkiler kurmuş, işçilerin seferber olmasını, yaygın olarak sendikalaşmasını teşvik etmiş, ciddi ücret artışları ve sosyal haklar elde etmelerine destek olmuştur. Perón aynı zamanda bir beş yıllık kalkınma planı temelinde Arjantin’in, bazı ileri teknoloji sektörleri de dâhil olmak üzere, sanayileşmesi bakımından önemli adımlar da atmıştır. İşçi sınıfına karşı fazla “tavizkâr” tavrından dolayı Arjantin burjuvazisi ve toprak sahipleri, Latin Amerika’da kullanılan yaygın terminoloji ile “oligarşi”, Perón’a karşı giderek daha sert bir muhalefet yapmaya yönelmiş, sonunda ordunun da işbirliği kazanılınca Perón 1955’te bir askeri darbe ile alaşağı edilmiştir.

Peki, bütün bunlar Perón’un sosyalist olduğunu, Arjantin’de “20. yüzyıl sosyalizmi”ni kurmaya çalıştığını gösterir mi? Hiçbir biçimde. Perón, üstelik İtalyan faşizmine sempatileri olan, savaştan sonra Arjantin’i Nazi savaş suçlularına sığınak yapan, yani gerici yönleri de olan bir burjuva politikacısıdır. Ama emperyalizmin belirlediği bir dünyada burjuva milliyetçisidir ve Arjantin’in emperyalizmle bütünleşmesinde daha üst bir düzeye geçebilmesi için işçi sınıfını seferber etmiş, ona birçok hak sağlamıştır. Madalyonun ters yüzü ise, Arjantin burjuvazisinin bu süreç içinde Arjantin işçi sınıfı üzerinde ciddi bir hegemonya kurmasıdır. Bugün dahi, aradan yarım yüzyıl geçtikten, Perón 1970’li yıllarda sürgünden dönüp yeniden Arjantin’in başına geçtiğinde son derecede gerici bir politika izledikten sonra bile, Arjantin’in büyük işçi konfederasyonu CGT, bir burjuva partisi olduğu hiçbir kuşku götürmeyecek Peronist partinin sıkı etkisi altındadır. Yani aynen Meksika’daki gibi, Arjantin’de de güçlü bir burjuva milliyetçiliği dalgası işçi sınıfının bağımsızlığını hem de çok uzun vade için ortadan kaldırmıştır.

Son örnek üzerinde daha kısa duracağız. Peru’da 1974 yılında yapılan bir askeri darbe sonucunda iktidara geçen general Velasco Alvarado yönetimindeki cunta, bir yandan büyük ölçekli kamulaştırmalara gider ve emperyalizmle çatışırken, bir yandan işçi ve köylülere ciddi haklar sağlarken, bir yandan da sol, sosyalist ve komünist hareketlere büyük darbeler vurmuştur. Yani burada da burjuva milliyetçiliğinin ilericiliğinin bedeli işçi sınıfının bağımsızlığına saldırılması olmuştur.

Bütün bu hareketlerin temelindeki dinamik emperyalizm karşısında belirli mevziler kazanmak isteyen azgelişmiş ülke burjuvazilerinin işçi ve köylülere dayanarak bir atılım yapma çabasıdır. Hepsinin ortak noktası, bu amaçla işçi sınıfı hareketini veköylü örgütlerini kontrol altına almaktır.

Bir burjuva milliyetçisi olarak Chávez de tastamam aynı şeyi yapmaktadır. Başlangıçta nispeten dağınık bir takım siyasi güçlere yaslanan Chávez, 2004 referandumunu kazandıktan sonra, ama özellikle 2006 seçimlerinden bu yana kendi destekçisi siyasi hareketlerin hepsini, sosyalist hareketi ve sınıf mücadeleci işçi hareketini bütünüyle kendi kontrolü altına almak için belirgin bir stratejik çaba içine girmiştir. Yeni, sınıf mücadeleci bir çizgisi olan sendika konfederasyonu UNT 2006 yılında Chávez yanlısı bürokratların da yardımıyla Çalışma Bakanlığı’na bağlanmak istenmiştir. UNT’nin bağımsızlığına sahip çıkan sosyalist sendikacıların bu projeye bütünüyle karşı çıkması UNT’yi bir ölçüde paralize etmiş, örgüt kongresini bile toplayamamıştır. Seçimlerden sonra Chávez kendisini destekleyen bütün siyasi partilerin tek bir birleşik partide bir araya getirilmesi projesini açıklamıştır. PSUV (Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi) adını taşıyan bu partiye sadece bazı Marksist partiler değil, chavista koalisyonun bazı asli unsurları da katılmayı reddettiği için bu proje de sorunlar yaşamaktadır. Nihayet, son derecede ilerici bir atılım olarak sunulan son anayasa değişiklikleri arasında da ilginç hükümler vardır. Bunlar arasında bir tanesi konumuzla doğrudan doğruya ilgilidir. Anayasa değişikliği tabanda bir takım meclisler kurulmasını öngörmekteydi, ama bu meclisler devlete bütünüyle tâbi bir konumda tasarlanmıştı. Kısacası, Chávez’in bütün politik projesi Venezüella işçi sınıfının, emekçilerin ve kent yoksullarının bütünüyle kendi kontrolü altında olduğu bir düzenleme yaratmaktır.

“Popülizm” ile Chávez arasında burada yapılan karşılaştırmanın sınırlarının titizlikle belirtilmesi gerekir. Her ikisi de, farklı tarihsel bağlamlarda olmakla birlikte emperyalizm ile çelişki içine girdiklerinde bir güç tabanı olarak emperyalizmle bütünleşmiş hâkim sınıflarla yürüyemeyecekleri için işçi sınıfı ve emekçilere dayanmaktadırlar. Bunun ötesinde “popülist” hareketlerin kendi aralarında da, bunlar ile bugünün Chávez deneyimi arasında da önemli farklılıklar vardır.

