Arap devrimi ile Ortadoğu devriminin bağlantı noktası olarak Irak Devrimi
Aşağıdaki yazı Devrimci İşçi Partisi’nin kardeş partileriyle birlikte uluslararası alana yönelik yayınlarını içeren sitesi RedMed için yazılmıştır. Yazı daha sonra bir yoldaşımızca Türkçeye çevrilmiştir. Arada geçen sürede ülkenin başbakanı Adil Abdülmehdi devrimin basıncı altında görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır. Böylece Ortadoğu’da bir ay içinde halk eylemleri iki ülkede (Lübnan ve Irak) hükümet devirmiş oluyor. Lübnan bir aydan uzun süredir hükümetsiz yönetiliyor (istifa eden eski başbakan Saad Hariri görevi vekâleten yürütüyor). Muhtemelen Irak da bir süre boyunca hükümetsiz kalacaktır. 2018 yazında da Ürdün’de bir halk isyanı hükümet devirmişti.
1 Ekim’de, tam da 20. yüzyılın ikinci büyük devrimi olan Çin devriminin 70. yıldönümünün kutlandığı gün, Irak’ta, ülkenin Şii bölgesi başta olmak üzere, bir devrim patlak verdi. Irak’ın emekçi halkı, bir zamanlar öncülük ettiği devrimin yolunu hayli uzun zaman önce terk etmiş olan Çin Komünist Partisi’ne inat devrimlerin hâlâ yaşadığını ilan ediyordu sanki.
Irak devrimi, sadece Irak’ın emekçi kitlelerinin meşru şikâyetlerinin üzerinde yükseliyor: işsizlik, zayıf sosyal hizmetler ve geniş çaplı yolsuzluk. Genç nüfus işsizlik oranı yüzde 30’a varmış durumda. Eğer ülkenin toplam nüfusunun 38 milyon olduğu ve bunun yüzde 54’ünün 24 yaş altı gençlerden meydana geldiği göz önünde bulundurulursa, bu istatistiğin ciddiyeti daha net anlaşılır. Iraklı emekçilerin sosyal hizmetlerden mahrumiyeti ise tam bir acı ironi örneğidir. Petrol zengini bir şehir olan Basra’da bile, evlere düzenli bir şekilde elektrik temin edilemiyor. Ülke, bir bütün olarak, yeterli bir sağlık ve temizlik altyapısından da yoksun: İçilebilir kalitede su bulunamıyor. İçme suyunu bir kenara bırakın, tarımsal alanlara bile, uygun niteliği taşıyan su tedarik edilemiyor. Yolsuzluğa gelirsek, bu, dünyanın en geniş ham petrol rezervlerinden birine sahip olan Irak halkını yoksulluğa mahkûm eden, ülkeyi içten içe kemiren bir hastalık. Petrol gelirlerinin yarattığı büyük zenginlik, iktidar sahiplerinin ve onların yandaşlarının, dost ahbabının cebine gidiyor.
Saydığımız bu nedenler, 2018 yılının Haziran ayında, yine Şii bölgesinde başlayan ayaklanmanın temelinde yatanlarla birebir aynıydı (Bu konuyla ilgili olarak, o dönemde yazdığımız yazıya bakılabilir: https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/irakta-isyan). Ayaklanma o zamandan beri bir takım iniş çıkışlarla yoluna devam etti. Ancak mücadele 1 Ekim tarihi itibariyle bambaşka bir karaktere büründü. İşçilerin sokakları hiç boş bırakmaması, kararlı davranması ve cesaretle öne atılması artık gerçek bir devrimden söz etmemizi gerektiriyor. Mücadeleye artık neden devrim denmesi gerektiğine ilişkin olarak şu olgunun tespitini yapmak yeterlidir: Kitlelerin aralıksız devam eden devrimci mücadelesi, iktidardakileri sosyal harcamalar yapmaya ve istihdam yaratmaya yönelik sözler vermeye zorladı. Ancak bunların kitleler üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Politik talepler her zamankinden daha fazla öne çıkmaya başladı: mevcut hükümetin yerine geçici bir hükümetin göreve getirilmesi ve bu hükümetin, partilerden ziyade bağımsız adayların katılacağı yeni bir seçim sürecine öncülük etmesi; gösterileri bastırmak için şiddet kullanan güvenlik güçlerine karşı bağımsız bir soruşturmanın başlatılması (mevcut rakamlara göre ölü sayısı 400’e yaklaşırken, yaralananların sayısı 15 bini buldu!) ve elbette, devrimin ana hedeflerinden biri olan, yolsuzluğun ortadan kaldırılması (https://blogs.lse.ac.uk/mec/2019/11/07/can-iraqs-revolution-succeed-reflections-from-a-protest-movement-at-a-crossroads/).
