İçe çökme
Patlama dışa doğru bir harekettir. Bir binada patlama olursa çevresi de zarar görür. Ama fizikte bir başka patlama biçimi de var. Buna “içe patlama” deniyor. Mesela artık kullanılmaya müsait olmayan bir binanın, taşıyıcı elemanlarına bağlanmış patlayıcılar sayesinde çevresine zarar vermeden çökertilmesi “içe patlama”nın tipik bir örneği. Batı dillerinde olağan patlama “dış” anlamına kullanılan “ex-” ön eki le anlatılıyor: “explosion”. “İçe patlama” özel türü ise “iç” anlamına gelen “im-” ön ekiyle: “implosion”.
Türkiye bir “içe patlama” ya da “içe çökme” sürecinden geçiyor. Bunu anlatmak için Gerçek gazetesinin Mayıs sayısında yayınlanan bir yazının başlığını hatırlatarak başlayalım: “İstibdadın yeni ‘Rabia’sı: İsrail, BAE, Suud ve Mısır”. Yazı, Erdoğan hükümetinin, Ortadoğu’da yıllardır kavgalı olduğu birtakım ülkelere, yani yukarıda sayılan dörtlüye son zamanlarda nasıl adım adım yanaştığını, onlarla ilişkilerini nasıl “normalleştirdiğini” anlatıyordu. Peki, yazının bu dört ülkeyi (BAE, hatırlanacağı gibi Birleşik Arap Emirlikleri’nin kısaltması) “yeni ‘Rabia’” olarak nitelemesinin anlamı neydi?
Rabia Arapça “dört” demek. Burada da dört ülke var. Ama durup dururken “yeni ‘Rabia’” denmiyor. Erdoğan’ın bir de “eski ‘Rabia’”sı var. İşin inceliği orada yatıyor.
Eski Rabia, Mısır’ın başkenti Kahire’nin büyük meydanlarından biri olan Adeviyetül Rabia’dan geliyor. Mısır’da 2012 yılında cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi, 2013 Temmuz ayında Genelkurmay Başkanı el Sisi yönetiminde bir darbe ile devrildikten sonra taraftarlarının toplandığı bu meydana ordu ateş açtı ve yüzlerce Mursi taraftarını öldürdü. Bu ayın 14’ünde bu olayın 9. yıldönümü geliyor. İşte eski Rabia bu.
Mursi, İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüne mensuptu. İhvan 2011’de patlak veren Arap devrimleri dalgası içinde büyük bir atak yapmıştı. İhvan, bilindiği gibi, Sünni Arap dünyasının her ülkesinde birer seksiyonu olan bir enternasyonal hareket olarak örgütlenmiş köklü bir akımdır. Bu atak esnasında İhvan Mısır’ın yanı sıra Tunus, Fas, Ürdün, ve Suriye’de güç kazanmıştı. Ayrıca Filistin’de Hamas da İhvan yanlısı bir örgüttü. Bütün bu uluslararası faaliyetin mali ve ideolojik merkezi ise Körfez ülkelerinden Katar’dı. Katar, İhvan’ın üreme merkezi idi.
Tayyip Erdoğan 2011’den itibaren bu uluslararası hareketi müttefik olarak kabul etti, dış politikasını bu doğrultuda kurdu, İhvan’ın bu atağının başına geçerek Ortadoğu ve Kuzey Afrika (genel olarak MENA bölgesi olarak anılır) ülkelerinde bu sayede hâkimiyet sağlamaya çalıştı. 2013’te Rabia meydanında yüzlerce ölüm yaşandığında bunu davasının simgesi haline getirdi. Bugün hâlâ kendisinin ve AKP’nin simgesi olarak görülen el işaretini de Rabia “dört” demek olduğu için benimsedi.
Biz Erdoğan’ın bu dış politikasına dayalı stratejik yönelişine, yani İhvan’ın güçlü olduğu, Sünni Arap üstünlüğü altındaki ülkelerde hâkimiyet kurma tarihî hedefine “Rabiacılık” adını verdik. Yalnızca Erdoğan’ın değil, onun esas temsilcisi olduğu Türkiye burjuvazisinin yükselen kanadı olan İslamcı burjuvazinin çok geniş kesimlerinin, bu stratejiyi Hilafeti yeniden tesis etme yüksek hedefine gidişin yolu olarak benimsediğini ısrarla söyledik. Hatta, yıldan yıla koyulaşan istibdad rejiminin de dışarıdaki bu iddialı, hatta maceracı arayışta ana üssün sağlam tutulması zorunluluğunun bir gereği olarak ortaya çıktığını da vurguladık.
