Malazgirt meydan muharebesi mi, Malya muharebesi mi? Onların tarihi, bizim tarihimiz

Malazgirt Savaşı Sungur Savran

Tayyip Erdoğan yıllardır birtakım tarihler temelinde bizi milletimizin büyüklüğünü anmaya çağırıyor. Bu tarihlerin en masumu elbette 2023. Millî Mücadele’nin zaferi ile cumhuriyetin kuruluşunu, yani emperyalizm ile müttefiklerine karşı yurt savunması ile burjuva devrimini birlikte sembolize eden bu tarihi kendisi yücelttiğinden değil. Tam tersine, nüfusun en azından yarısına “o cumhuriyeti sizinkiler kurdu ama artık başında biz varız” diyebilmek, 1923 ile 2023’ü karşı karşıya getirebilmek için. Bu bapta söylenecek en önemli şey şudur: 29 Ekim 2023’ten daha önemli olan 3 Mart 2024 tarihidir. Zira o gün başka şeylerin yanı sıra Hilafet’in kaldırıldığı günün 100. yıldönümüdür. İslamcılığı siyasi doğrultu haline getirmiş olanların o döneme ait affedemediği en önemli şey Hilafet’in kaldırılmasıdır. Yani 29 Ekim 2023’ü takviminizde işaret ederken 3 Mart 2024’e de bir not düşmeyi unutmayın!

Tayyip Erdoğan’ın hep öne sürdüğü öteki iki tarih, karakter olarak 2023’ten çok farklıdır. 1923 Türkiye toplumunun, can çekişmekte olan bir kapitalizm öncesi imparatorluktan bir burjuva ulus devletine sıçradığı, geleceğe dönük bir atılımdı. Büyük birtakım sorunları olan bir atılım: Öncesinde kendi alternatifi olan sosyalizmi savaş ve devrimin elini kardeş kanına bulayan bir katliamla, Mustafa Suphi ve tarihe on beşler olarak geçen yoldaşlarının Karadeniz’e atılarak öldürülmesiyle bastırmıştı. 29 Ekim 1923’ün ertesinde, 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile, bütün toplumu, işçi sınıfını, komünistleri, Kürt halkını ve giderek kendi eski yandaşlarını da ağır mı ağır bir baskı altına alacaktı.

Yıldönümünü kutlamaya çağrıldığımız öteki tarihler bu bakımdan 1923’e hiç benzemiyor. Burada en ufak bir ikirciklik yok. 2053’te neyi kutlayacağız? Orman Kanunu’nun hâkimiyetini! Orman Kanunu’nun o sefer bizim, Türklerin ataları olduğu söylenen bir hanedanın lehinde sonuçlanmasını. Gayet ciddi söylüyoruz. Sınıflı toplumların ve devletlerin doğuşundan beri her kavmin kendini güçlü hissettiğinde başka kavimlerin yaşadığı toprakları fethetmesinin ve o kavimleri iyilikle kötülükle kendine tutsak kılmasının insan toplumları arasında Orman Kanunu’nun işlemesinden başka anlamı var mı? Güçlünün kanunundan başka neden söz ediyoruz? Kendimiz için zafer olarak gördüğümüz türden olayların talih başkalarına gülünce mezalim, soykırım, katliam, despotizm ve daha ne tür kelimelerle anılması, 21. yüzyılda biraz tuhaf olmuyor mu?

Evet, Rusya da anti-demokratik bir rejime sahip. Ama bizim bildiğimiz kadarıyla her yıl tek bir askerî zaferini kutlama saygıdeğer tutumunu sürdürüyor: Sovyet döneminde Kızıl Ordu’nun Wehrmacht’ı (Nazi ordusunu) kesin olarak çökerttiği 9 Mayıs’ı. Zira Hitler kazansaydı Ruslar kelimenin en has anlamıyla köle olarak yaşayacaktı. Nazilerin bütün planları buydu. Rusya bu askerî zafer kutlar. Ama aynı zamanda yüzyıllar boyu Tataristan’ı, Kırım’ı, Kuzey Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, yani Türki halkların yaşadığı sayısız coğrafyayı fethetmesini sağlayan büyük savaşları her yıl kutluyor olsaydı dünya ne derdi? Daha önemlisi, AKP’nin eli kalem tutan temsilcileri ve taraftarları ne derdi?

Bir de İstanbul’un fethiyle aynı çağın bir olayını alalım. İspanya ve Portekiz Güney Amerika’nın fethedilmesini (temsili tarih 1492) bugün büyük törenlerle kutluyor olsaydı dünya onlara nasıl bakardı?

Ufkumuzu biraz genişletsek, 19. yüzyılda “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anılan İngiltere şimdi bütün o fütuhatı ile övünseydi biz onlara biraz tuhaf bakmaz mıydık? Amerika, Teksas’ı, Kaliforniya’yı, Florida’yı, (adı üstünde!) New Mexico eyaletini ve başka toprak parçalarını 19. yüzyıl ortalarında Meksika’dan zorla almasına vesile olan savaşları kutlamaya kalksaydı? Evet, bizde bütün toplum “işte emperyalistler, onlara yakışan da budur!” derdi. Ama onlar yapınca emperyalizm oluyor, biz yapınca ne oluyor?