Bir başka ortak nokta da, geçmişte “popülist” siyasi önderlerin de, günümüzde Chávez’in de burjuvaziden doğrudan destek almaktan ziyade devletin hakim doruğundan yönettikleri toplumun emperyalizmle çıkar çelişkisini saptayarak harekete geçmeleridir. Bir bakıma bunlar temel sınıflardan siyasi olarak özerkleşmiş, Bonapartist yönetimlerdir. Chávez söz konusu olduğunda, Caracazo ile başlayan sınıf mücadelesi çevriminin yarattığı bir siyasi pat durumundan söz edilebilir. Burjuvazi Caracazo’da kitle hareketini yenmiş ama geriletememiştir. Bugün Chávez burjuvazinin geleneksel partileri aracılığıyla kontrol altına alamadığı işçi sınıfı ve emekçileri disipline sokmaya çalışmaktadır.

İşte Venezüella işçi ve emekçilerinin kısa vadede bile aleyhine olan budur. Bütün ilerici önlemlerine rağmen, Chávez burjuva devletinin ve sisteminin rehinesidir. Emperyalizmin ve gericiliğin bir saldırısı sırasında esas çevresi ve iktidar ortakları kendisini yalnız bırakabilir. Bu yüzden emperyalizme karşı bugünkü yönelişi bile esas savunabilecek güç büyük emekçi kitlelerdir. Burada soyut bir analiz yapmıyoruz, bir örneği yaşanmış somut bir güçler dengesinden söz ediyoruz. Unutulmamalı ki, 2002 darbesinde kendi hükümeti ve ordu Chávez’i korumamış, koruyamamıştı. Milyonlarca emekçinin ve yoksulun müdahalesidir ki darbeyi yenilgiye uğratmıştı. Gelecekte emperyalizme ve gericiliğe karşı tek güvence işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin politik ve örgütsel bağımsızlığıdır. Aynen sosyalizme doğru yürünecekse bu bağımsızlığın vazgeçilmez olduğu gibi. Dolayısıyla, bugün Venezüella’ya gereken bir gerçek işçi sınıfı partisidir. Chávez’in işçi sınıfını sendikal ve politik alanlarda içine sokmaya çalıştığı cendere bu bağımsızlığı tahrip edecektir.

Chávez’in gözü kapalı desteklenmesinin maliyeti işte bu bağımsızlığın yitirilmesi, işçi sınıfının ve emekçilerin burjuva bir önderliğe emanet edilmesidir. Tarihten verdiğimiz her bir örnekte burjuva milliyetçiliğine verilen desteğin ne anlama geldiğini görmüş bulunuyoruz. Bugün aklı başında hiçbir sosyalist Cárdenas’a, Perón’a veya Velasco Alvarado’ya sosyalist diye bakmaz. Bu burjuva önderliklerin politikalarının işçi sınıfı açısından yarattığı uzun vadeli sorunları da herkes teslim eder. Öyleyse, bugünü de tarihsel bir gözle görmeli, sosyalist hareketi saran ve sarsan moralsizlikten etkilenerek buz üzerine sosyalizm yazmamalıyız.

Bu bölümü bitirmeden önce bir gerçeği de hatırlatmakta yarar var. Chávez yönetimindeki Venezüella’da ilk bakışta çok tuhaf bir şey yaşanmaktadır. Bir yandan Venezüella burjuvazisinin kârları artmakta, bir yandan da halk kitlelerinin bazı ihtiyaçları eskisinden daha büyük ölçüde karşılanmaktadır. Yani Chávez zenginden almadan yoksula vermenin sırrını bulmuş gibidir. Bu sırrın ne olduğunu herkes biliyor. Chávez’in başa geldiği 1990’lı yılların sonundan günümüze petrol fiyatları neredeyse on katına çıkmıştır! Venezüella deneyimi gerçek sınavını dünya piyasasında gelişme eğrisi ters yöne döndüğünde yaşayacaktır.

 

3. Sosyalist Hareketin Büyük Gerilemesi: post-Leninizm

Bu yazının ilk bölümünde, işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin çeşitli ülkelerde sermayenin neoliberal ve küreselleşmeci taarruzuna karşı büyük seferberliklere girerek zaman zaman devlet iktidarının alınması sorununu dahi gündeme getirdiğini gördük. Bu durumu Latin Amerika çapında, devrimin her an güncelleşebileceği bir devrim-öncesi durum olarak niteledik. İkinci bölümde ise bu genel mayalanmanın doruğunda yer alan hükümetlerin, aralarında önemli farklılıklar bulunmakla birlikte, bu tür devrimci kalkışmaları zafere ulaştırmasının beklenemeyeceğini ortaya koyduk. Ortada kitlelerin yönelişiyle siyasi hareketlerin sınırları, sınıf mücadelesinin nesnel koşullarıyla öznel koşulları arasında derin bir çelişki olduğu açıkça görülüyor. Özellikle Bolivya’da iki kez devrimci kitlesel ayaklanma yaşandığı halde, kitleleri iktidarın fethine taşıyacak bir devrimci önderliğin yokluğu çarpıcı bir gerçek olarak ortada duruyor.

Bu çelişki, bir yandan Latin Amerika’da yükselen sınıf mücadelelerinin genel gidişatının anahtarı. Bundan sonraki her gelişmeye ancak bu temel çelişkinin ışığında bakıldığında gerçekler yerli yerine oturacaktır. Ama öte yandan, var olan bu durum bütün dünya solu, bütün uluslararası sosyalist hareket için de dersler içeriyor. Çünkü sınıf mücadelesinin eğrisi inişli çıkışlıdır. Yarın aynı tür bir yükseliş Hindistan’da veya İtalya’da veya (neden olmasın?) Türkiye’de de görülebilir. O takdirde, bu ülkelerde sosyalist solun bu tür kitlesel yükselişlere cevap oluşturabilecek bir yöneliş ve örgütlenme içinde olup olmadığının şimdiden düşünülmesi ve yanlış yönelişlerin ve eksiklerin bertaraf edilmesi için çaba gösterilmesi gerekir. Bu durumda Latin Amerika solunu bugün bu noktaya getiren sürecin ne olduğunun kavranması alınacak dersleri çok daha anlamlı kılacaktır. Çünkü olabilir ki (ve gerçekten de öyle olduğunu birazdan göreceğiz) Latin Amerika solunun bugün içinde bulunduğu duruma yol açan nedenler uluslararası solun büyük bölükleri için, en azından Türkiye solu için de geçerli olabilir. O zaman bu nedenlerden sakınmak bizler için de önem kazanır.

