'Konuşan' sol ne konuşuyor? (Mahmut Mutman (Radikal2, 01.06.08) - 01-07-2008)
Her şeyi bilen Marksizm
“Sol Liberalizmin Doğası” başlıklı yazısında Mustafa Kemal Coşkun, AKP’nin de CHP kadar gerici politikalar ürettiğini söylüyor ve bunu doğrudan ekonomi politikasına bağlıyor. Anlamlı bir nokta. Gelgelelim bundan sonra beni gerçekten de şaşırtan bir şey oluyor; liberal solcuların AKP’yi destekleyen cümleleri bulunup dolayısıyla solcu olmadıkları ispat ediliyor. Oysa sorun basitçe “solcu olmamalari” değil, “Marksizmle ilişkiyi kesmiş” olmalarıydı. Halbuki Coşkun ne kadar önemli bir çelişki saptamış aslında: Demokratikleşme, aynı anda özelleştirme ve sosyal hakların ortadan kaldırılması ve kısıtlanmasını gerektiriyorsa, hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaktır. Üstelik bu öyle basitçe AKP’nin de liberalizmin de değil, küresel liberal-demokratik kapitalizmin, yani sistemin çelişkisidir (daha Marksist bir dille söylersek, sermayenin soyut mantığının yol açtığı sürekli ve yapısal olarak çelişik gelişme/gelişememe dinamiğidir). Politik çıkarlarının gerektirdiği gibi ABD Müslüman bir ülkede demokrasi örneği, AB kendi liberal-demokratik yapısının parçası bir Türkiye isterken, eğer aynı anda ekonomi politikalarından vazgeçmiyorlarsa bunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyecekler. Yok eğer, Türkiye’yi ekonomik aygıtları IMF aracılığıyla disipline etmek istiyorlarsa, demokrasiden vazgeçmek zorunda kalacaklar, çünkü o zaman başka çelişkiler harekete geçecek ve güç ilişkileri farklı etkilenecek. Coşkun’un tam konuşması gereken yerde susması, meseleyi bir problem saptamak, bir tartışma yapmak olarak değil de, yanlışlara karşı doğruyu beyan etmek olarak görmesine dayanıyor. Coşkun, Nicos Poulantzas’dan alıntı yapıyor, ama zamanın Yunan solunda “dış” değil “iç” KP’ye yakın olan bu siyaset bilimcisi ezbere konuşmazdı; iktidar ve devlet biçimlerinin özgüllüğü ve çeşitliliği ya da kapitalizmin ilerici ve gerici boyutları gibi konularda özellikle hassastı. Halbuki, Coşkun’un Türk burjuvazisinin hegemonik bir sınıf olamamasını müphem bir “sınıfsal ihtiyaçlar” nosyonuna bağlaması tam da açıklanması gereken noktanın bildik (!) bir kavrama indirgenivermesi. “Burjuvazinin zayıflığı”, ancak Türkiye’nin Belçika veya İsveç olmadığını söylemek kadar anlamlı.
Bizde sorun yok
Eğer Coşkun’un yazısı malumun bir kez daha ilanı ise, Baskın Oran’ın yanıtı “bizde sorun yok, sorun sizde” biçiminde ifade edilebilir. Sungur Savran, Oran’a göre seçimde hata yapmış, öyle olsun... Şu anda adam sizin çözümlemenizin sorunlu olduğunu söylüyor. Oran’ın “ben de Marksistim, asıl hata senin” diye yanıt vermesinin anlamı var mı? Bu konuları çalıştığını bildiğimiz Oran’dan beklenen, kendi ulus-devlet çözümlemesine dönerek bir kez daha düşünmesi ve ona göre bir yanıt vermesi, çözümlemesinin kendince önemli noktalarını hatırlatması, belki düzeltmesi, vb. değil miydi? Önemli olan Oran ya da Savran değil ki, tartışılan konu.