1453 ve kutlamalarıyla ilgili söylenecek çok şey var. Bunları da başka bir yazımızda söyleyeceğiz. 1923’ü rast getiririz. Şimdi konumuz başka. Malazgirt Meydan Savaşı’nın 950. yıldönümünü idrak ediyoruz. Bugün Muş’ta büyük kutlamalar yapılıyor. Bugün konumuz o. 2071’e, Malazgirt’in 1000. yıldönümüne ancak en genç kuşaklardan olanlarımız erişebileceğine göre, gelin biz 950. yıldönümünü vesile ederek Malazgirt’i kutlamanın neden yersiz, anlamsız, hatta insanlık ailesini oluşturan ulusları birbirine karşı kışkırtıcı bir nitelik taşıyan bir tutum olduğunu anlatalım. Öyle yukarıda İstanbul’un fethi için yaptığımız gibi en genel hatlarıyla savaşlara ve fetihlere tek yanlı bakma eleştirisiyle sınırlı olarak değil. Bu elbette, her dine ve ulusa saygı duymakla birlikte hiçbirinin ötekiler üstünde tahakküm kurması için çalışmayacak, insanlığı gerçekten eşit koşullarda kardeşleştirmek için mücadele eden enternasyonalistler olarak bizim çok önemsediğimiz bir boyutu meselenin. Neden Anadolu’nun o dönemde yerlisi olan halklara, Rumlara, Ermenilere, Kürtlere ve diğerlerine, biz sizin yurdunuzu fethettik diye övünecekmişiz? Ama madem Malazgirt’in böylesine yuvarlak bir yıldönümüne geldik, Malazgirt’i en somut, en spesifik özellikleriyle konuşalım. Bakalım siz neyi kutluyormuşsunuz, bunlar tarihte nasıl gerçeklere tekabül ediyormuş? Bakalım, sömürülen, ezilen halk açısından kutlanacak ne varmış? Malya meydan muharebesi neymiş, kim kime karşı savaşmış? Amaç neymiş?

Türklerin Anadolu’ya girmelerinin kutlanması

Milliyetçilik yapmak istiyorsunuz. Bakalım, tarih size o olanağı tanıyor mu?

Anakronizma yaratıyorsunuz (yani bir olguyu ya da kavramı ona hiç uymayacak bir çağın içine yerleştiriyorsunuz). Millet (ulus) modern bir olgudur, milliyetçilik kapitalizmin yükselişinde ortaya çıkmış bir ideoloji. Malazgirt’i    “Türklük” için tarihi bir zafer olarak sunuyorsunuz çünkü bugünkü hayallerinizi bin yıl öncesinde var olduğunu iddia ettiğiniz uydurma bir zemine taşıyorsunuz. Anlamanız için basit örnekler verelim. Mesela “Türkler Orta Asya’dayken çekirdek aile olarak değil boylar olarak yaşarlardı” derseniz, anakronizma yapmış olursunuz. Zira mesele Türklerin boy olarak yaşamasının ötesinde, o çağda hiçbir halkın sosyolojisinde “çekirdek aile” diye bir olgunun var olmamasıdır. Ya da “Türkler okçulukta çok ileriydi, okçuluk müsabakaları düzenlenir ve bütün genç erkekler savaşa hazırlanırdı” diyebilirsiniz, ama “Türkler okçuluğu futboldan bile çok severdi” diye eklerseniz bu anakronizma olur. Çünkü futbol ilk kez 19. yüzyıl İngiltere’sinde modern işçi sınıfının geliştirdiği bir spordur.

O zamanlar ulus millet yoktu. Elbette tarihi kökleri ortak olan birtakım kavimler vardı. Ama bunlar bugün anladığımız anlamda ulus olarak davranmıyorlardı. Bir örnek verelim. Böylece somut olarak Malazgirt’ten söz etmeye başlamış da oluruz. Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in komutasında Malazgirt savaşında yer alan Bizans ordusunda hangi kavimlerden askerler olduğunu biliyor musunuz? Sayalım: Normanlar, Franklar, Slavlar, Ermeniler, Gürcüler. Daha bitmedi, asıl şimdi sıkı durun: Peçenekler, Kumanlar, yani Türkler ve… Oğuzlar, Selçukluların akrabaları! Tam anlamıyla bir kavimler ittifakı! Hatta hepsi bırakın aynı ulustan olmayı, aynı dinden bile değil. Hıristiyanlar ağırlıkta ama hepsi ayrı mezhepten. Ayrıca Hıristiyan olmayanlar da var. Ya Türk ordusunun karşısındaki Türkler? “Türkler Anadolu’ya girmesin” diye savaşan Türkler! Tamam bunlar pagan ama karşı taraftakilerin dinini de konuşacağız.

Peki karşı taraf daha iyi durumda mı? Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alp Arslan’ın komutasındaki orduda, savaşta çok önemli bir rol oynadığı bazı tarihçilerce özellikle vurgulanan Danişmendlilerin yanı sıra daha sonra Anadolu’da kurulacak beyliklerin yönetici boyları (Artuklular, Mengücekler vb.) var. “Canım, onlar da Türk” diyeceksiniz ama bu Türkler hep birlikte Anadolu’ya girmişler, öyle rivayet ediliyor, ama orada savaşmış, ayrı devletler kurmuş, o devletlere de “Türk” adını vermemiş gruplar. Selçuklular, “Anadolu Selçuklu” devletini kurma sürecinde ancak bunlarla savaşıp onları yendikten sonra merkezî bir devlet yaratabilmişler. Mesela Danişmendiler Amasya ile Malatya arasında 1071-1179 arasında bir beylik kurmuş, ancak savaşlardan sonra bu ikinci tarihte oralar Selçuklulara ait hale gelmiş. Öteki beylikler daha da geç, ancak 13. yüzyılın başında fethedilmiş. Bu kargaşa göstermiyor mu, Malazgirt savaşının “Türklerin Anadolu’ya girmesi” diye kutlanması beyhudedir. Birtakım boylar kendi hesaplarına bölgeye girmek için diğerleriyle ittifak içine girmiştir. Hepsi bu. “Boy deyince devlet olmuyor ki” diyemezsiniz, Danişmend beyleri de Mengücek beyleri de kendi adlarına hutbe okutuyor, sikke kesiyor. O dönemde devlet olmanın şarkta raconu bunlar.