Burada solun durumundan bahsederken Chávez’ten veya Morales’ten, hatta Lula’dan bile söz etmiyoruz. Bunlar sosyalist bir formasyondan geçmemiş, sola farklı bir güzergâhtan gelmiş, kendi ülkelerinin özgül koşulları altında öne fırlamış sui generis siyasi şahsiyetlerdir. Biz burada solun durumu derken, Marksizmin şu ya da bu versiyonundan şu ya da bu derecede etkilenmiş, sosyalist hareketin tarihinin içinden gelen akımlardan söz ediyoruz. Lula’nın, Chávez’in ya da Morales’in siyasi yönelişleri veri iken, sınıf mücadelesini proleter devrimci bir yola sokabilecek bir siyasi önderliği oluşturma konusunda geçmişte şu ya da bu ölçüde iddiası olmuş, uluslararası sosyalizmin içinden organik olarak gelmiş akımlardan söz ediyoruz. Latin Amerika’da bu akımlar dört ayrı gelenekten gelirler: Sovyetler Birliği’ne bağlı komünist partiler, onlardan Maoculuğun (daha sonra bunların bir bölümü Enver Hoca yönelişine girmiştir) etkisi altında kopan parti ve akımlar, Küba’nın gerilla deneyiminin etkisi altında biçimlenmiş akımlar ve Trotskist partiler. Bunların hepsi, şu ya da bu ölçüde, Marksist mirastan beslendikleri iddiasındadırlar. Latin Amerika solunun tartışmalarında da bunlar ve çevrelerindeki aydınlar kümesi etkili olmuştur. Ötekilerin, dışarıdan gelenlerin de elbette etkisi olmuştur; o zaman da organik olarak sosyalist hareketin içinden gelen bu akımların bu etkiye ne tepki verdiği önem kazanmaktadır. Kısacası, biz geçmişte kendini sosyalist ya da komünist olarak tanımlayan akımlara bakacağız.

Bir bütün olarak alındığında, Latin Amerika solu, 1980’li yıllarda ilk adımlarını atan, ama Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden ve Nikaragua devriminin yenilgiye uğramasından sonra 90’lı yıllarda bir kanser gibi yayılan bir süreç içinde sol liberal ve post-modernist bir bozunma yaşamıştır. Bu ciddi gerilemenin çeşitli boyutlarını kısaca özetleyelim. Sınıf mücadelesi perspektifi yitirilmiş, sol yüzünü yeni toplumsal hareketlere ve kimlik politikasına dönerek kendini bir sınıf öncüsü olarak değil, bu hareketlerin koordinasyonunu sağlayacak bir siyasi odak olarak görmeye başlamıştır. 1980’li yıllarda çoğu Latin Amerika ülkesi askeri diktatörlüklerden parlamenter rejime geçiş yaşarken gelişen bir anlayışla, sivil toplumun bütününün devlet karşısında ilerici olduğu, burjuvazi ile çeşitli düzeylerde ittifakın, başka biçimde söylersek sınıf işbirliğinin makbul olduğu fikri adım adım yayılmıştır. Askeri diktatörlüklere karşı demokrasi arayışı ve yaşanmış sosyalist inşa deneyimlerinde demokrasinin ayaklar altına alınmış olması, demokrasi kategorisini bir fetişe dönüştürmüş, zaman zaman “doğrudan” ya da “katılımcı” sıfatlarıyla nitelense de demokrasi nihai amaç haline dönüştürülmüştür. Bu retorik daha sonra burjuva demokrasisine siyasi bağlılığın gerekçesi yapılmıştır. “Demokratik sosyalizm” terimi, sosyalizmi olmayan basit bir sol demokrasicilik anlamını taşımaya başlamıştır. Burjuva demokrasisine bağlılık, beraberinde seçimlere aşırı derecede bel bağlamaya, burjuva devletinin verili yapısı çerçevesinde köklü toplumsal ve sınıfsal değişimlerin sağlanamayacağı gerçeğinin ihmal edilmesine yol açmıştır.

Buraya kadar söylenenlerden sınıf mücadelesi, sınıf perspektifi, devrim, sosyalizm için burjuva demokrasisinin ötesine geçilmesinin gerekliliği gibi, geçmişte Marksist bir sosyalizmin teorik, ideolojik ve programatik ana direkleri olan bazı temel anlayışların terk edildiği ortaya çıkmaktadır. Ama bir noktaya çok dikkat etmek gerekir. Sol liberalizm/post-modernist sol, Marksizmin neredeyse en belirleyici yönlerini ters yüz ederken, Marx’tan ve Marksizmden koptuğunu hiçbir zaman teslim etmemiştir. Geçmişte Marksizmin sözcüleri olarak kabul edilen bir dizi devrimci teorisyen de Marksizmin bu şekilde yorumlanabileceğini kanıtlamak için tanık gösterilmiştir: Burada ilk sırada Gramsci gelir, onu Rosa Luxemburg izler. Önemli olan Latin Amerika’da ve başka yerlerde bu solun Marksizme şu ya da bu biçimde, şu ya da bu kayıt ve eleştiriye rağmen sahip çıkar görünmesidir. Ama aynı şey Lenin için geçerli değildir. Liberal ve post-modernist sol, Lenin’e ve Bolşevizme karşı, önce sessiz ve derinden, daha sonra açıktan tavır almıştır. Bunun ifadesi birkaç alanda görülür. Bir yandan, Leninist öncü parti anlayışı ve demokratik merkeziyetçilik bütünüyle reddedilir. Bunun bir uzantısı da Leninist partinin Stalinizmin içinde geliştiği ortam sayılmasıdır. Öte yandan, silahlı mücadele, sadece Latin Amerika’nın özgül deneyiminde büyük önem taşımış olan gerillacı (fokocu ve halk savaşı versiyonlarıyla) biçimi altında değil, her biçimi altında reddedilir. Bu, gerçek bir toplumsal değişim açısından seçimlere bel bağlamanın ters yüzü olarak aslında devrimci stratejiden kopmak demektir. Nihayet, kamu mülkiyetine ve merkezi planlamaya dayanan ekonomi anlayışı da “devletçi”, “bürokratik”, “kumanda ekonomisi” ve benzeri etiketler altında reddedilir; böylece kapı piyasayla ve özel mülkiyetle uzlaşmaya, kamu-özel bileşiminin somut koşullarda nasıl düzenleneceği tartışmalarına vb. açılmış olur.

