Solun cehalet peçesi ile imtihanı! (Serkan Mercan (Radikal2, 15.06.08) - 01-07-2008)

Bir tarafta görünen gerçeğin kurgulanma biçimini sorgulamadan kabul eden, toplumsal eşitsizlikleri doğal olarak algılama eğilimini tarihsel ve kuramsal olarak içinde barındıran liberalizm... Diğer yanda, görünenin ardına ulaşma çabasını tam da “bilimin” kendisi sayan, sadece “başka bir dünya mümkün” fikrini yayan değil o dünyanın kurulabilme dinamiklerini açıklayan Marks(izm). Öte tarafta ise Frankensteincılık yapma isteğini ısrarla sürdüren her yanıyla eklektik bir “sol-liberalizm”.

Dinozorlar

Aslında solun liberalizme olan yakınlaşmasının nedenleri hep konuşuldu. Herkesin kabul ettiği bu yakınlaşma 1980’ler ile başladı ve 1990’larda hızlandı. Liberalizmin galibiyetinin kutsanma aracı haline gelip “tarihi sonlandıran” SSCB’nin çökmesiyle gündemleş(tiril)en “küreselleşmenin” icat edilmesi, sol entelektüeller içinde zaten varolan bir damarı besledi ve sol-liberalizm ya da Türkiye için daha popüler bir jargon ile “Birikimcilik” güncel olayların tartışılma biçimlerine ve “sol” siyasal mücadelelere çerçeve kazandıran bir meşruiyet kazandı.

Bu artan meşruiyet aynı zamanda, “Ortodoks”/dinozor solcuların gayrimeşruiyetini besledi. Her şeyin “yenisi” çıktı. Her şey değişmiş, hiçbir şey aynı kalmamıştı artık. Değişmeyen tek şey bu dinozorlardı. İşte tam da bu “topyekûn değişim iddiaları”, sermayenin krize girdiği anlarda liberal entelektüellerin sarıldığı bir söylem haline geldi. Sürekli değişiyorduk ve her şeyin sonu geliyordu. Küreselleşme ile bu süreç zaten şirazeden çıkmıştı. Katı olan buharlaşmış ve buhar olanın katı olanın bir hali olduğu unutulmuştu. Bu unutuşun içindeki postmodern kaybolmuşluğun entelektüel yansıması kendini “sol-liberalizm” olarak gösterdi. Bu nedenle, sol-liberalizmin temsilcilerinin entelektüel birikimlerini sorgulamak değil ama “iyi niyetlerinin” temellerini tartışmak kritik bir önem kazandı.

Sol-liberal entelijensiyayı etkileme konusunda ANAP’tan bir adım ileri giden AKP’ye gösterilen “iyi niyetler”, sol düşüncenin postmodern tahrifatının son örneği haline geldi. Böyle bir tahrifatın izleri, hegemonya kavramının nasıl anlaşılması/kullanılması gerektiğine dair bilgisinden kuşku duymadığımız Keyman’ın bakış açısında görülüyor.

“Muhafazakârlık modernleşmenin içindedir” (26 Mayıs, 2008, Yeni Şafak) diyen Keyman, her şeyden önce bahsettiği liberalizm-Marksizm eklemlemesinin sonucu olarak orijinal hegemonya kavramına sınıf dışı bir içerik kazandırdı. Böyle bir içeriğe sahip kavramsallaştırmayla şu sonuca ulaşıyor: “Muhafazakâr modernleşme temelli hegemonik Türkiye vizyonu”nun karşısına “adaletli, laik ve demokratik Türkiye vizyonu” yaratmanın “sürdürülebilir ekonomik kalkınma-demokrasinin derinleşmesi ve insani güvenlik eksenine” yerleştirilmiş bir “üretim-kimlik-çevre” eksenli vizyonla ulaşılabilir.