Ama bundan ibaret değil sorun. Alp Arslan’ın ordusu beylerin ordularından ibaret değil çünkü. Ordunun çok önemli bir gücü, adı bugüne kadar yaşamış olan Türkmenler. Bunun Türkmenistan’daki Türkmenlerle ilgisi yok. Bu, Oğuz boylarının göçer-konar nüfusuna verilen ad o dönemde. Türkler o çağda kısmen yerleşik bir topluma sahipler. Tarihte “Maveraünnehir” olarak bilinen, güneyde Ceyhun (Amuderya) nehri ile kuzeyde Seyhun (Siriderya) arasında kalan, batısında İran’ın Horasan bölgesi, doğusunda ise Türkistan’ın Orta Asyası yer alan bölgede Buhara, Semerkand ve bir dizi başka kentte yerleşik bir toplum çoktan doğmuştu. Ama Orta Asya’dan batıya doğru dalga dalga gelen diğer Türkler (Oğuzlar) henüz göçebe idi ve yüzyıllarca da göçebe kalacaktı.

Şimdi Malazgirt’te diğer boylardan (Artuklular, Mengücekler vb.) gelen beyliklere bir sorun daha ekleniyor: Anadolu’ya giren “Türkler” kim? Selçuklular mı yoksa bu göçebe aşiretler, boylar, onların konfederasyonları mı? Bu ikisini aynı başlık altında almak tarihi gerçeklere aykırı olur. Her ikisi de aynı kavimden geliyor olabilir, ama Ortadoğu’da temsil ettikleri şeyler, amaçları, öteki kavimlerle, devletlerle ve İslam diniyle kurdukları ilişkiler tamamen farklıdır.

Selçuklular, erken bir aşamada yerleşik bir uygarlığa geçmiştir. Başka Türk kökenli devletleri yenilgiye uğrattıktan (Karahanlılar, Sâmânîler vb.) en son 1040’ta, Dandanakan savaşında yine Türk kökenli Gaznelileri de o devletin yerini alacak biçimde mağlûp ettiklerinde artık Maverraünehir dışında Horasan’da da topraklara sahiptirler. Selçuklular artık yerleşik bir devletin topraklarının yöneticisidir. 11. yüzyılın ikinci yarısında modern anlamda bir devlet yönetiminin siyasi ve fikrî temellerini Siyasetnâme’sinde ortaya koyan Nizamülmülk gibi bir vezirin de katkısıyla artık bir imparatorluk kurma yolundadırlar.

Göçer-konar Türkmen kitleleri ise Selçuklu’nun hem en önemli askerî gücüdür hem de başının belası. Bu yoksul göçer-konarlar 900-1200 yılları arasında, Orta Asya’da ve daha ötesinde Moğolistan’da iklim koşullarındaki değişiklik genel bir kuraklık yaratmış olduğu için dalga dalga batıya akmaktadır. Batıda üç şey peşindedirler: Göçebe bir halk olarak otlak (yazın yaylak, kışın kışlak), yoksulluğun çarelerinden biri ve aynı zamanda askerî bir taktik olarak yağma, bunların hiçbirini yapamayacak durumda kaldıklarında İslam uygarlığının askerliğini ekmek kapısı olarak benimseme. Adını koyalım: Türkler o dönemde memlûktur, gulamdır (Farsça delikanlı demektir), başka adlarla da anılan kölemenlerdir. İslam ile ilk ilişkileri bu olmuştur. O dönemin askerî zaferleriyle övünenler kölelik statüsüyle de övünüp övünmediklerine de karar vermelidirler. İşte büyük göçebe kitleleri olarak Türkler (Oğuzlar) daha da batıya, Horasan’dan Azerbaycan yoluyla Kafkasya ve Doğu Anadolu’ya geldiklerinde aradıkları otlaktır, yağmadır, köle asker statüsüyle ekmeğini kazanmaktır. Türk milletinin tarih yazması falan değil. Bunda da şaşıracak bir durum yoktur, zira bütün kavimlerin ve dinlerin bütün savaşları aslında maddi nedenlerle verilmiştir. Bu Türklere özgü bir şey de değildir.

