20. yüzyılın Shakespeare’i: Bertolt Brecht (1898-1956)

Bu yıl dünya edebiyatının en büyük şairlerinden ve oyun yazarlarından William Shakespeare’in ölümünün 400. yıldönümü. İngiltere’de kapitalizmin şafağında, burjuvazinin yükselişinin emekleme çağında parlayan İngilizce’nin bu büyük üstadı, bütün dünyaya ölümsüz eserler armağan eden bu büyük edebiyatçı, dünyada ve Türkiye’de hak ettiği şekilde çeşitli biçimlerde anılıyor.

Ama bu yıl aynı zamanda, 20. yüzyılın en büyük oyun yazarı ve büyük şairlerinden biri olan Bertolt Brecht’in ölümünün 60. yıldönümü. Brecht 1956 Ağustos ayında hayatını yitirmişti. Siz kimsenin Brecht’i 60. ölüm yıldönümünde andığını duyuyor musunuz? Proletaryanın yükseliş çağının, komünist toplumun şafağının şairi ve oyun yazarını kimse anmıyor. Kimileri belki anmak istemiyor, kimileri belki utanıyor. “60. yıldönümüdür, 100. yılda anarız” demeyin, 60’ta unutulan 100’de hiç hatırlanmaz!

Diyalektik tiyatro

Oysa Brecht büyüklüğü ile burjuvaziyi bile büyülemiş bir edebiyatçıdır. Biz daha yeni tanık olduk buna tesadüfen. Birkaç gün önce hayatını yitiren ünlü İngiliz komedyeni Gene Wilder konusunda BBC radyosunda haberlerde sinema eleştirmeni Wilder’ın başarılarını anlatıyordu. Bir aşamada yaklaşık şöyle dedi: “Wilder’ı sadece hafif bir komedyen sanmayın sakın. O Brecht oyunlarında oynayacak kadar esaslı bir aktördü.” Bilinir, bir oyuncunun kalitesi eskiden beri “Shakespeare oynamış oyuncudur” diye anlatılır. Görülüyor ki, burjuvazinin eleştirmenleri şimdi Brecht’i de aynı diziye sokmuş durumda!

Brecht oyun yazarı olarak 20. yüzyıla damgasını vurmuştur: İster taraftar olsun, ister karşı, tiyatro ile ilgilenen hiçbir aydının kayıtsız kalamadığı bir anlayışın yaratıcısı ve en önemli temsilcisidir. Biz ne tiyatro konusunda derin bilgi sahibiyiz, ne de sanat kuramları konusunda kalem oynatmaya yetkin hissederiz kendimizi. O yüzden sadece okura daha fazla araştırması için ipuçları vermekle yetineceğiz. Brecht, kendi adıyla özdeşleşmiş olan “epik tiyatro”nun, “yabancılaştırma etkisi”nin, “gestus”un (jest) ve bunlara hizmet edecek sayısız sahneleme tekniğinin yaratıcısıdır. Bütün bunlarda hedeflediği ise, tiyatro izleyicisinin, burjuva tiyatrosunda, zengin salonlara hitap eden tiyatroda olduğu gibi, seyircinin bir kültür ürününü “tüketmesi” yerine kendisinin üretici haline gelmesi, sahnedeki karakterlerle “özdeşleşme” yoluyla içini boşaltması (“katharsis”) yerine anlatılanlara belirli bir mesafeden bakarak (onlara yabancılaşarak) sorunlarla yüzleşmesi, bu yüzleşme sonunda dönüşmesi ve dünyayı değiştirmeye hazırlanmasıdır.

Bu amaçla Brecht kısmen kendi buluşu olan, kısmen Sovyet ajit-prop (ajitasyon propaganda) sanatından etkilenen yurttaşı Erwin Piscator’un geliştirdiği, kısmen Çin tiyatrosundan esinlenen sahneleme tekniklerinden yararlanır. Oyunlarında erkenden kullanmaya başladığı bir teknik, hikâyenin akışını zaman zaman şarkılarla kesmek ve böylelikle seyircinin akışa kapılmasını engellemek, onu anlatılan öykünün anlamı üzerine düşünmeye sevk etmektir. Ayrıca oyuncular seyirciye doğrudan hitap ederek de aynı sonuca ulaşırlar bazen. Erken aşamada geliştirilen bu yaklaşım, Brecht’in zamanla “müzikal” ya da “opera” tarzı eserlerde çok iyi müzisyenlerle (bunların en bilinenleri Kurt Weill ve Hans Eisler’dir) işbirliği yapmasıdır.