İran’ın Irak ekonomisi, siyaseti ve ordusu üzerindeki etkisinin kırılması da devrimin önüne koyduğu programın ana direklerinden biridir. İran’ın bu üç alan üzerinde hem doğrudan hem de Irak Şii topluluğu içindeki destekçileri vasıtasıyla belirleyici bir etki sahibi olduğu düşünülürse, bunun radikal bir talep olduğu açıktır. İran, Irak güvenlik güçleri üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir. Haşdi Şabi’nin yanı sıra Bedir Örgütü ve Horasan Tugayları gibi, İran’ın mali destek sağladığı, silahlı Şii gruplar Irak’ın güvenlik örgütlenmesindeki belirleyici güçlerdir. Bu eli kanlı gruplar, kitlesel eylemlerin vahşice bastırılmasında, Irak ordusu ve polisinden daha fazla rol oynamışlardır. Irak polisi ve ordusu da sütten çıkmış ak kaşık değil elbette. Öldürme kastıyla, göstericilerin doğrudan başını hedef alarak ateşlenen ve dosdoğru hedefteki kurbanın beynine saplanan biber gazı kapsülleri ordu envanterine aittir. Bu satırlar yazılırken Nasıriye’de en az 25 göstericinin soğukkanlı bir şekilde katledilmesi (böylece ölü sayısı 400’ü aştı) ise polisin kirli işlerinden biriydi. Irak’ın böyle canavarlıklara bulaşmış resmi silahlı güçlerinden daha zalim olmak zordur. Ancak tüm Irak biliyor ki, Iraklı devrimcilerin asıl katili İran’ın yarattığı, maskelerin arkasına gizlenmiş Şii milislerdir.
Irak rejimi, 2013 yılındaki Gezi halk isyanı sırasında, Tayyip Erdoğan’ın isyancıları “çapulcu” olarak etiketlemesine çok benzer şekilde, devrimcileri “yıkıcı” (Arapça muharribûn) olarak adlandırıyor. Eğer bugün birileri Irak’ta gerçekten “yıkıcı” birilerini arıyorsa, kendileri gibi Irak vatandaşı olan insanları acımasızca katleden Şii milislere yöneltsinler bu suçlamayı.
Mücadelenin erken aşamalarında, Bağdat, bugünün aksine, henüz devrimin merkez üssü haline gelmemişti. Bugün ise, başkentin Tahrir meydanı hem sembolik hem de gerçek anlamda devrimin merkezidir. Bilindiği gibi, Kahire’deki Tahrir meydanı, 2011-2013 yılları arasında, bugün Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan’da ikinci kuşağına tanıklık ettiğimiz Arap devriminin birinci kuşağının en önünde yer alıyordu. Bağdat’ın Tahrir meydanı, tabiri caizse, yorgun düşen Mısırlı adaşından bayrağı devralarak ileri atıldı. Bu meydandaki anıtta, 14 Temmuz’a atıfla, işçileri, köylüleri ve devrimci aydınları temsil eden 14 figür bulunur. Ancak buradaki atıf, Fransız devriminin 14 Temmuz 1789’daki Bastille baskınına değil, Irak’ta melikin (kralın) ve nefret edilen başbakan Nuri as-Said’in alaşağı edildiği 14 Temmuz 1958 Irak devriminedir. Ayrıca, meydanın adı yani Tahrir, Arapça’da “özgürleşme” anlamına gelir. Bir önceki devrimin anısını yaşatan bir meydanın başka bir devrimin adeta karargâhına dönüşmesi, ülkelerin devrimci geleneklerinin tarihsel devamlılığının bir göstergesidir.