Bu ikisi, Malazgirt taraftarlarını, o savaşta zaferi bir Türk ordusunun kahramanlığının değil, birbirinden çok farklı amaçları olan birtakım güçlerin bir ittifakının kazanmış olduğuna ikna etmiyorsa, bir üçüncü gerçeğe de değinelim. Dandanakan (1040) savaşından sonra Selçuklu, bir imparatorluğa doğru yürürken ordusunun karakterini de değiştirmiş, ağırlığı adım adım göçebe Türkmenlerden bir gulam ordusuna kaydırmıştır. Yukarıda Türkmenlerin hem askeri güç hem baş belası olduğunu söyledik. Daha önce göçebe boyların beyleriyle el ele, küçük ölçekli savaşlar vermekte olan Selçuklu ailesinin adım adım bir saray ailesi haline gelmesi sürecinde Türkmenlerin varlığı bir çelişki yaratmaya başladı. 1055’te Bağdat’a giren Tuğrul Bey, başlangıçta göçebe askerlerini şehirde evlere dağıttığı halde Halife, bambaşka bir kültürel yapıya sahip askerlerin Bağdat’ın yerleşik bir uygarlığın halkı ile yaşadığı gerilimlerden şikâyet edince Türkmenleri evlerden çıkartıyor, daha sonra da Maveraünnehr’e geri yolluyordu. Bu, Selçuklularla Türkmenler arasında bir hâkim sınıfın siyasi temsilcileri ile yoksul, göçebe bir doğrudan üreticiler sınıfının arasındaki sınıf çelişkisinin üzerine vurulan damga oldu. Tuğrul Bey bir gulam ordusuna yöneliyor, böylece kendi amaçlarına çok daha uygun bir disiplinli orduyu seçmiş oluyordu. Artık başka halklardan köleler, mesela Slavlar, mesela Kürtler, mesela Afrikalılar o çok övünülen Selçuklu ordusunun kadrolarını oluşturacaktı gittikçe artan oranda. Buna karşılık Türkmenleri, Selçuklu devletinin Darül İslam topraklarında genişleme hedefine zarar vermesinler diye kasıtlı olarak Hıristiyan halkların yaşadığı Kafkasya (Ermeniler ve Gürcülerin yaşadığı topraklar) ile Anadolu’ya (Bizans) yönlendirecekti Tuğrul Bey. Amaç yüzeysel bakınca “cihat” gibi görünebilir. Oysa asıl hedef Selçuklu’nun bütün İslam dünyasına hâkim olmasının önünde bir pürüz olarak yükselen bir faktörü başka yöne yönlendirmekti.

Özetleyelim: Ortada iki ulus (bugünkü Yunan’ın atası Bizans ve bugünkü Türkiye’nin atası Selçuklu Türkleri) yoktu. Çeşitli kavimlerden, dinlerden, sınıflardan bir dizi güç kendi amaçları doğrultusunda bir mücadele verirken zaman zaman belirli bir ittifak tesis ediyordu. Malazgirt o anlardan biriydi. Göreceğiz ki o ittifak Malazgirt’in hemen ardından dağılacaktı.

Bir “cihat” atılımı olarak Malazgirt: İslam’ın bayraktarı olarak Türkler

Cumhuriyet Türkiye’sinde sağ siyasi hareketlerde (bazen aynı hareket içinde dahi) zaman zaman milliyetçilik zaman zaman da İslamcılık öne çıkar. Malazgirt’in geçmişte sadece milliyetçi bir bakış açısıyla savunulduğu olmuştur. Hatta Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın adının MHP’nin “başbuğu” Alparslan Türkeş’in ilk adıyla aynı olması teması bile gündeme gelmiştir. Ama bugün AKP’nin hükümetin ağırlıklı siyasi unsuru olması dolayısıyla Malazgirt aynı zamanda mutlaka bir “cihat” zaferi olarak, Türklerin İslam’ın yayılmasında bayraktar olarak bir rol üstlenmesi boyutuyla da ele alınacaktır. O zaman Malazgirt’in İslam’ın yayılmasıyla ne kadar ilgili olduğuna da bakalım.

Bir kere ortada bir gerçek vardır. Alp Arslan ne savaş istemektedir ne de Anadolu’ya hızla girmek. Selçukluların Anadolu ve Kafkasya’yı büyük ölçüde Türkmenlere havale ettiğini, bu bölgelerin esas olarak göçer-konarların otlak ihtiyacına yanıt vermek için hedeflendiğini yukarıda belirtmiştik. Biz tarihçi değiliz, orijinal kaynakları, belgeleri incelemedik ama  Malazgirt savaşının tarihini ele alan bizim bakabildiğimiz bütün ciddi tarih çalışmalarının verdiği basit bazı bilgileri ekleyelim burada. Alp Arslan 1071’de bu bölgeye fütuhat için değil, Türkmenlere destek olmaya gelmiştir. (Başka bir zaman başka amaçlarla elbette gelebilir. Konuştuğumuz somut bağlamdır.) İki ordu birbirine yaklaşınca Alp Arslan barış elçileri göndermiştir. Savaş etmek istememiştir. Romen Diyojen buna kararlı bir red cevabı yollayınca savaşmak kaçınılmaz olmuştur. Savaşta Bizans ordusu dağıldığı, İmparator Romen Diyojen ise Selçuklulara esir düştüğü halde Alp Arslan imparatoru bir hafta içinde serbest bırakmış, kendisi de Anadolu’ya sırtını dönüp Horasan’a hatta ötesine geri gitmiştir! Anadolu’ya İslam’ı taşımak amacıyla gelmiş, muazzam bir zafer kazanmış bir sultanın davranışına benziyor mu? Üstelik Alp Arslan Anadolu’ya bir daha hiç dönmeyecek, bir yıl içinde ölecektir. Neden öldüğü de bir son dakika golü olarak şimdilik beklesin.

Nitekim, 1071’den sonra Selçukluların Anadolu’daki varlığı asgari düzeyde görülmektedir. Alp Arslan’ın temsil ettiği Büyük Selçuklu Hanedanı Anadolu’dan uzak durmuş, Malazgirt’te zaferi kazanan ordunun içindeki diğer unsurlar Anadolu’ya girişin taşıyıcılığını yapmışlardır. Bir yandan, Selçukluların başka bir kolu Anadolu’da bir devlet kurarak İznik’e kadar ulaşmıştır. Bir yandan da, Danişmendliler, Artuklular, Saltuklular, Mengücekler kendi beyliklerini kurmuştur. Türkmenler zaten Malazgirt öncesinde Kafkasya’da birçok mevzii ele geçirmişlerdi. Anadolu’nun içlerine de bir dizi akın yapmışlardı: Kayseri’ye 1067’de, Konya ve Antakya’ya 1068’de.