Bu son türde verdiği en ünlü eser elbette 1930’lu yılların başında Weill ile işbirliği temelinde sahneye koyduğu “Üç Kuruşluk Opera” adıyla bilinen ve Brecht’i Avrupa çapında ünlü kılan oyunudur. Kapitalizmin çirkefini yer altı dünyası üzerinden anlatan bu oyunun belleklere kazınan cümlesi şudur: “Banka kurma ile karşılaştırıldığında banka soymak da neymiş?” Brecht, bu oyunda aynı zamanda “İnsan neyle yaşar?” sorusunu en sert biçimde sormuş olmaktadır. Yer altı dünyasının karakterleri, fahişeler ve gangsterler, burjuvaziye sürekli olarak insanın her koşulda yaşamını sağlaması gerektiğini hatırlatacaktır. Brecht bu oyun hakkında şöyle yazmıştır: “Edebiyat tarihi beni şu cümle ile hatırlayacak: önce ekmek gelir, sonra ahlak!”

Brecht aynı zamanda Piscator’dan tiyatroda film ve video projeksiyonu, döner sahne, yürüyen halı ve benzeri teknikleri almıştır. Bütün bunlarla gerçekleştirilmeye çalışılan, eğitimi düşük, hatta bazen okuma yazma bilmeyen işçi kitlelerine tiyatro yoluyla erişmek ve dünyayı değiştirme azmini ve bilincini aşılamaktır. Brecht oyunlarında yarattığı durumlar ve oyuncuları aracılığıyla işçiye ve gence hayatın nasıl çelişkiler ile ilerlediğini anlatmaya çalışmaktadır. Yani diyalektiği tiyatroya uygulamaktadır.

Alman devriminin ürünü

1898 doğumlu Bertolt Brecht, Alman devrimi patlak verdiğinde 20 yaşında idi. Alman devrimi son büyük çalkantısını yaşadığında ise 25. Genç Bertolt işte sınıf mücadelesi açısından müthiş parlak olan bu dönemin (1918-1923) ürünüdür. Marksizme adım adım bu gelişmeler içinde gelmiştir. Daha sonra Alman ve Avusturya Marksizminin birçok düşünürü ile hemhal olmuş, diyalektiğin önemli felsefecilerinden Karl Korsch’un öğrencisi, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden Walter Benjamin’in yakın arkadaşı olmuştur. Oyunlarını Marksizm ile iç içe düşünmüştür: Mesela 1929’da patlak veren Büyük Depresyon hakkında yazdığı “Mezbahaların Kutsal Johanna’sı” (Jan Dark temasından hareket eden bir parodi) oyununu, Kapital’i okuyarak yazmıştır!

Brecht’i biçimlendiren ikinci faktör elbette Almanya’da faşizmin yükselişi ve iktidara gelişidir. 1923 yılında Hitler “Birahane Darbesi” olarak bilinen ilk girişimini Münih’te yapmıştır. Brecht de Bavyeralıdır ve Münih’te yaşamıştır. Sonra 1929-30’dan itibaren Nazizm’in dev adımlarla yükselişi sırasında da, 1933 sonrasındaki sürgün döneminde de, 1939-45 arası savaş döneminde de Brecht faşizmle hep boğuşmuştur. “Yuvarlak Kafalılar ve Sivri Kafalılar”, “Üçüncü Reich’ın Korku ve Sefaleti” ve “Artuor Ui’nin Önlenebilir Yükselişi” oyunları doğrudan doğruya faşizmi anlamaya ve onunla mücadeleye adanmıştır.

Brecht’in oluşumunda üçüncü önemli faktör Stalinizmin yükselişidir. Burada yavaş yavaş Brecht’in ölümünün 60. yıldönümünde neden yaygın biçimde anılmadığı sorusuna adımımızı atıyoruz. Brecht 1933’te Nazizmin iktidarı altına giren Almanya’dan kaçıp sürgüne çıktığında önce Danimarka, Fransa İngiltere, İsveç ve Finlandiya gibi Avrupa ülkelerinde yaşamış, sonra da 1941’den itibaren savaş sonuna kadar Amerika’ya yerleşmiştir. Brecht’i solda ele alanların hiç sormadığı bir soru var: Brecht neden Moskova’ya yerleşip faşizme karşı mücadelesini Sovyet toprağından vermemiştir? Bu meselenin derinlemesine araştırılması gerekiyor, ama şimdiden söylenebilecek olan şudur: Brecht Avrupa sürgünü sırasında Sovyetler Birliği’ne de gitmiş ama orada tutunamamıştır. Neden? Çünkü 1929 sonrasında Sovyetler Birliği’nde edebiyat Stalinizmin kışla düzeni altında “sosyalist gerçekçilik” denen tek tip edebi yaklaşıma mahkûm edilmişti. Brecht’in epik tiyatrosu, yabancılaştırma etkileri, gestus’u ve alışılmadık sahneleme teknikleri, işçi sınıfı için (bir kelime oyunu yaparak söyleyecek olursak) çok “yabancılaştırıcı” olurdu.