Bir ulusun onurunu geri kazanması
Iraklı emekçi kitleler ve yoksullar, devrim için ayağa kalkarak ülkenin kaderini değiştiriyorlar. Irak’ın son on yıllarına bitmek bilmeyen ıstıraplar ve sıkıntılar damga vurmuştur. Saddam Hüseyin’in, Batı emperyalizminin himayesinde, İslam devriminin ardından İran’a karşı giriştiği savaş (1980-1989), arkasında toplam bir milyon sivil kayıp bıraktı. ABD, Irak büyükelçisi April Glaspie vasıtasıyla, Saddam’ı 1990’daki Kuveyt işgalinin hoş görüleceğine inandırdı. Ancak 1991 yılındaki Körfez Savaşı Saddam’ın gafletini tescil etti. İşgal ettiği ülkeyi kaybetmesi bir tarafa, Irak Kürdistanı üzerindeki bütün kontrolünü yitirdi. 1990’lar boyunca, ABD’nin gıda ve ilaç ambargosu nedeniyle, çoğu çocuk olmak üzere bir milyondan fazla Iraklı yaşamını yitirdi. 2003 yılında ise, başını George W. Bush ve Tony Blair’in çektiği savaş geldi. Ülkenin işgalinin ardından, özellikle kuzeydeki Sünni ağırlıklı Felluce kentinde bir direniş hareketi ortaya çıktı. Bunu daha sonra Sünniler ve Şiiler arasında bir iç savaş izledi. Amerikan askerlerinin çekilmesini takiben, IŞİD’in saldırıları başladı. Örgütün kendisini halife eden lideri, 2014 yılında, İslam Devleti olarak adlandırdıkları devletin kurulduğunu ilan etti. Bu devlet, 4.5 milyon insanın yaşadığı Ramadi, Felluce, Musul, Tikrit gibi şehirleri ve kuzey Irak’ın geniş bir kesimini kapsıyordu (https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2019/11/iraq-protests-beginning-end-post-saddam-era.html#ixzz66Zd74w00).
Irak, süreç içerisinde, İran’ın arka bahçesi haline geldi. Gerçek gazetesi Aralık 2011’de yani Obama’nın ABD askerlerini ülkeden çekmeye başladığı günlerde şöyle yazmıştı: “Tarihte belki de ilk kez bir işgal gücü (ABD), işgal ettiği ülke (Irak) üzerinde, kendisine baş düşman olarak gördüğü ülkenin (İran) hâkimiyet sağlamasını olanaklı kıldı! Bush’un aklı işte bu kadarına yetti!” (https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/irak-ortadoguda-yeni-dinamit-ficisi). Bugün, New York Times da benzer bir yorumda bulunuyor: “Amerika’nın, ülkenin kontrolünü bütünüyle İran’a terk ettiği düşüncesi, Amerikan ordusu da dâhil, birçok bir çevrede kabul görüyor” (https://www.nytimes.com/2019/11/18/world/middleeast/iran-iraq-cables.html?auth=link-dismiss-google1tap).
Sözün özü, yozsuzluk ağı vasıtasıyla Irak’ın zenginliğini kendi yandaşlarına aktaran ve ülkeyi hem politik hem de askeri olarak kontrol eden İran aslında emperyalistlerin işgalinin meyvelerini toplamaktadır. İran’ın ülke üzerindeki nüfuzu o kadar güçlü hale geldi ki, geçmişte, İran da dâhil olmak üzere yabancı güçlerden bağımsız hareket etmeye çalışan bir Şii din adamı olan Mukteda el Sadr bile Ayetullahlara teslim oldu. Devrimin iki ayının altı haftasını İran’da geçirdi. Göstericileri destekleyen ve rejim güçlerinin saldırılarını kınayan tek şahsiyet, Irak’ın en etkili Şii din adamı olduğu kabul edilen Ali el Sistani’dir.