Bizim anladığımız kadarıyla ise, sınıf mücadelesinin dinamikleri dolayımıyla sürekli yeniden üretilen bir toplumsal süreç olarak hegemonya, kabaca hâkim sınıf fraksiyonunun entelektüel ve ahlaki önderliğinde kurulmuş, ezilen sınıfların çıkarlarını içerme kapasitesiyle özgünleşen sermaye ilişkisinin bir iktidar biçimidir. Ve Keyman’ın da fark edeceği üzere, Türkiye’de bugün, sınıfsal eşitsizliklerin sürdürülmesiyle sermayenin iktidarının sürekliliğini sağlama adına var edilen “muhafazakâr-demokrat” hegemonyanın varlık koşulu, onun entelektüel-moral önderliğinin geliştirilmesidir. İşte bu önderliğin pekiştirilmesine hizmet edercesine kullanılan ve eşitliği değil hakkaniyeti (equity) temel alan Rawls’un “adalet” teorisi, Keyman’ın sol-liberalizmine hâkim olan bir bakış açısına tekabül ediyor. “Türkiye’nin, Marx’ ın hayaletleri kadar siyasal liberal ilkelere de gereksinimi vardır” derken böyle bir eklemlenmenin gerekliliği üzerine duruyor. “Türkiye’nin iyi, adaletli ve demokratik yönetiminin normatif ve kuramsal temelinin” bu şekilde oluşturabileceğini düşünen Keyman, kavramsal çerçevesine Rawls’un yanına bir de J. Habermas’ı ekleyerek tespitlerini “normatif” bir temele oturtmaya çalışıyor. Fakat, bu normatifliğin örtemeyeceği bir gerçeklik olarak “sermaye ilişkisi”, Habermas’ın sofistike indirgemeciliğini kavramsallaştırdığı “sistem/yaşam dünyası” (system/lifeworld) ikiliği ile anlaşılamaz. Böylelikle bu eklemleme çabaları (Frankensteincılık) ile anlaşılamaz hale getirilen toplumsal gerçekliğin içinde şu sloganı popüler kazandı: Ne Marksizm ne liberalizm ama sol-liberalizm! Ya da hem Marksizm hem liberalizm!

Aydın afyonu

Sol-liberallerin, Küçükömer-Mardin çizgisindeki bir merkez-çevre ikiliğine dayanan Türkiye tahlilleriyle birlikte yürütülen tüm bu eklemleme çabaları (Sol-liberalizmin Frankensteincılığı) adeta toplumsal olanı bir “peçeyle” örtüyor. Ve görünen gerçek ile eklektik bir ilişki kurulmasına ve anlaşılmamasına neden oluyor. Bu eklektik bakış açısının varlık sebebinin tartışılması ve içi boşaltılan kavramların yeniden tanımlanması elzemdir.

İlk iş, görünen gerçeği örten peçenin kaldırılması ve ardındaki sermaye ilişkisinin varlığının deşifre edilmesidir. Bu, hegemonyanın kuruluş sürecinde zor ve rızanın nasıl ve ne için kurgulandığının anlaşılmasına ışık tutacaktır. Bu bakış açısı, Mutman’ın “1 Mayıs’taki aşırı tavrı zorunlu kılan ne? Sungur ve İnsel’in açıklama tarzında, burjuva ve merkez terimleri verili bir özne konumuna gönderme yapıyor ama olayı, ilişkiyi açıklamıyor...” derken ifade ettiği ilişkiyi açıklamakda faydalı olacaktır. Bu ise, “Marksizm’le tartışma” (Baskın Oran, 18 Mayıs 2008, Radikal İki) ile değil “Marksizm ile tartışma” dolayımıyla, görünenin tarihsel materyalist tahlile tabi tutulması ile mümkün olacaktır. Çünkü “gerçek” olarak karşımızda duran ile girdiğimiz ilişki biçimi toplumsaldır. Ve “görünen gerçeğin” arkasındaki “görünmeyeni” aramanın analitik araçlarının yaratılması sadece Marksizm’in yöntemi olan diyalektik materyalizmle mümkündür. Sonuç olarak, “Marksizm ile tartışma”ya devam etmeyi anlamlı görenlerin bu eklemlenme teorisi ile hesaplaşması kaçınılmazdır.

Marx’ın ateist olup olmadığının da sorgulandığı şu günlerde veciz ve tartışmayı kışkırtıcı bir benzetmeyle yazıyı bitirmek anlamlı görünüyor: “Din çaresiz kalmış yoksulların, sol-liberalizm ise fildişi kulesinde oturup ülkesinin dinamiklerine sırt çevirmiş ve umudunu yitiren Türkiye aydınının afyonudur”.

1. ‘Veil of ignorance’ (Cehalet Peçesi) kavramı, siyasal liberalizmin önde gelen temsilcisi J. Rawls tarafından adalet teorisinin olmazsa olmazı olarak kurgulanmıştır. Bu kavramı, simgesel olarak kurgulanmış bir peçenin yardımıyla tüm toplumsal farklılıklarından arınmış bireylerin (eşitlik temelinde değil hakkaniyet temelinde), adaletli bir toplum oluşturmak adına kafa kafaya verip düşünmelerini ve hareket etmelerini sağlayacak düşünme ve öteki ile ilişki kurma biçimi olarak özetlemek mümkün.