Rabiacılığın çöküşü
Bugün Rabiacılık enkaz halindedir. Mısır’da yediği darbeden toparlanabileceği umuluyordu, olmadı. Tersine, iktidarda olduğu ya da çok güçlü olduğu başka ülkelerde de çöktü. Fas’taki seksiyonu son seçimlerde birinci parti konumundan aşağılara düştü. Tunus’ta parlamento kendini zor gizleyen bir darbe ile feshedildi, şimdi yeni ve despotik bir anayasa yine zor gizlenen bir Avrupa Birliği prodüksiyonu olarak yeni bir rejim kurmak amacıyla gündemde. Suriye iç savaşında önceleri güç kazanan İhvan, şimdi ülkenin bir köşesine sıkışmış durumda. Hamas bile İhvan’dan destek alamadığı için yüzünü İran’a döndü, şimdi İsrail’le “normalleşme” süreci içinde AKP hükümetinden aldığı desteği de yitiriyor. Katar Körfez ülkeleri arasında yalıtılmış durumda.
İşte “yeni ‘Rabia’” bu gerçekliğin ürünü, madalyonun öteki yüzü. Tabii, bu bir kelime oyunu, çünkü bu dörtlünün üçü, yani Suud, BAE ve Mısır, İhvan’ın Arap dünyasındaki kanlı bıçaklı düşmanı. Dolayısıyla, eski Rabiacılığın yerini alan bir şey yok. Erdoğan’ın dış politikası yeniden başlangıç karesine dönüyor: Yani genel yöneliş bakımından Menderes’ten beri ana doğrultu olan NATO’culuğa, MENA bölgesinde ise temeli Trump döneminde atılan, Biden yönetimi tarafından toptan devralınan “İbrahimî anlaşmalar” denen politik yöneliş doğrultusunda, İsrail-Arap ülkeleri yakınlaşması stratejisi çerçevesi içinde Amerikancılığa. İşte dört ülke ile son dönemde kurulan (Mısır söz konusu olduğunda kurulmaya çalışılan) yakınlık bu “başa dönme” halinin bir ifadesidir.
“Strateji” dedik. Stratejide çöküş başka şeye benzemez. Burada ana hedefe ulaşmak üzere benimsenmiş bir stratejinin iflas etmesi söz konusudur. Bu alanda yenilginin ağır sonuçları olacağı açıktır. Öyleyse önümüze şu soruyu koymalıyız: Tayyip Erdoğan’ın Rabiacı stratejisinin çökmesinin sonuçları neler olabilir?
Bunu anlamak için Rabiacılığın da Hilafetin de ardında yatan maddi güdüleri anlamamız lazım. Bu strateji ve bu hedef, Türkiye ekonomisinin 1980’li yıllardan itibaren dünya ekonomisiyle bütünleşme yönelişi bağlamında burjuvazinin dış pazarlar, dış kaynaklar (özellikle petrol ve doğal gaz) ve dış yatırımlar konularında geliştirdiği ihtiyaçların büyüyen ölçekte karşılanmasına hizmet etmek için benimsenmiştir. Yani temelde sermayenin, hâkim sınıfların ekonomik çıkarlarının politik ve ideolojik bir kılıkta diplomasiye uygulanmasıdır söz konusu olan. Şimdi Rabiacılığın çöküşü ile birlikte bu alanda beklenen birçok atılımın da akamete uğraması, sonuçsuz kalması doğal bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.
Dış politikası ve bunun amacı olan yeni pazarlar ve kaynaklar üzerinden sermaye birikimi arayışı iflas eden iktidar şimdi bir bakıma zeminini yitirmiş olmaktadır. AKP hükümeti burjuvazinin bütünü nezdinde itibarını sermayenin başka pazarlara açılımının yolunu hazırlamasına ve işçi sınıfının mücadelesini kıskıvrak bağlayarak ekonomide burjuvazinin son derece olumlu sonuçlar elde etmesini sağlamasına borçluydu. (İslamcı kanat açısından ayrıca Batıcı-laik kanada karşı mücadele açısından ek bir değer taşıyordu. Bu, yazımızın konusu dışında kalıyor.) Ama şimdi sadece dış politika çökmedi. Aynı zamanda ekonomide devasa bir kriz yaşanıyor. AKP burjuvaziye bugün ne yeni kârlı pazarlar vadedebiliyor ne de düzgün işleyen, geleceğin güvenli bir manzara arz ettiği, iyi işleyen bir ekonomi.
AKP’nin burjuvazi açısından parlak döneminde Türkiye burjuvazisi yabancı pazarlara kâr kapısı olarak bakıyordu. Şimdi işler tersine dönmüştür. Türkiye Arap petro-dolar serveti için bir kâr kapısı olarak belirmiştir. Şimdi Türkiye’nin varlıkları başka ülkeler sermayesinin ganimet olarak hedefi haline geliyor. (Bunun tek istisnası Erdoğan’ın ve etrafındaki burjuva kanatların hâlâ derinleşerek süregiden Afrika macerasıdır. Buna ileride döneceğiz.)
İşte içe çökme bunun ürünüdür. Dışarıda tutunamayan AKP iktidarı ve onun has temsilcisi olduğu burjuva kanatları, Rabiacılık ve ekonomi iflas edince kendi içine dönmüş, kavgaya tutuşmuştur. Yarı-askerî rejimin içinde tekrar ve tekrar ortaya çıkan çelişkiler bunun ürünüdür.