Hareket zaman zaman Sistani’ye referans yapsa da, devrim laik bir yönelime sahiptir ve geçmişin uğursuz mezhepçi mirasını reddetmektedir. Şiilerin ağırlıklı olduğu bölgelerde yaşayan Sünniler mücadeleye katılmaktadır. Bununla birlikte, hem iç savaşın kötü anılarının hafızalardaki canlılığını korumasından hem de IŞİD’in bölgede hâlâ nüfuz sahibi olmasından dolayı, ülkenin kuzeyindeki Sünni ağırlıklı bölgeler şu ana kadar mücadeleye katılmaktan kaçınmış bulunuyor. Resmi Kürt partileri, yani Barzani ve Talabani aşiret yapılarına yaslanan gruplar ise, 1991 Körfez Savaşı’ndan beri süregelen karşı devrimciliklerini bir kez daha kanıtladılar. Bu karşı devrimcilerin, kendi menfaatlerini korumak için neler yapabileceklerini ve ne kadar alçalabileceklerini yerel bir gözlemcinin tanıklığıyla anlatalım: “Kürdistan Demokratik Partisi’nden üst düzey bir yetkili, merkezi hükümetle işbirliğini tesis ederek mevcut siyasi sistemin yıkılmasını önlemek amacıyla -kendi deyimiyle bir ‘imkânsız görev’ [mission impossible] için- Bağdat’a gittiğini söyledi. Bu amaca ulaşabilmek için, kendi partisinin 2017 yılının Ekim ayında bir bağımsızlık referandumu yapmasına izin vermeyen eski düşmanlarıyla işbirliğine girişmek zorunda kalacaktı” (https://www.foreignaffairs.com/articles/iraq/2019-11-20/iraqs-new-republic-fear).
Yalnızca bir avuç Kürt aydını ve meclisteki muhalefetin bazı üyeleri göstericileri destekleyen bir bildiri imzalamış bulunuyor. “Siyasi hayatın, ekonominin ve ülke güvenliğinin tümünü kontrol eden yozlaşmış partilerin, silahlı milislerin ve mafyanın eliyle Irak’ın felakete sürüklenmesine karşı sesini yükselten cesur insanlar” diyerek protestocuları selamlıyor bu metin.
Bildiri, devletin mezhepler ve –Barzanileri, Talabanileri ve diğerlerini kastederek- aileler arasında pay edildiğini de ekliyor: “Ülkenin geleceği, yozlaşmış politikacıların ve ekonomik elitlerin çıkarlarına ve iktidarlarına bağımlı hale getirilmiştir. Ülkenin gücü ve egemenliği, bölgesel politikaların ya da yabancı güçlerin gündeminin bir aracı haline getirilmiştir. Bu, halk isyanının ve sokaktaki öfkenin öteki nedenlerinden biridir” (https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2019/11/iraq-protests-shiite-sunni-minorities.html#ixzz66ZkqqfQO).
Iraklı Hıristiyanlar da devrimi destekliyor. Her ne kadar Sünniler ve Kürtler zaman zaman dirense de Irak’ta kimlik politikalarının yerini artık işçi sınıfı politikalarına bırakmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Önderliği olmayan devrim
Bu yazının başlarında atıfta bulunduğumuz, 2018 yılında yazılmış olan makalede, Iraklı kitlelerin önderlik sorununu tartışmıştık (https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/irakta-isyan). Şu anda devrimi doğrudan destekleyen tek büyük parti, 2018 seçimlerinde Mukteda el Sadr’la birlikte Sairun ittifakının içinde yer alan ve 2003 yılında ülkenin emperyalist güçler tarafından işgalini tereddütsüz bir biçimde desteklemiş olan Irak Komünist Partisi’dir.
Devrim tümüyle kendiliğinden bir ayaklanmadır. Bu, onun hem güçlü hem de zayıf yanıdır. Mevcut sosyal-politik düzeni savunan ve bu düzenden sorumlu olan partilerin etkisinden uzak olması güçlü yanıdır. Kitlelerin, 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin başarısız olmasının ardından, tüm dünyada, sol ya da sağ fark etmeksizin tüm partileri ve hatta sendikalar gibi daha geniş tabanlı örgütleri, farklı yönelimlerine bakmaksızın reddeden, sözüm ona özgürlük adına politik bireyciliğin yararsız, absürt ve kendi kendini yenilgiye mahkûm eden bir biçimini savunan, gerici ideolojik etkilerin altında olması ise zayıflığıdır.