Biz Leninist olmadığını kendisi de teslim eden bu sola “post-Leninizm” adını vereceğiz. Post-Leninist sol hakkında vurgulanması gereken bir nokta vardır. Bu sol, sadece 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin çökmesi karşısında moralsizlikten veya bu çöküşe çözüm aramak üzere girişilen fikir tartışmalarından doğmamıştır. Bu oluşumda, işçi aristokrasisinin maddi konumu, sendika bürokrasisinin çıkarları, burjuva meclislerinde ve yerel yönetimlerde yer alan parti kodamanlarının düzenle ilişkilerinin değişmesi, Stalinist partiler söz konusu olduğunda Sovyetler Birliği ve benzeri ülkelerden edinilen finansmanın kuruması, aydınların neoliberal düzende elde ettiği maddi ve manevi çıkarlar gibi birçok faktör, teorik ve programatik değişimi mümkün ve gerekli kılan bir rol oynamıştır. Elbette her bir ülkenin her bir siyasi hareketinin gelişimi somut olarak incelenerek bu faktörlerden hangilerinin veya burada sözü edilmeyen başka hangi faktörlerin bu parti ve akımların yaşadığı değişimde rol oynadığını ince ince analiz etmek gerekir. Önemli olan, maddi hayatın gelişiminin bu değişimde oynadığı rolü unutmamaktır. Meseleyi masum bir fikir ayrılığı olarak kavramak işin gerçek boyutlarının kavranması açısından pozitif bir engeldir.

2000’li yıllarda Latin Amerika’da sınıf mücadelesi yükseldiğinde ya burjuvazinin saflarına geçen ya olayların hızı karşısında oradan oraya savrulan ya da felç olan sol işte bu post-Leninist soldur. Ve post-Leninizmin Latin Amerika’da bir tarihi vardır. Bu tarihtir ki solu bugünkü durumuna getirmiştir. Bu tarih yaşanırken olan bitene doğru biçimde müdahale etmeyen, gidişatın vahametine işaret etmeyen, uyarılarda bulunmayan herkes bugünkü durumdan sorumludur. Latin Amerika solu gibi bütün dünya çapında çok önemli etkiler bırakmış bir hareket söz konusu olduğu için sorumluluk aynı zamanda dünya solunundur.

Şimdi post-Leninizmin Latin Amerika’daki gelişme tarihine kısaca değinelim. Bizi ilgilendiren tek tek partilerde ve akımlarda yaşanan değişim değil elbette. Latin Amerika solunu bir bütün olarak etkileyen gelişmeler. Burada başlangıç noktası Sao Paulo Forumu olmalıdır. 1990 yılında Berlin Duvarı’nın çöküşünün ertesinde Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) girişimiyle, bu ülkenin Sao Paulo kentinde değişik Latin Amerika ve Karayip ülkelerinden 48 parti ve cephe bir araya geldiler. Bu buluşmada gerilla örgütlerinden (Salvador’dan FMLN, Guatemala’dan URNG, Kolombiya’dan FARC, hatta Bask ülkesinden ETA vb.) düzen partilerine (örneğin Meksika’dan PRD, Şili’den Sosyalist Parti), bütünüyle seçim politikasına angaje olmuş sosyalist hareketlerden (örneğin Uruguay’dan Frente Amplio) devrimle kurulmuş bir rejimin temcilcilerine (Küba Komünist Partisi), milliyetçi partilerden (Bolivya’dan MLB) IV. Enternasyonal hareketinin çeşitli kollarına (Birleşik Sekretarya, LIT, Arjantin’den Partido Obrero’nun temsil ettiği akım vb.) her türlü sol hareket bulunuyordu. Bu ilk toplantıyı 1991’de Meksiko’da, 1992’de Managua’da, 1993’te Havana’da, 1995’te Montevideo’da buluşmalar izledi. Her toplantıda Latin Amerika ve Karayiplerden katılımcılar ve gözlemcilerin, başka kıtalardan konuk partilerin sayısı artıyordu. Bugün Dünya Sosyal Forumu’nun toplanmaya başlamasından sonra önemi azalmış olsa da hâlâ yaklaşık iki senede bir toplanmakta olan Sao Paulo Forumu’nda yüzden fazla üye parti ve cephe vardır. Forum 1992’de buluşmalar arasında işleri yürütecek bir Çalışma Grubu ve bugüne kadar 18 sayısı yayınlanmış olan bir teorik dergi (América Libre) kurmuştur.

Sao Paulo Forumu sayıca büyümüş, ama ideolojik ve programatik açıdan yıllar üzerinden büyük bir gerilemenin ortamı olmuştur. Başlangıçta Forum’un toplanmasının iki gerekçesi vardı: Neoliberalizmin Latin Amerika’da yaptığı büyük atılıma yanıt verebilmek için fikir alışverişi ve Doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde yaşanan, Latin Amerika’da da Sandinizmin yenilgisinin eşlik ettiği çöküşün doğurduğu kriz karşısında solun tutması gereken yolu tartışmak. Bu ikinci konuda zaman geçtikçe Sao Paulo Forumu Marksizmden, devrimden, sosyalizmden, silahlı mücadeleden, kamu mülkiyetinden, planlamadan ve elbette (geçmişte olduğu kadarıyla) Leninizmden uzaklaşmanın Latin Amerika’daki ayrıcalıklı ortamı olmuştur. Denebilir ki, Sao Paulo Forumu bir uluslararası ve kolektif revizyonizm okulu olarak iş görmüştür. Forum, geçmişin hatalarının eleştirisi ve özeleştirisi görünümü altında sosyalizme nasıl ulaşılacağı tartışmasının adım adım terk edildiği, bunun yerine kapitalizm çerçevesinde solun nasıl iktidar alternatifi haline gelebileceğinin tartışıldığı bir yer halini almıştır. Bir kez sorun kapitalizm çerçevesinde iktidar olarak konulduğunda elbette “yapılabilir, tutarlı ve işlevsel öneriler” yapmak bir zorunluluk haline gelmiştir.[24] Bütün bu gelişmeler karşısında Arjantin’den Partido Obrero 1995 yılında, Forum’un üyesi olan Bolivya partisi MLB’nin bir genel grevin vahşice bastırılmasını desteklemesinin kınanması önerisi kabul edilmeyince, Forum’dan çekilmiştir.

