Barajlar sultanı
Tayyip Erdoğan’ı göklere çıkarmak için demediklerini bırakmıyorlar. Ama en keskin yargı şu: Erdoğan, Adnan Menderes’in rekorunu kırmış. Menderes ardı ardına üç seçim (1950, 1954, 1957) kazanmıştı. Ama üçüncüsünde oy oranı ikincisine göre düşmüştü. Oysa Erdoğan oy oranını her seçimde arttırdı. 2002’de % 34, 2007’de % 47, 2009’da % 50. Yani Erdoğan Türkiye tarihinin en başarılı politikacısı bu bakımdan. Tabii bir kez böyle yargılara ulaşılınca, peşi sıra açıklamalar geliyor. Erdoğan’ın bu rekor performansının nedenleri dâhiyane teorilerin konusu oluyor. Bütün bunların yanına bir de yenilmezlik duygusu ekleniyor. Artık Erdoğan’ı demokratik yollardan indirmek mümkün değildir.
Erdoğan’ın üçüncü kez Kürt hareketi hariç herkesi yenilgiye uğrattığı konusunda kuşku yok. Ama Menderes’in rekorunu kırması, oylarını her seçimde arttırması, yenilmezliği falan bütün bunlar Erdoğan’ın ya da AKP’nin marifeti değil. Görelim.
İrkiltici paralel
Şuradan başlayalım. Erdoğan’ın rekortmenliğini öven insanlar, başka bir noktayı da hiçbir şeyin farkına varmadan, masum bir şeymiş gibi, tam da Erdoğan’ın lehine kullanmak üzere vurguluyorlar. Diyorlar ki, 2011 seçimleri sonucunda halkın % 95’inin iradesi meclise yansımıştır. Yani seçmenlerin % 95’inin oy verdiği parti meclise girmiştir. İlginç bir gözlem. Normali bu değil midir zaten? Ama onlar da biliyorlar ki, 12 Eylül Türkiye’sinin koşullarında bu böyle olmaz. Mesela, bir önceki genel seçimde, yani 2007’de halkın sadece % 85’inin iradesi meclise yansımıştır. Ama daha da ilginç olan, 2002 seçimleridir. En gençler yaşamadılar, hatırlatmak gerekir. O dönemde, muhalefetin en önemli argümanlarından biri idi şimdi dikkat çekeceğimiz olgu. 2002 seçimlerinde, oy kullanan seçmenlerin sadece % 53,7’sinin iradesi meclise yansımıştır. AKP % 34,3 oy oranıyla meclise 363 milletvekili sokmuş, CHP de % 19,4 ile 178. Buna 9 sandalye kazanan bağımsızları da katalım (bunların Kürt hareketi ile hiç ilgisi yoktur). Bütün bağımsızların aldığı toplam oy % 1’dir. Sonuç, % 55’e yuvarlanabilir.
Şimdi ortada iki paralel seri var. AKP’nin oyları 2002’den 2011e düzenli olarak artıyor: % 34, % 47 ve % 50. Bundan ayrı olarak, seçmenlerin oy verdiği partilerin mecliste temsil edilme oranı da 2002’den 2011’e düzenli olarak artıyor: % 55, % 85, % 95. Yuvarlak sayılar, hatırlanması kolay!
Tayyip Erdoğan’a övgüler düzen, anglo saksonların deyimiyle “pundit”ler (yani çok bilmiş gazeteciler, yazarlar vb.) bu ikisi arasında acaba bir ilişki var mıdır diye hiç sormuyorlar. Acaba var mı? Varsa bunun anlamı nedir?