Bu olumsuzluğa rağmen, kitlelerin, öz savunmanın ihtiyaçlarının, henüz devrimci parti biçiminde olmasa bile, en azından kendilerini örgütlü hale getirmelerini gerektirdiğine giderek daha fazla ikna olduğunun işaretleri görülmektedir. Tahrir meydanındaki manzara, bu öz örgütlenme çabasını yansıtmaktadır. Ali Mamuri, bu manzarayı şöyle anlatıyor: “Göstericiler Tuk-Tuk [Irak’ta yaygın olarak kullanılan üç tekerlekli taksilerin adı] adlı bir günlük gazete kurdular. Sokakları, kaldırımları ve çeşmeleri onardılar. Klinikleri ve diğer kamu tesislerini kendileri yönetiyorlar. Bilim insanları, göstericilerin kurduğu herkese açık çadırlarda, Irak Anayasası ve hukuk üzerine dersler veriyor” (https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2019/11/iraq-protests-beginning-end-post-saddam-era.html#ixzz66Zd74w00). Sendikaların harekete dâhil olması ve en azından bir genel grevin gerçekleştirilmiş olması, hareketin daha örgütlü hale gelebileceğine dair umudu arttırıyor.
Ancak, kitlelerin takdir edilecek direncine ve cesaretine rağmen, Irak devriminin, yalnızca Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki değil, aynı zamanda Latin Amerika ülkelerindeki mevcut devrimlerin de yaşadığı problemlerin birçoğuyla karşı karşıya olduğu kabul edilmelidir.
Kilit bağlantı
Irak devriminin nasıl bir yol takip edeceğini bugünden öngörmek imkânsız. Ancak, bu devrimin sonuçlarının tüm bölge açısından belirleyici olacağına şüphe yok. Bunun nedeni, yalnızca, Irak’ın, Arap devriminin (kendisini Sudan, Cezayir ve Lübnan’da da ortaya koyan) ikinci kuşağının bir halkası olması değil. Aynı zamanda, 2018’in başından beri, arka arkaya gelen halk isyanlarıyla sarsılan (RedMed sitesindeki bildiriye bakınız: http://redmed.org/article/iran-harbinger ) ve son dönemde halkın yine ayağa kalktığı (İranlı bir yoldaşımızla birlikte kaleme aldığımız son yazımız için bakınız: https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/yakin-tum-bankalari-iranli-kardesler-ta-ki), bölgenin dev gücü İran’a komşu olmasıdır. Irak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesinin, aynen İran gibi Arap olmayan diğer gücüne, 2013 Gezi halk isyanından bu yana çelişkilerin gün geçtikçe daha da derinleştiği Türkiye’ye de komşudur. Irak, biri hali hazırda isyanlarla sarsılan, diğeri patlamaya hazır bir barut fıçısı olan bu iki ülkeyle sınırı bulunan tek Arap ülkesidir.
Neredeyse her gün yeni bir ülkede devrimlerin ve isyanların patlak verdiği bu baş döndürücü dönemde, Irak devrimi, Arap devrimini Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki devrimlerle buluşturma potansiyeline sahiptir. Iraklı devrimcilerin ve İranlı kitlelerin, İran’ın Ortadoğu politikası konusunda aynı şeyleri düşündüğünü de unutmamalıyız. Iraklı devrimciler İran’ın Irak’ın iç işlerine müdahale etmekten vazgeçmesini talep ederken, İranlı kitleler de İran’ın Ortadoğu’yla ilgi meselelere burnunu sokmamasını ve bütçe gelirlerini kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcamasını istemektedir. Bu nedenlerle, ABD emperyalizminin, Siyonist İsrail’in ve Suudilerin başını çektiği Sünni gericiliğinin lehineymiş gibi görünen gelişmeler dönüp emperyalizmin yüz yıl önce kurduğu sosyal, ekonomik ve politik düzenin kendisini vuruyor.
Bu düzenin yıkılması, bölgenin sömürü, çatışma ve gerici politikalardan kurtulmasının tek yoludur. Ortadoğu ve Kuzey Afrika Sosyalist Federasyonu, bu geniş bölgede ve çevresinde yaşayan halkaların kaderini değiştirecektir ve bir yandan Müslüman, Hristiyan ve Yahudi’nin, öte yandan Arabın, Acemin, Türkün ve Kürdün bir arada huzur içinde eşitçe ve kardeşçe yaşamasını sağlayacaktır.