Forum’un Latin Amerika solunun kapitalist düzenle bütünleşmesi yönünde evrilmesinde en önemli faktör, işin merkezinde yer alan Brezilya PT’sinin kendisinin 1990’lı yılların başından itibaren, gerek yerel yönetimlerdeki icraatıyla, gerekse partinin genel politik yönelişiyle aynı yola girmiş olmasıdır. Hem Brezilya’da hem de Sao Paulo Forumu’nda yaşananlar 90’lı yılların ortalarından itibaren görmek isteyen herkes açısından son derecede açıktı. Üstelik o dönemde internet dünya çapında bilgilenmeyi henüz hızlandırmış olmasa da, PT’nin haberleri hızla yayılıyor, Forum’un karar belgeleri elden ele dolaşıyordu. Ama Latin Amerika ve dünya solunun Marksist unsurlarının ezici çoğunluğu bu çürüme sürecine eleştirel bir müdahalede bulunmaktan ya kaçınmıştır ya da, daha kötüsü, bu çürüme sürecine arkadan katılan vagon gibi davranmıştır.

Bu gelişmenin Latin Amerikalı sol aydınlar arasında da kendine yolunu açması beklenirdi. 1993 yılında Meksikalı sol aydın Jorge Castañeda’nın yayınladığı bir kitap bu yolu açtı.[25] Castañeda Meksika Komünist Partisi’nin üyesiydi. Bu parti Latin Amerika’nın “Avro-komünizm”e en erken angaje olmuş partisidir. 1980’li yılların sonunda PRD kurulduğunda parti sosyal demokrat olarak nitelenebilecek bu yeni kitle partisinin içinde yer almayı seçti. Castañeda 1988 seçimlerinde aday olan ve sonradan PRD lideri olacak olan Cuauhtémoc Cárdenas’a danışmanlık yaptı. İspanyolca orijinali 1993 yılında yayınlanan kitap görünürde gerilla savaşı stratejisine karşı bir müdahaleydi. Oysa aslında Castañeda post-Leninizme geçişin bütün unsurlarını savunuyordu. Kitap Latin Amerika sol aydınları ve genel olarak sosyalist hareketi nezdinde büyük bir başarı kazanacaktı.

Post-Leninizmin insanı nerelere götürebileceğini anlamak bakımından Castañeda’nın daha sonraki politik güzergâhına da bakmakta yarar var. Yazar 2000 seçimlerinde serbest piyasacı ve Amerikancı PAN partisinin başkan adayı Vicente Fox’a danışmanlık yaptı. Seçimi kazanan Fox da onu dışişleri bakanlığına getirdi. Castañeda 2003’e kadar Meksika’nın burjuva devletinde sağcı ve emperyalizm yanlısı bir iktidar altında dışişleri bakanlığı yaptı. Şaka gibi görünse de durum böyledir. (Türkiye’de de tarihi TKP’nin eski genel sekreterinin evrimi, benzer nedenlerin benzer sonuçlar doğurduğunu gösteriyor.) Ama asıl çarpıcı ve öğretici olan, Castañeda’nın Marksizmden kopuşunu bütünüyle burjuvazinin saflarına göçerek kemale ulaştırması değil, PAN’ın dışişleri bakanlığını yapmış olan bu insanı birçok sol aydının hâlâ “sol” saymasıdır![26] Latin Amerika solunun, her türlü fikir tartışmasının ötesinde nerelere kadar alçalmış olduğunun daha iyi bir fotoğrafı az bulunur.

Sao Paulo Forumu’nun bayrağını 2000’li yılların başından itibaren, 1999 Seattle eylemi sonrasında doğan küreselleşme karşıtı hareketi bir tartışma kulübü haline getiren Dünya Sosyal Forumu (DSF) almıştır. Çok daha geniş bir tartışmanın konusu olan DSF’ye biz bu bağlamda sadece Latin Amerika solunun evrimini etkilediği ölçüde değineceğiz. DSF’yi Sao Paulo Forumu’na bağlayan en önemli bağ elbette, DSF’nin Latin Amerika ayağında PT’nin sahip olduğu mutlak hâkimiyettir. Sao Paulo döneminde Latin Amerika solunun ne kadar gerilemiş olduğu, iki Forum’un düzenlenme ilkelerinde görülen bazı farklılıklarda çarpıcı olarak belirmektedir. Burada tek birine değinelim. Sao Paulo Forumu’nda bir yandan Forum üyesi iken bir yandan da silahlı mücadele vermekte olan örgütler olduğuna yukarıda değinilmişti. DSF ise şiddete başvuran hareketleri açık biçimde dışlamaktadır. Bunun anlamı açıktır: Her türlü taktik ve strateji tartışmasının ötesinde DSF (ve elbette onun Latin Amerika’da hakim unsuru olan PT) silahlı mücadeleyi ilke olarak dışlamaktadır. 1990’lı yıllarda Sao Paulo Forumu’nun üyesi olan FARC şimdi Porto Alegre’de yapılan DSF toplantılarında istenmeyen hareket konumundadır. Nereden nereye! Latin Amerika solu devrimi çoktan karşısına almıştır!