Bilindiği gibi 11. yüzyılın son yıllarında Haçlı Seferleri başlayacak, bir yüzyıl sonra da 13. yüzyılın başında Moğol akınları yeniden Orta Asya’dan Horasan’a, oradan batıya doğru bir göçler dalgasını başlatacaktır. İşte Selçukluların Anadolu’daki varlığına ancak bu bağlam içinde anlam verebiliriz. Oysa şimdiki bakış açısı 1071’i bir cihat, sonrasında Anadolu’yu ise Müslüman toprağı olarak sunmaktadır. Tarih böyle yaşanmamıştır.

Ama Türkmenler Anadolu’ya girdiler, işte Müslümanlar Anadolu’ya İslam’ın mesajını taşımış mı diyeceksiniz. Demeyin, pişman olursunuz. Yukarıda Malazgirt’te Bizans ordusunda Türkler olduğunun altını çizdiğimizde, hakikati saklamadan “ama bunlar putperest”ti diye eklemiştik. Sonra da yazının bu noktasına bir ileri gönderme yapmıştık: “Tamam bunlar pagan” demiştik, “ama karşı taraftakilerin dinini de konuşacağız.” Şimdi sıra ona geldi.

Türkmenler Müslümandı. Ama Malazgirt’i Müslümanların küffarı ezdiği bir zafer gibi görenlerin hoşuna gidecek bir şey miydi bu Müslümanlık, onu görelim. Türklerin Maveraünnehir’e gelişiyle birlikte İslam dinine bağlı bir toplumla karşı karşıya geldiği doğrudur. Maveraünnehir, Müslümanlaşmış Türkler bölgesiydi. Karahanlıların, Sâmânîlerin (ya da Samanoğlulları’nın) ve Horasan’daki komşuları Gaznelilerin hepsinin yerleşik Türklerin Müslüman devletleri olması da bunu gösteriyor. Hele 11. yüzyıldan itibaren Müslümanlığın kabulü hızlanmış ve yaygınlaşmıştır.

Buraya kadar güzel. Ama Müslümanlığın Türklerce kabul edilmesinin başlarda ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekir. Bir kere Selçukluların esas amacının Hıristiyan dünyasını değil İslam coğrafyasını fethetmek olduğunu yukarıda anlatmıştık. Selçukluların tarihini Melikname adlı, bugünün tarihçilerinin çok inandırıcı buldukları bir belgeye referansla yazan o günün tarihçilerinden biri Selçuklu beyleri için şöyle diyor:

“Bir danışma süreci başlattılar ve dediler ki: ‘İçinde yaşamayı arzu etiğimiz ülkenin imanına biz de katılmaz ve onlarla anlaşma içine girmezsek (ya da örf ve âdetlerine uymazsak) kimse bizimle birlikte iş yapmaz, biz de küçük ve yalnız bir topluluk olarak kalırız.’”

Burada Selçukluların İslam’ı benimsemesinin epeyce araçsal, fayda odaklı olduğunu görüyoruz. Türkmenlerin büyük kitlelerinden farklı olarak Selçukluların daha önce hangi dine mensup olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Hazar Türk devletiyle komşuluklarının, Musevi dinine iman ettiği söylenen bu Türk devletinin inancını onlara da geçirmiş olması bir ihtimaldir. Yoksa Selçuk dört oğluna birden şu adları neden versin: İsrail, Mikail, Musa, Yusuf?

İşin Selçuklularla ilgili yanı önemli değil. O ayrıca tartışılır. Zaten biz Alp Arslan’ın İslam’ı küffar diyarına taşımakta hiç acele etmediğine, savaştan sonra gerisin geriye memleketine döndüğüne işaret etmiştik.

Bu aşamada önemli olan Türkmenlerin dini. Türkmen göçebe boyların dini konusunda yerli-yabancı, Türk-Müslüman ya da Bizanslı bizim görebildiğimiz bütün tarih kaynakları gayet sarihtir. Fuat Köprülü’den, büyük Sovyet Orta Asya tarihçisi Barthold’dan, daha sonra Irène Mélikoff’tan, Doğu Almanyalı tarihçi Werner’den bu yana tespit toplu olarak ortaktır.

Türklerin çok büyük bölümü İslam öncesinde Şaman dinine mensuptular. Onların sağlık işlerinden günlük sorunlarına kadar her şeyden sorumlu olan şamanları vardı. Bir bölümü ise (Uygurlar) Budistti. Nihayet İran’ın (Sasani döneminin) Maniheizm dininden etkilenmiş olanlar vardı. İslam dininin benimsenmesi, dinin kitabi yönlerine nüfuz etmesi olanaksız olan bu göçebe, okuması yazması olmayan, düşünce dünyası ile, hatta kent hayatı ile hiçbir tanışıklığı olmayan insanlar arasında bu eski dinlerinin yeni bir kılığa girmesi, yeni bir kavrayışa dönüşmesi biçiminde olmuştur. Dolayısıyla, bu insanların İslam’ı, evliya kültü merkezli, ağaçların, hayvanların ve başka doğal güçlerin hâlâ kutsal görüldüğü, birtakım müzikli raks ayinlerinin devam ettiği bir senkretik (bağdaştırmacı) dindir. Görünüşte Müslümandırlar ama içeriğe geçilince eski dinlerinin bir sürü unsuru bu Müslümanlık tarafından massedilmiş, özümsenmiş biçimde yaşamaktadır. Malazgirt savaşını tartışırken, Müslümanlığın küffar diyarına bu büyük göçebe kitleleri tarafından yayılmasına sığınmak, İslam’ın bu heterodoks itikada ve ibadet tarzına indirgenmesini kabul etmek olur. Malazgirtçilerin bundan pek hoşlanacağını sanmıyoruz.