Keyman’ın yanıtı da özünde aynı “sorun yok” tavrının yumuşak, nazik bir versiyonu. Keyman kendisini, Marx’ı içeren ve Kant’ı izleyen saygın bir sol geleneğe (Habermas, Rawls, Dworkin, Benhabib) ait gördüğünü belirtiyor. Fakat Kant ve Marx okumaları bu düşünürlerden tamamen farklı olan Derrida’nın, yazısında ne aradığını anlamak güç. Asıl sorun ise şurada: Zaten eleştirilen şey, kendisinin Kant’a yakın olduğu besbelli liberal pozisyonuyken, yani birisi zaten “Marx nerede?” diye sormuşken, Keyman niçin isim sıralayan ve genel önermeler veren birkaç paragraflık bir pozisyon beyanına gerek görmüş ki? Vermesi gereken yanıt yazısının sonuna doğru geliyor. “Marx’tan öğreneceğimiz çok önemli ders”: AKP, küresel pazar değerleriyle dinsel/geleneksel değerleri eklemleyen, Güneydoğu Asya modelinde bir muhafazakâr hegemonya inşasına girişmiştir. Ne kadar doğru bir saptama. Şu anda bunu söylemek durumunda kalmam hoş değil ama yaklaşık 14 yıldır çeşitli yazılarımda İslamcılık hakkında (özellikle Fethullah Gülen çevresindeki ideolojik oluşuma dikkati çekerek) bu analizi ileriye sürmüş (üstelik Keyman’ın muhatabı olduğu liberal sol tartışmasına bir hafta önce doğrudan katılmış) birisi olarak, dost bildiğim bir insanın satırları arasında adıma tek referans olmamasından ciddi bir rahatsızlık duydum. (Meraklıları şu yazılara bakabilir: ‘Kriz ve Değer’ Toplum ve Bilim, No. 63 ve özellikle ‘İnsanlığın Kıyısında: Haklar’ Toplum ve Bilim, No. 87.) Elbette aynı nokta Keyman’ın da aklına gelmiş olabilir. Ne var ki, ben özellikle ayrıntılı bir çözümleme geliştirmişken, böyle konularda hiçbirimiz birbirimizden bu kadar habersiz olma hakkına sahip olamayız. Pheng Cheah’dan uyarladığım bu analizin Türkiye’nin özgül tarihsel belirlenimleri içinde pek çok garip çelişkiye yol açtığını göstermiştim (özellikle ‘Haklar’ yazısının 50.-53. sayfalarında). Bunlardan sadece bir tanesine değineyim: Aslında söz konusu organik-otoriter-milliyetçi Asya kapitalizmi modeli sadece İslamcılığa değil, ulusalcı-milliyetçi cepheye de tamamen uyar ve onların da mantıksal olarak orada yer alması gerekir (Gülen cemaatinin tüm “iyi niyetiyle” kendilerine anlatmaya çalıştığı gibi). Ama Türkiye’nin özgül tarihi buna izin vermiyor; özünden soyutlanmış bir laiklik anlayışının ve bürokrasinin seçkinci ısrarının bu ülkede yarattığı özgül çelişkiler zincirinin, kültürel anti-Batıcı bir kapitalizmi AB yanlısı reformculukla yanyana getirmesi, -ki son derece sallantılı bir görüntü- günümüz kapitalizminin yarattığı en ilginç oluşumlardan birisi kuşkusuz... İşte size garip, çözümsüz düğümüyle laboratuvar ülke Türkiye! Keyman’ın yazısını “hem Marx hem liberalizm” gibi “doğru” ve “sevimli” bir uzlaşıcı önermeyle bitirmesi, onun söz konusu AKP analizini bir kalıp gibi aldığını ve bu analizle düşünemediğini gösteriyor korkarım... Bugün solun, verili, majör siyasal düzlemde içtenlikle savunması gereken amaç elbette liberal-sosyal-demokratik hukuk devleti olmalı. Ama verili siyasal alan, dinciliğin, milliyetçiliğin, merkezciliğin, vb. akımların anavatanıdır ve onlar birbirleriyle sizin konuşamayacağınız biçimlerde konuşur. Minör alanda, yani toplumsal ve düşünsel bir mücadele vermeksizin demokratik gelişme hep kör topal kalacak.
Eğer bu yazılar dikkatle okunursa görülecek ki, problem saptayamıyoruz, kendimizi savunmadan konuşamıyoruz, birbirimizi takdir edemiyoruz, tüm konuşma kipliğimiz hakikatleri, doğruları, pozisyonları beyan etmeye dayanıyor... Varolan “sol” siyasal öznelliğimiz ve dilimiz, karşı olduğumuzu düşündüğümüz siyasal kültürün bize bıraktığı en sinsi miras. Bırakın şu veya bu versiyonu, solcu olsak kaç yazar? Mesele, fikirlerin, pozisyonların “ne” olduğundan ziyade nasıl olduğunda...