Bütün bu gelişmelerin doruğu Lula’nın 2002 seçimlerindeki adaylığı karşısında Latin Amerika ve dünya solunun tavrıdır. Okuyucunun ayrıntılarını Alfredo Saad-Filho’nun bu kitaptaki yazısında veya bizim daha önceki çalışmalarımızda okuyabileceği gibi, Lula seçimden aylar önce IMF’nin koşullarına uyacağına dair bir belge imzalamış, bir burjuva partisinin, hem de Liberal Parti adını taşıyan bir partinin kendisi kapitalist olan başkanını başkan yardımcısı olarak seçmiş, Merkez Bankası guvernörlüğüne uluslararası banka camiasının deneyimli bir ismini atamıştır. Yani Lula neoliberal bir politika izleyeceğini, PT’nin programına ve yıllarca savunduğu görüşlere ihanet edeceğini bütün dünyaya seçimlerden aylar önce açıklamıştır. Buna rağmen Latin Amerika solunun, bir elin parmağıyla sayılabilecek sosyalist akımı dışında bütün unsurları Lula’ya destek vermiştir! Sao Paulo Forumu’nun Çalışma Grubu, o yıl Guatemala’da toplanacak olan forum buluşması için hazırladığı karar tasarısında Lula’nın seçilişi için şöyle demekteydi: “Yarıkürede güç dengelerini değiştirmekte ve demokrasi, toplumsal ilerleme ve halklarımızın refahı yolundaki bütün mücadelelere umut aşılamaktadır. Aynı zamanda neoliberal anlayışa, onun tek yanlı düşünüşüne ve ‘olanaksızlık’ teorisine karşı düşünsel ve moral bir zaferdir.”[27] Bu aynı zamanda uluslararası solun ünlü aydınları (Chomsky ve Tarık Ali’den Michael Löwy ve Robert Brenner’a) ve siyasi önderleri (Daniel Bensaid’den Alex Callinicos’a) açısından da geçerlidir. Demek ki, 90’lı yıllarda PT önderliğinin hızla sağa kaydığı konusunda uluslararası solu uyaranlara “sekter” diyenler, Lula’nın kendi kendisini “ihbar etmesi”ne bile itibar etmemişlerdir.

Brezilya vakası 2006 seçimleri için de ilginç bir tablo çizmektedir. Lula’nın dört yıl boyunca Brezilya burjuvazisinin politikasını yürütmesi 2006 seçimlerinde Lula’nın adaylığı karşısında sosyalist solun nasıl bir politika izleyeceği meselesini Brezilya işçi sınıfı ve solunun geleceği bakımından hayati bir konu haline getiriyordu. Lula’nın karşısında bir sol güçler ittifakı oluştu. Lula’nın politikalarına karşı çıktıkları için PT’den atılmış olan bazı sosyalist önderler partiden kopan başka kadrolarla birlikte P-SOL adını taşıyan yeni bir parti kurdular. P-SOL 2006 seçimlerine Brezilya Komünist Partisi (PCB) ve Trotskist akımlardan biri olan PSTU ile birlikte bir “Sol Cephe” kurarak katıldı. Ama Sol Cephe’nin başkan adayı Heloísa Helena’nın kampanyasının sosyalizmle neredeyse hiçbir ilgisi yoktu. Helena’nın başkan yardımcısı olarak önceleri Marksist PSTU’dan bir adayın adı geçerken sonradan César Benjamin adında solla pek az ilişkisi olan bir burjuva seçildi. (Nasıl da Lula’yı hatırlatıyor!) Kendine “Hıristiyan sosyalist” diyen Helena kürtaj karşıtı bir kampanya yürüttü. (Nasıl da Ortega’yı hatırlatıyor!) PT bir düzen partisi haline gelmeden önce dış borcun reddedilmesini savunurdu, Helena dış borcun “gözden geçirilmesini” savundu. Özelleştirilen işletmelerin yeniden kamulaştırılacağını değil özelleştirmelerin “gözden geçirileceğini” vaad etti (yani bazı özelleştirmelerin yerinde olduğunu örtülü olarak kabul etmiş oldu). Büyük toprak sahiplerinin mülksüzleştirilmesini sağlayacak yeni bir yasa vaad etmek yerine, askeri diktatörlük döneminden kalmış olan mevcut yasayı uygulayacağını söyledi, kendi döneminde toprak işgali olmayacağını vaad etti. (Yine Ortega!) Uluslararası solun 2002 seçimlerinde Lula’yı desteklemiş olan aydınları ve siyasi önderlerinin bir bölümü de bu sefer bu programı destekledi!

Aynı insanlar Ekim ayındaki Brezilya seçimlerinden iki ay sonra yapılan Venezüella seçimlerinde de Chávez’e oy verilmesini savunan bir metne imza attılar. Seçim elbette taktik bir sorundur. Chávez’e oy kullanmanın doğru olup olmadığı bütünüyle o somut anın konjonktürü ile ilgilidir. Önemli olan Chávez’in siyasi hattının Venezüella’yı kapitalizmden sosyalizme geçiş yoluna taşıyıp taşımadığı konusundaki temel yargıdır. Dün Lula’nın bu yolda yürüdüğüne, bütün somut uyarılara rağmen iman edenler bugün de aynı yolu Chávez ile yürümekte ısrar ediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, Latin Amerika ve dünya solunun düşüşü hâlâ devam etmektedir.

Bu bölümü çok öğretici bir öykü ile bitirelim. Sao Paulo Forumu 1990’lı yıllarda ilk kurulduğunda kendini anti-emperyalist olarak ilan ediyor ve emperyalizmin müdahalelerine karşı durulması gerektiğini belirtiyordu. 2004 Şubatında Haiti’nin seçilmiş başkanı Aristide bir askeri darbeyle görevinden uzaklaştırıldı, ABD tarafından ülke dışına kaçırıldı ve ülke Birleşmiş Milletler gücü kisvesinde ABD’nin ve (Haiti’nin eski sömürgeci gücü olan) Fransa’nın başını çektiği bir işgale uğradı. Sao Paulo Forumu bu olayın sorumlusu olarak Aristide’i göstermeyi tercih etti. Sonra da Lula yönetimindeki Brezilya, Kirchner Arjantin’i ve Tabaré Uruguay’ı ile birlikte işgali ABD ve Fransa’dan devraldı. İşte bozunma, işte çürüme!