Anadolu’ya giren Türk boylarının dinî yanı üzerine konuşmayı bitirmeden önce Alp Arslan’la ilgili bir bilgiyi de okurumuza sunalım. Yukarıda dedik ki, Alp Arslan savaştan sonra sırtını Anadolu’ya çevirdi, Büyük Selçuklu Devleti’nin esas kökeni olan topraklara döndü. Ama, dedik, zaten dönmeye de fırsatı olmadı. Bir yıl sonra öldü. Öyle yaşlandı da öldü sanılmasın. Alp Arslan öldüğünde yalnızca 43 yaşındaydı. Öyleyse ne oldu da öldü? Öldürüldü. Yıl 1072. Malazgirt’te İslam’ın bayraktarlığını yaptığı söylenen yüce sultana bakalım bir yıl sonra ne olmuş?

Olay bir kale muhafızının tutsak alınması sonrasında çıkan bir tartışmada Alp Arslan’ın esirini öldürmek istemesi ama bunu becerememesi üzerine gerçekleşir. Konunun uzmanı, kendisi kişisel inancı bakımından İslam’a bağlı yerli bir tarihçiden dinleyelim:

“Alparslan’ın öldürülmesi olayını nakleden dönemin bazı tarihçilerinin rivayetleri ilginçtir. Bunlar arasında onun esir olarak karşısına getirilen Harezmli Yusuf’a attığı oku bir akşam öncesindeki işret meclisinden kalan sarhoş hali sebebiyle isabet ettiremediğini, bunun üzerine ayağa kalkıp üzerine yürürken sendeleyip düştüğünü, Yusuf’un da sür’atle onun üzerine atlayıp hançeriyle ölümcül bir şekilde yaraladığını nakleden rivayetler bulunmaktadır.” Tarihçimiz, haydi “alayla” demeyelim, “ironiyle” ekliyor: “Fakat günümüz Türk tarihçileri bu olayı naklederken sultanın neden sendeleyip düştüğünü yazmazlar.” (Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu ve İslam, Alfa, 2021, s. 95.)

Açık olsun diye söylersek, sultan günümüzün diliyle siyasi görevlerini ağır biçimde “akşamdan kalma” kafayla yapmaktadır. Dikkatli okurlarımız tarihçimizin biraz açık kapı bırakmak için olsa gerek “rivayetler”den söz ettiğini fark etmiştir. O zaman bir başka tarihçiye (bu sefer yabancı) başvuralım.

Selçuklular tarihinin uluslararası düzeyde en önde gelen uzmanlarından biri olarak kabul edilen, Türkçede de bir dizi çalışması yayınlanmış olan A.C.S. Peacock Selçukluların alkol kullanımı konusunda bazı tarihî bilgilere değiniyor: “El Fariki’nin [dönemin Kürt, Türk ya da Arap bir vakanüvisi], Iraklıların [Selçuklu ailesinin Arslan İsrail izleyicilerinden oluşan kanadı] önde gelenlerinden Buka ve Nasuhlu’nun sarhoş bir şekilde giriştikleri bir kavgada birbirlerini öldürmelerine ilişkin anlattıkları, İslam’ın kaidelerine uymakta belirli bir eksiklik yansıtır.” Ne kadar saygılı söylemiş! “Belirli bir eksiklik”! Peacock başka bir örneğe geçiyor: “İbn el Adim, Halep’in Selçuklularca kuşatılması sırasında Alp Arslan’ın kontrolünü yitirecek derecede sarhoş olmasının öyküsünü anlatır.” (A.C:S. Peacock, Early Seldjuk History. A New Interpretation, Routledge, 2010, s. 126.) İbn el Adim Halepli bir tarihçi. Peacock’un atıf yaptığı çalışması A. Sevim editörlüğünde 1976 yılında Türk Tarih Kurumu’nca yayınlanmış. Yani kendine saygısı olan hiçbir Türkiye tarihçisinin “aa haberim yoktu” diyemeyeceği bir iddiadan söz ediyoruz. Bu da mı rastlantı, bu da mı rivayet? Belli ki ayyaşlık derecesinde içkiye düşkün bir tarihî şahsiyetten söz ediyoruz. İşte bu adam İslam’ın Anadolu’ya girmesinin bânisi olarak yüceltiliyor! Ayıptır, en azından inancı tam Müslümanlara biraz saygı gösterin! Yeter bu “Bakara makara” der gibi halkı aldatma çabaları!

Bizans’ın krizi

Bütün bunlar doğruysa Malazgirt’te yaşanan savaş neyin ifadesidir? Bu sorunun çok yalın bir cevabı var: Bizans’ın gerileme krizinin çok hassas bir anına rast gelmiştir. Savaşın sonucu Bizans’ın içinden geçmekte olduğu ağır krizlerden doğmuştur. Hâkim sınıflar arasındaki derin çatlak, Konstantiniyye bürokrasisinin taşranın toprak sahibi asker sınıfıyla çatışması, bunun sık sık iç savaş biçimini alması, üretici köylülüğün asker toprak sahibi sınıfın gittikçe büyüyen toprak gaspı atağı karşısında zayıf düşmesi, mültezim zulmü, Venediğin Bizans’ın dış ticaretini adım adım ele geçirmesi ve benzeri bir dizi sorun.