Bunu anlamak için ikinci diziye tersinden bakmak, muammayı çözmek bakımından ilk adımı atmak demektir. İkinci dizinin tersi nedir? Seçmenlerin oy verdiği partilerin meclise girememesi anlamında seçmenin iradesinin meclise yansımaması. Yansıma değil yansımama. Ona ne olmuş? Gittikçe düşmüş bu oran: 2002’de dudak uçuklattırıcı bir % 45. Yani seçmenin neredeyse yarısının kullandığı oy boşa gitmiş. 2007’de % 15’e düşmüş bu. Keskin bir düşüş. 2011’de ise % 5’e. Artık neredeyse istatistik açıdan ihmal edilebilir bir düzeye. Dokuz yıl içinde bu kadar radikal bir değişiklik var. Kimse neden diye sormuyor. Bu işte bir bit yeniği olmalı.
Küçük parti övütme makinesi
Bunu şimdilik bir kenara bırakarak ikinci bir ilginç gelişmeye işaret edelim. 2002’den bu yana, aralarında eskiden gayet kudretli günler yaşamış olanlar da olan bir dizi parti silinip gitmenin eşiğine gelmiş durumda: DYP, ANAP, Saadet Partisi, DSP, BBP, bir ara yıldızı parıldayan Genç Parti var bunların arasında. Bu partilerin 2002 seçimlerinde aldıkları toplam oy oranı (İsmail Cem’in Yeni Türkiye Partisi’ni de DSP geleneğinin devamı olarak kabul edersek) koskoca bir % 27,4. Hiçbiri meclise giremeyen partiler için müthiş yüksek bir oran elbette. 2007’de bu % 10,7’ye düşüyor. 2011’e gelindiğinde bu partilerin aldığı toplam oy oranı zavallı bir % 3,75! Dokuz yıl için oldukça radikal bir değişiklik. Yani yine paralel bir gelişme var. Ama kimse neden diye sormuyor.
Şimdi denebilir ki, AKP ve Tayyip Erdoğan çok başarılı hizmetler vererek halkın gönlünü öyle bir kazandı ki, bu zavallı partilerin altını oydu, bunların oyları bu yüzden tepe taklak düştü. Teorik olarak mümkün.Yalnız küçük bir ayrıntı var. İş AKP ile sınırlı kalsa, bu açıklama üzerinde biraz tartışabilirdik. Ama garip birşey oluyor. 2002’den 2011’e sadece AKP’nin oy oranı artmıyor. Aynı zamanda, meclise temsilci sokabilen öteki partilerin de oy oranları ciddi bir artış gösteriyor. (Kürt partilerini bu tartışmanın dışında tutuyoruz, çünkü burada geçişkenlik sıfıra yakın.) CHP ile MHP’nin toplam oy oranları, 2002’de % 27,7. (O seçimde MHP barajın altında kalıyor, meclise ancak barajı aşmayı başardığı 2007’de girebiliyor.) 2007’de bu ikisinin toplam oy oranı % 35. 2011’e gelindiğinde ise % 39. AKP’nin hükümetteyken oy oranındaki artış dokuz yılda 15,7 puan. Muhalefetin oy oranındaki artış aynı sürede 11,3 puan. Karşılaştırılabilir oranlar. Artış hızına bakarsanız ilkinde % 46, ikincisinde % 41. Bu farka istatistik olarak çok büyük bir anlam atfedilebileceğinden kuşkuluyum.
Öyleyse, AKP ve Erdoğan’a uygulanabilecek teoriyi bunlara da uygulamak gerekiyor. CHP ve MHP o kadar iyi bir muhalefet sergilediler ki, 2002’den 2011’e neredeyse silinen partilerin seçmenlerinin bir bölümünün gönüllerini kazandılar. Toplam oy oranları, dokuz yıl içinde bu yüzden % 27,7’den % 39’a çıktı. Bu açıklama, siyasetten biraz anlayan insanlara bir teori olarak epeyce gıdıklayıcı gelecektir. Hemen hemen herkes biliyor ki, dokuz yılın sekizinde CHP’nin başındaki Baykal ile bütün bu dönem boyunca MHP’nin başında kalmış olan Bahçeli, kitleleri kolay kolay cezbedemeyecek politikacılardır. Eğer Erdoğan’ın büyük cazibesi bunlar kadarsa, o zaman “rekor”unu da ciddiye almamak gerekir!