 

Sonuç

Latin Amerika’da 2000’li yıllarda ortaya çıkan gelişmelerin bu yazıdaki anlatımı, okurumuzda bir düş kırıklığı yaratmış olabilir. Yıllardır “Latin Amerika’da sol yükseliyor” söylemiyle kendine bir umut kaynağı bulan sol eğilimli insanların, Latin Amerika solunun bugünkü durumunu öğrenince böyle bir duyguya kapılması belki de kaçınılmazdır. Buna karşı iki şey söylenebilir. Birincisi, solun bu durumu bize Latin Amerika kitlelerinin son sekiz-dokuz yılda ortaya koyduğu, devrimci ayaklanmalara kadar varan mücadeleciliği unutturmamalıdır. Son tahlilde belirleyici olan siyasi hareketler değil, toplumsal mücadelelerdir. Bu toplumsal mücadeleler başka herhangi bir sonuca yol açmasalar bile Latin Amerika’da devrimci sosyalizmin inşası açısından büyük bir fırsat yaratmaktadır. İkinci nokta, Gramsci’nin sık sık alıntılanan ama yanlış aktarılan bir ifadesiyle özetlenebilir. Genellikle söylendiği gibi Gramsci “gerçek devrimcidir” dememiştir, çünkü gerçek her zaman devrimci değildir. Gramsci “yalnızca gerçek devrimcidir” demiştir. Yani gerçekten başka hiçbir şey devrimci değildir.[28] Ancak hakikat ile yüzleşen devrimi hazırlayabilir, ona hizmet edebilir.

Bugün Türkiye’de Latin Amerika’yı tartışırken bunun bir tek anlamı vardır: Latin Amerika solunun devrimin yükselişi karşısında içine düştüğü durumun yarın Türkiye’de tekrarlanmasını önlemek için mücadele etmek. Çünkü açıkça söylemek gerekir: de te fabula narratur.[29]

 



[1] Bkz. Sungur Savran, “Küreselleşme mi, Uluslararasılaşma mı?”, Sınıf Bilinci, 16, Kasım 1996 ve 17, Nisan 1997.

 

[2] Elbette liberal sol, bu konuda taktik değiştirmiştir. Dünya Sosyal Forumu (DSF) hareketinin adında son yıllarda ortaya çıkan değişiklik hiç de masum değildir. Başlangıçta “küreselleşme karşıtı” olarak anılan hareket günümüzde “alternatif küreselleşme” hareketi olarak anılıyorsa, bunun anlamı, eskiden sadece “küreselleşme” diye anılan şeyin kaçınılmaz olmadığını teslim etmek yerine, yine “küreselleşmenin kaçınılmaz” olduğunda ısrar etmek, ama kitlelerin mücadelesinin amacı olarak farklı bir küreselleşme önermektir. DSF hareketinin bu durumda “başka bir dünya mümkün!” sloganını “başka bir küreselleşme mümkün!” olarak okumak doğru olacaktır. Tabii, “küreselleşme” dünyanın neoliberal bütünleşmesini sağlamaya yönelik bir stratejiden başka bir şey olmadığı için de bu kendi içinde çelişik bir önermedir. Bu hareketin Marksist bir eleştirisi için bkz. Burak Gürel, “‘Alternatif Küreselleşme’ Hareketinin Politik Anatomisi”, Devrimci Marksizm, 1, Mayıs 2006.

 

[3] “Latin Amerika” adlandırması, bu yazıda ve başka çalışmalarımızda sadece yerleşik konvansiyonlara uymak için kullandığımız bir ifadedir. Amerika kıtalarının ortasını ve güneyini (Karayiplerle birlikte), Anglo-Saksonların hâkimiyetindeki emperyalist Kuzey Amerika’dan (ABD ve Kanada) ayırmak bakımından elverişli ve işlevsel olan bu terim, aslında bölgenin sömürgeci geçmişinin bir kalıntısıdır; Orta ve Güney Amerika’yı, konuşulan diller dışında, anlamlı biçimde tasvir etme olanağından yoksundur ve bu yüzden de gericidir. “Latin” diye anılan Amerika’nın halklarının büyük çoğunluğu ya Amerika yerlisidir (“kızılderili”), ya yerli-Latin melezidir (“mestizo”), ya da Afrika’dan köle olarak getirilmiş siyahların torunlarıdır. (Başka etnik kökenlerden azınlık grupları da mevcuttur. Bunların arasında Araplara verilen ad da, bunların çoğunun dedeleri/nineleri Osmanlı pasaportuyla geldiği için, “Turco”dur.) Öyleyse, bütün bir kıtaya eski sömürgeci, bugün hâkim sınıf konumundaki azınlığın torunlarının (“criollo”) kökeniyle ad takmak kabul edilemez bir uygulamadır. Bugün Latin Amerika çapında yükselen yerli mücadelesi, bu sorunu bir gün mutlaka çözecektir!

 

[4] Bu taarruzun Latin Amerika üzerindeki etkisine ilişkin genel bir tablo için bkz. Duncan Green, Silent Revolution. The Rise of Market Economics in Latin America, Cassell/Latin American Bureau, Londra, 1995.

 

[5] Arjantin’de 2001-2002 yıllarında yaşanan devrimci kriz ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi şu kaynaklarda bulunabilir: “Yağma Değil, Devrimci Kriz Bu!”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 1, Ocak-Şubat 2002; Sungur Savran, “Arjantin’de İkili İktidara Doğru”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 2, Mart-Nisan 2002; Cem İskender, “Arjantin’de Devrimci Yükseliş Sürüyor”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 3, Temmuz-Ağustos 2002.

 

[6] La Nación, 14 Şubat 2002.

 

[7] Chávez’in yükselişi konusunda bilgi için bkz. D.L.Raby, Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2007.

 

[8] Venezüella’da yaşanan büyük mücadelelerin toplu bir değerlendirmesi için bkz. Selim Karlı, “Chávez’in Gizemli Devrimi ve Proleter Devrimi”, Devrimci Marksizm, 1, Mayıs 2006.

 

[9] Darbenin gelişmesinin ayrıntıları, ABD’nin sorumluluğuna işaret eden kanıtlar, kitlelerin belirleyici rolü gibi konularda bkz. Rana Duman, “Venezüella: ABD Güdümlü Darbe 48 Saat Dayandı”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 3, Temmuz-Ağustos 2002.

 

[10] Gerek Latin Amerika gerekse proleter devrimleri tarihi açısından büyük önem taşıyan bu olayın ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. Selim Karlı, “Bolivya: Bir Devrim Laboratuarı”, Devrimci Marksizm, 5, Kış 2007-2008.