Bu o kadar doğrudur ki, Malazgirt savaşının Bizans ordusunun yenilgisiyle bitmesi aslında doğrudan doğruya Bizans hâkim sınıflarının kendi içindeki iç çelişkilerin ürünü olmuştur. Selçuklu tarafı Türklerin savaş taktiklerinde çok önemli bir savaş hilesi olarak yer alan “sahte ricat” diyebileceğimiz taktiği uygulayınca Bizans ordusu düşmanın püskürtülmüş olduğu inancı ile artık savaşın sona erdiğine dair bir sonuca ulaşmış ve yüzünü gerisin geriye çevirmiştir. Ama bu, ordu içinde bir yanlış anlama sonucu “yenilgi yaşanıyor” paniğine yol açmış, bundan yararlanan artçı birliklerin komutanı, Romen Diyojen’in düşmanı olan bir general kendi ordusunu savaş meydanından çekmiştir. Böylece en az 200 bin askere sahip olduğu söylenen Bizans ordusu çok daha düşük asker sayısıyla savaşa girmiş olan Selçuklu ordusu karşısında kendi içinde bölündüğü, daha doğrusu ihanete uğradığı için yenilmiştir.

Bütün bunlar, Malazgirt savaşının uluslararası alanda en önemli çağdaş uzmanlarından biri olan tarihçi Speros Vryonis’in kaleminden okunabilir. Üstelik bu kitap da Türkçede mevcuttur: Kalkedon Yayınları, geçtiğimiz yıl, belki de Malazgirt’in 950. yıldönümüne bir hazırlık olarak bu kitabı Küçük Asya’da Orta Çağ Helenizminin Çöküşü ve 11. Yüzyıldan Başlayarak 15. Yüzyıla Kadar İslamlaşma başlığı altında yayınlamış bulunuyor. (Bilindiği gibi “Küçük Asya” Hıristiyan dünyasında Anadolu için kullanılan bir başka addır.) Bu hizmeti için Kalkedon’a teşekkür edelim. Tarihimizi efsanelerden arındırılmış, hâkim sınıfların “başarılarını” bir bin katmadan, esas emekçi halkın kendi başarılarıyla bezenmiş biçimde okuyup büyük halk kitlelerine aktarmak görevimiz. Buna yardım eden her çalışma yararlıdır.

Vryonis’in başlığının ikinci yarısına okurun dikkatini çekeriz: “11. Yüzyıldan Başlayarak 15. Yüzyıla Kadar İslamlaşma”. Biz Anadolu’nun uzun yüzyıllara yayılan bir süreç içinde uygarlık dairesini değiştirmiş olmadığını söylemiyoruz. Bunun Malazgirt savaşıyla ilgisinin sınırlı olduğunu, uzun bir zaman dilimine yayıldığını ve büyük kahramanlık hikâyeleri olarak değil, maddi çıkarlar üzerine karşılıklı mücadelelerin ürünü olarak gerçekleştiğini söylüyoruz. İsterseniz şöyle özetleyelim: Anadolu’nun çok uzun bir süreye yayılan biçimde Müslümanlığın hâkimiyetine girmesi sürecinin esas dinamiği milliyet veya din değildir, otlak ihtiyacıdır. Öteki, sonuçtur.

Babaî ihtilali

Biz otlak arayışı içinde olanlardan yanayız. Evet, Orta Çağ toplumlarında, hatta bugün bile göçebe hayvancılıkla uğraşan, aşiret ya da kabile diye adlandırılan sosyo-ekonomik yapıya sahip toplulukların yaşadığı ülkelerde bu göçebelerle yerleşiklerin arasında yerleşiklerin çok daha fazla zora düştüğü emekçi sınıflar içi çelişkiler yaşanmış, yaşanıyor. Genel bir sosyo-ekonomik kategori olarak “yağma” her zaman yerleşiklerin aleyhine işleyen bir mekanizma. Ama bunlar emekçi halk içi çelişkiler. Göçebe topluluklar ilkel komünal toplumun, yani insanlık tarihinin sınıfların ve sömürünün olmadığı yüzde 95’lik bölümünün izlerini taşıyorlar, hatta geleneklerini yaşatıyorlar. Kendileri de neredeyse sadece hayatta kalabilecek kadar üretim yapabilen yoksul insan toplulukları. Bu yoksulluğu kolektif yöntemlerle, ortak mülkiyet temelinde aşmaya çalışıyorlar. Göçebe ve yerleşik toplumlar arasında sözünü ettiğimiz gerilim ve çelişkiler kaçınılmaz değil. Aslında her ikisinin de Selçuklular tipi hâkim sınıflar tarafından vergi (öşür, cizye), haraç, angarya, askerlik zorunluluğu ve başka yollarla sömürülmesinin sonucunda birbirlerine düşüyorlar. Yoksa hayvancılıkla uğraşan bir göçer-konar nüfusun tarımla uğraşan bir yerleşik toplum ile, işbölümüne yaslanan bir barış ve verimli ekonomik bütünleşme içinde birlikte yaşamasının önünde ilkesel hiçbir engel yok.