“Mucize”nin sırrı
Demek ki, 2002’den bu yana bazı partilerin neredeyse silinmesini Erdoğan’ın mucizevi başarısında aramak yanlış. Bu kavrandığında, aslında nedenselliğin tam tersine olduğu ortaya çıkıyor: 2002’den bu yana barajı geçmiş partilerin oylarının ve oy oranlarının sürekli artışının nedeni, 2002’de barajı aşamamış partilerin seçmenlerinin her seçimde artan oranda oylarının boşa gitmesini önlemek için barajı aşacağı kesin olan partilere oy vermesidir! Bunun tek istisnası, 2007’de barajı aşmayı başaran MHP’dir. Şayet MHP 2007’de barajı aşamamış olsaydı, bugün oy oranı muhtemelen Saadet Partisi’nin % 1,25’inden ya da Demokrat Parti’nin % 0,65’inden farklı olmayacaktı. (Yine de MHP’nin bütün ötekilerden farklı olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye siyasetinin ana akımlarından birini temsil etmesi dolayısıyla, bu gelişmenin onun açısından aynı tempoda geçerli olmayabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.)
Demek ki, 21. yüzyılın Türkiye politikasının özgül bir siyasi yasası var: büyük balık küçük balığı yutar yasası. Bunun temelinde de 12 Eylül’ün % 10 barajının belirli bir özel konjonktürde, yani Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizi olan 2001 krizinin tanımladığı bir konjonktürde, oyların belirli partilerde toplanması sonucu oynadığı özel rol yatıyor. Yani, Erdoğan’ın her seçimde oy oranını arttırmasının ardında özel bir başarı falan değil, bu seçim sisteminin küçüğü büyük lehine ezmesi yatıyor!
Yukarıda ele aldığımız ilk paralel de zaten bunun ürünü. Meclise iradesi yansımayan seçmen oranının 2002’deki % 45’ten 2011’deki % 5’e düşmesi, bir rastlantının değil, doğrudan doğruya sistemin özelliklerinin sonucudur. Seçmenler, ilk tercih ettikleri partiye oy verdiklerinde o oyun boşa gideceğini gördükleri için kendileri için ikinci ya da üçüncü tercih olan, ama barajı aşacağı kesin olan partilere yönelmektedirler. Bu yüzden söz konusu oran azalmakta, hükümet partisinin de mecliste bulunan muhalefet partilerinin de oy oranları doğal olarak artmaktadır. Q.E.D.
Sağlama
Bu söylenenler, matematik kesinliklere yaslanıyor. Ama bir de sağlama yapmak ileri sürülen fikre daha kesin bir dayanak kazandırabilir. Sağlama işlemi, seçim sonuçlarını barajın etkisinden soyutlayarak inceleme yoluyla yapılabilir. Bunu yapmak için barajın uygulanmadığı bir seçim durumu olması gerekiyor. Şanslıyız ki bu tür bir seçim mevcut: yerel seçimler. Bu dönemde yerel seçimlerdeki sonuçları genel seçimlerle karşılaştırmak ilginç veriler sağlayabilir.
Yalnız buradaki sağlama işleminin çok kısıtlı olduğunu baştan belirtelim. Evet, yerel seçimlerde baraj yoktur, ama genel seçimlerdeki baraj sayesinde güçlenen partiler, yerel seçimlerden de kaçınılmaz olarak daha güçlü çıkacaklardır. Bunu açıklamak gereksiz olabilir, ama çok basit birkaç nedene değinelim: Genel seçimlerde başarılı olan partilerin kazanma olasılığı daha yüksek olacağı için en iyi adaylar ve kadrolar da, seçmenin önemli bir bölümü de yerel seçimlerde onlara yönelir. Genel seçimlerde başarılı olan partilerin hem devlet yardımı sayesinde, hem de özel kaynaklardan toplayabildikleri para daha çoktur. Genel seçimlerde başarılı olmuş partiler sürekli bir propaganda yapmakta, oysa meclise girememiş olan partiler sadece yerel seçimler döneminde adlarını duyurabilmektedirler. Vesaire vesaire.