 

[11] Bolivya 2003 ayaklanması için bkz. Selim Karlı, “Bolivya’da Başkan İstifa Etti, Mücadele Sürüyor”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 9, Kasım-Aralık 2003.

 

[12] 2005 ayaklanmasının ayrıntılı bir analizi için bkz. Selim Karlı, “Bolivya Devrimi Bu Kez Kazanmalı”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 18, Yaz 2005.

 

[13] Bkz. “İspanya Devriminin 70. Yıldönümü”, Devrimci Marksizm, 2, Kasım 2006.

 

[14] Bkz. Sungur Savran, “Brezilya’da Lula Hükümetinin Bir Yılı: Post-Leninizmin İflası”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, 10, Ocak Şubat 2004 ve “Brezilya’da Lula Faciası”, Praksis, 14, Kış-Bahar 2006.

 

[15] Claudio Katz, “Las encrucijadas del nacionalismo radical”, lahaine.org/b2-img/katzencr.pdf. Büyük Latin Amerika ülkeleri geçmişte aynı yaklaşımı Nikaragua’da Sandinistalarla Contra arasındaki savaş sırasında da sergilemişlerdi.

 

[16] Aslında 1988’den. Sandinistalar iktidardan düşmeden önceki son iki yılda neoliberal politikalar izlemeye başlamışlardı.

 

[17] Bankacı olan Morales, aynı zamanda, yolsuzluktan ev hapsine çarptırılmış olan liberal bir partinin başkanı, eski devlet başkanı Alemán’ın da danışmanlığını yapmıştır.

 

[18] Bkz. Mónica Baltodano. “La izquierda gobierna en Nicaragua?”, lahaine.org/indx.php?p=24536. Bunlar arasında son dönemde Türkiye’ye gelmiş olan devrimci papaz, şair ve eski Kültür Bakanı Ernesto Cardenal ile devrimci Nikaragua’nın önde gelen müzisyeni Carlos Mejía Godoy’un yanı sıra Gioconda Belli, Dora María Téllez, Henry Ruiz, Victor Tirado López, Sergio Ramírez Mercado gibi Sandinistaların en önde gelen önderleri vardır.

 

[19] Buradaki bilgiler için bkz. James Petras, “Four Competing Blocs of Power”, petras.lahaine.org/articulo.php?p=1700&more=1&c=1.

 

[20] Che’nin projesi için bkz. Sungur Savran, “Che Guevara’nın Marksizm İçindeki Yeri”, Devrimci Marksizm, 5, Kış 2007-2008.

 

[21] Mutabakatın metni için bkz. www.resdal.org/ultimos-documentos/consenso-bsas.html.

 

[22] “Popülist” kavramını tırnak içine almamızın nedeni, bu kavramın dünya literatüründe de Türkiye’de de çok farklı anlamlarda kullanılmalarıdır. Bu kullanımların bazılarının köklü biçimde yanlış olduğunu düşündüğümüz için kavramı herhangi bir ekonomi politikaları demetine ya da emperyalizme tâbi ülkelerde kapitalizmin gelişmesinin bir evresine referansla değil, sadece bazı siyasi hareketleri nitelemek için kullanacağız. Popülizm kavramının çeşitli yüzleri ve çelişkileri konusunda Türkçe’deki en verimli kaynak şudur: Galip Yalman, “‘Popülizm’, ‘Bürokratik Otoriter Devlet’ ve Türkiye”, 11. Tez, sayı 1, Kasım 1985.

 

[23] Claudio Katz da yukarıda gönderme yaptığımız makalesinde (bkz. dipnotu 16) bu tür bir tarihsel karşılaştırma yapmaktadır.

 

[24] Carlos Baraibar/José Bayardi, “Foro de San Pablo ¿qué es y cuál es su historia?”, www.analitica.com/va/internacionales/noticias/7026753.asp.

 

[25] Jorge G. Castañeda, Utopia Unarmed. The Latin American Left After the Cold War, Vintage, New York, 1994.

 

[26] Türkçe’de yayınlanmış bir örnek için bkz. Steve Ellner, “Solun Hedefleri ve Latin Amerika’da Neoliberalizme Karşı Strateji Tartışması”, Praksis, 14, Kış-Bahar 2006. Ellner’ın makalesi bir şaka gibidir. Castañeda Latin Amerika solunda varolduğu söylenen üç pozisyondan birinin temsilcisi olarak sunulmakta, neoliberalizm karşıtı olarak gösterilmekte, yaklaşımı “merkez-sol strateji” olarak anılmaktadır. Bunlar hep Castañeda sağcı Fox’un dışişleri bakanlığını yaptıktan sonra yazılmıştır. (Yazının orijinalinin Science and Society dergisinde yayınlanma tarihi 2004’tür.) Ellner’ın Castañeda’ya yaklaşımı başka söylediklerinin yanında hafif kalmaktadır. Yazar, Fox’un seçilmesini “merkez-sol stratejinin dramatik seçim zaferleri” arasında sayıyor (s. 32)! Lula ve Gutiérrez’in ise “güçlü neoliberalizm karşıtı söylemleri”nden (s. 29) söz ediyor!

 

Aktaran José Reinaldo Carvalho, “São Paulo Forum—Convergence Point of the Latin American and Caribbean Left”, http://www.vermelho.org.br/english/text/forum.asp.

 

[28] Aslında Gramsci’nin söylediği bu da değildir. Gramsci’nin cümlesinin orijinali şöyledir: “La verità sola è rivoluzionaria.” Yani: “Yalnızca hakikat devrimcidir.” Türkçe’de “gerçek” hem Batı dillerindeki “reality/realité/realidad/realità” karşılığı hem de “truth/vérité/verdad/verità” karşılığı olarak kullanılıyor. Bizce ikinci kavram dizisini karşılamak için “hakikat” daha uygun bir terimdir.

 

[29] Marx, Kapital’de kapitalizmin İngiltere’deki gelişimini inceler. Eserin girişinde, Almanya’daki gelişmelerin İngiltere’dekilere paralel olduğunu ve bu sebeple İngitere’de olanlara kayıtsız kalınmaması gerektiğini vurgulamak için, Alman okuruna “de te fabula narratur” yani, “anlatılan senin hikayendir” diye seslenir.