Bizim gönlümüz otlak arayan göçebelerden yana derken Selçuklular ile Türkmenlerin 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar uzanan karşıtlığı, aralarındaki gerilim, çelişkiler ve mücadeleler söz konusu olduğunda bu ikiliden hangisinin yanında olduğumuzu beyan etmiş oluyoruz. Anadolu’da ve Balkanlar’da, 14. yüzyıl boyunca Osmanlı genişledikçe, çelişki elbette devletin temsil ettiği hâkim sınıflarla göçebeler arasındaki bir çelişki olarak kalmayacak, aynı zamanda yerleşik köylüler de ağır sömürüye maruz kalacak. O zaman göçebelerle yerleşik köylüler birleşecek, birlikte isyana duracak, bizim gönlümüz de elbette her ikisinden de yana olacak. Ama şimdilik Selçuklu dönemiyle kısıtlayalım kendimizi. Türkmenler Anadolu’ya Selçuklular gibi toplumsal fazlaya el koymak ve bütün öteki kavimler ve dinler üzerinde tahakküm kurmak için girmediler. Onlar yaşam koşullarını sürdürmenin peşindeydiler. Biz işte bu yüzden onların yanındayız.

Bu çabaları, gün geldi, Selçuklu sultanıyla aralarında muazzam çelişkiler yarattı. Bunların en önemlisi 1230-1240 yılları arasında yaşandı. Anadolu bozkırının orta yerinde, bugün bile tarihçilerin bütün ayrıntılarıyla çözemediği, bütün olaylarıyla açığa çıkmamış bir ihtilal yaşandı. Köylü ve göçebe emekçi halk Selçuklu devletinin koltuğu altındaki birtakım hâkim sınıf unsurunun yoksul halk üzerinde kurduğu tahakküm sonucu toprağı ve başka ekonomik faaliyetleri kendi özel çıkarlarına tâbi kılmasına, vergileri yükseltmesine, kısacası sömürüyü arttırmasına karşı isyana geçti. İsyanın önderlerinin kim olduğu bile kesinlikle bilinemiyor. Bir Baba Resul var, tam yukarıda Türkmenlerin dinî inançlarına ilişkin sözünü ettiğimiz senkretizmi (bağdaştırmacılığı) temsil ediyor. “Baba” şamanın yeni biçimidir, “Resul” ise bilindiği gibi Allah’ın peygamberidir. “Baba Resul”, yani “Peygamber Şaman”! Bu tarihî şahsiyetin asıl adının Baba İshak olduğu genellikle ihtimal verilen alternatiftir. Fakat bu ikisi yetmiyormuş gibi, bir de Baba İlyas var. Onun Baba İshak ya da Baba Resul ile ne ilişkisi olduğu da saptanamıyor.

Nihayet bu ihtilalin Türkiye’de her hanenin tanıdığı bir ismi de içine aldığını vurgulamak gerekiyor: Hacı Bektaş, anlaşılan Baba Resul’ün halifesidir. Kardeşi Hacı Mintaş’ın da ihtilal sırasında hayatını yitirdiği söyleniyor. Ama kimse buradan Alevilik ye da Kızılbaşlık çıkarmasın. Bu da bir başka anakronizma olur. Onun için 16. yüzyılı beklemek gerekiyor.

Babaî ihtilali konusunda bilgilerimiz zamanla tamamlanacaktır. Ama şimdiden bildiğimiz bir şey var: 1240 Babaî ihtilali, Selçuklular çağının en büyük emekçi halk ayaklanmasıdır. 1416 Bedreddin ihtilalinin öncüsü ve dolaysız biçimde atasıdır. Bizim kahramanlarımız bu ihtilalde katledilen bütün Baba’lardır, onların yanında savaşarak hayatını yitirmiş olan emekçi halktır.

Bu ihtilal, yıllar boyu sürdükten sonra Malya denilen bir meydan savaşıyla sona ermiştir. O meydan savaşında kadın erkek, yaşlı çocuk, genç ihtiyar bütün bir halk hâkim sınıf devletine karşı savaşmış ve yenilmiştir. Galip sayılır bu yolda mağlûp! Biz bu yıl Malazgirt’in 950. yıldönümünü değil, yenilenlerin gözünden Malya’nın 780. yıldönümünü kutlarız.

Onların tarihi, bizim tarihimiz

Sözün kısası, bugün Türkiye’ye hâkim olan gerici ideolojiler Malazgirt meydan muharebesini 950. yıldönümünde İslam’ın ve Türklüğün büyük zaferi olarak kutluyorlar. O onların tarihidir.

Bu topraklarda sadece o hâkim sınıf ideolojilerinin değil emekçi halkın da sahip çıkacağı mücadeleler yaşanmıştır. Hem de ne büyük boyutlarda hem de ne kadar çok. Yüzyıllar boyunca Anadolu’nun toprağından sadece buğday, mısır, fındık, incir, üzüm fışkırmamıştır, kuzucukların melemeleri keçilerin seslerine karışmamıştır. Bütün bu maddi zenginliği üreten halk aynı zamanda hakları, çocukları, dirliği için ayaklanmış, isyanlar, ihtilaller yaratmıştır.

Sizin tarihiniz fatihlerin tarihidir. O tarihte ezdikleriniz sadece “küffar” değildir. Kendi insanlarımızı sömürmeyi ve ezmeyi zaten o ötekileri ezmek için temel almışsınızdır hep.

Bizim tarihimiz ise bütün maddi zenginlikleri yaratan emekçi halkın ortak mücadelelerinin tarihidir.

Siz zalimlerin zulmünü över, ondan gurur duyarsınız. Çünkü hâlâ onlar gibi davranıyorsunuz. O zulüm gerçekten sizin atalarınızın tarihidir. Biz mazlumların mücadelelerinden gurur duyuyoruz. Çünkü bugün işçinin, emekçinin kurtuluş mücadelesine ilham veriyor bunlar.

Tarihi kavrayışımızı ayırmak çok kolay: Siz zalimlerin yanındasınız, biz mazlumların.

Sonunda mutlaka biz kazanacağız.