Bütün bu kısıtlara rağmen, yerel seçimlerin sonuçları baraj kalktığı zaman küçük partilerin erimesinin yavaşladığını açıkça ortaya koyuyor. 2002 genel seçiminde baraja takılan partilerden DYP, Saadet, DSP ve BBP, 2004 yerel seçiminde 2002’den az da olsa daha iyi sonuçlar elde etmiştir. Oy oranı azalan, sadece işlevi Uzan ailesini meclise taşımak olan, dolayısıyla yerel seçimlere önem vermeyen Genç Parti ile tarihi bir çöküşe zaten girmiş olan ANAP’tır. Bu ikisi de dahil küçük partilerin toplam oy oranı olan % 22,4 ise, sadece üç yıl sonra yapılacak genel seçimlerde elde edecekleri toplam % 10,7’yle karşılaştırıldığında, barajın olmadığı bir durumda nasıl küçük partilerin de seçmenini muhafaza edebileceğinin bir örneğidir.
2009 yerel seçimleri daha da çarpıcı sonuçlar sunar. Küçük partiler 2007 genel seçimlerinde (yukarıda da belirtildiği gibi) % 10,7 oranında oy almışken, 2009 yerel seçimlerinde toplam oy oranları % 14,6’ya yükselir! Burada özellikle Saadet’in durumu dikkat çekicidir: İki sene önceki genel seçimde % 2,2 oy alan bu parti, yerel seçimlerde oy oranını % 5’e çıkarmıştır. DSP de 2002’nin % 1’ine karşılık 2009’da % 2,8 ile dikkat çeker.
Nihayet, tersinden bakarsak, AKP’nin 2009 yerel seçimlerinde oylarının 8 puan düşmesinin elbette ekonomik krizin ağır etkileriyle de ilişkisi vardır, ama bu aynı zamanda seçmenin ülke barajından korkmaksızın oy kullanması dolayısıyla elinin AKP’ye mahkûm olmamasıyla da ilgilidir.
Şişirilmiş zaferler
Öyleyse, varılacak sonuçlar ortadadır. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin genel seçimden genel seçime oy oranının artması, hiçbir şekilde popülaritesinin her geçen gün yeni doruklara tırmanmasına bağlanamaz. Sakat bir seçim sisteminin sapkın bir sonucudur. O kadar.
Bu yüzden Erdoğan’ın Menderes’ten ziyade Demirel ile karşılaştırılması daha sağlıklı sonuçlar verir. Bilindiği gibi Demirel’i övmek için uydurulan bir ad “barajlar kralı” idi. Erdoğan söz konusu olduğunda “sultan” tabii daha çok yakışır: “barajlar sultanı”!
İkincisi, yenilip yutulacak küçük balıkların artık sınırına gelinmiştir. Bundan sonra Tayyip Erdoğan ve AKP genel seçimlerde oylarını arttırırlarsa bu gerçekten başarılı politikaları dolayısıyla olacaktır. Burada başarı, orta boy balığın imhasıdır. Yani MHP’nin çökertilmesidir.
Bu bize başka bir şeyin sırrını da açıklıyor. Erdoğan’ın MHP’yi çökertme politikası seçime kadar değildir, uzun vadelidir.
Üçüncüsü, bu yapılamadığı takdirde görülecektir ki, AKP’nin yükselişi durmuştur.
“Pundit”ler bir dahaki sefere başka zaferler yaratmak zorunda kalacaktır.
Bu yazı 17 Haziran 2011 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.