Bu mesele, savaş sonrasında Brecht Avrupa’ya, memleketine dönmek üzere geri geldiğinde de güçlü biçimde hissedilecektir. Almanya emperyalist Batı ülkeleri (ABD, Britanya, Fransa) ile Sovyetler Birliği arasında nüfuz bölgeleri altında çekişme konusu durumundaydı. 1949 yılında Batı ile Doğu kesin olarak ayrıldı. Brecht (her ne kadar arada Avusturya vatandaşlığı almış olsa da) Doğu Almanya’yı tercih etti. Üstelik orada hayat arkadaşı ve en önemli oyuncusu Helen Weigel ile birlikte kendi tiyatrosunu kurdu: Ünlü Berliner Ensemble’ı ölene kadar yönetti. Ama Stalinizm ile ikinci karşı karşıya gelişi burada oldu. Tiyatrosu açıkça işçi sınıfında uzak bulundu. Ünlü Sovyet tiyatro adamı Stanislavskiy onun karşısına çıkarıldı. Gittikçe yalnız kaldı. Ölümünden sonra kültürel mirası üzerine devlet ile eşi ve mirasçısı Helen Weigel arasında uzun çekişmeler ve gerilimler yaşandı.

İşçilere kim yabancı?

Brecht’in Stalinizmle ve devrimci Marksizmle ilişkisi henüz derinlemesine araştırılmayı bekliyor. Ama araştırılması hiç gerekmeyen, ayan beyan ortada olan bir mesele var: Brecht’in 1953’te Doğu Berlin işçi sınıfı isyan ettiğinde, eylemler Doğu Almanya’nın gerisine yayıldığında aldığı tavır. O olaylar üzerine yazdığı kısacık şiir, bürokrasinin hâkimiyet tarzını anlatmak bakımından ebediyen belleklerde kalacak bir derinliktedir:

Çözüm

17 Haziran ayaklanmasından sonra

Yazarlar Birliği Sekreteri

Stalin Bulvarı’nda bildiri dağıttırdı.

Şöyle diyordu bildiri:

Halk sorumsuzca hükümetin güvenini yitirmiştir

Ve ancak iki misli fazla çalışarak

Kazanabilir yeniden o güveni.

Peki ama daha kolay olmaz mıydı,

Yönetim halkı feshedip

Yeni bir halk seçse kendine?

Stalin Bulvarı! Brecht şanslı olabilir. O absürd bildiri gerçekten de Stalin Bulvarı’nda dağıtılmıştır elbette. Ama şairin bildirinin dağıtıldığı adresi kısacık şiirine bir ayrıntı olarak koyması rastlantı mı sanıyorsunuz?

Burada aynı zamanda Brecht’in Stalinist bürokrasiden aldığı “rövanş”a tanık oluyoruz. Bütün hayatı boyunca Stalinistler tarafından tiyatrosu işçi sınıfına “yabancılaşma” ile suçlanan büyük yazar soruyor: “Kimdir işçi sınıfına yabancı? Siz mi konuşacaksınız işçi sınıfı adına?”

İroni büyüktür: Türkiye’de sosyalist hareketin en güçlü olduğu 1960-80 arası dönemde gönlü işçiden ve halktan yana bütün tiyatrolar (başta Ankara Sanat Tiyatrosu ve Dostlar Tiyatrosu) Brecht tiyatrosunun yaklaşımını benimsemişti. Ama sosyalist sol ve aydınları o dönemde aynı zamanda büyük çoğunlukla Sovyet bürokrasisine, geri kalanı da Çin bürokrasisine bağlıydı. Bir gün bile sormadılar: Neden Stalinist Sovyetler Birliği Nazi Almanyası’nın kustuğu Brecht’i bağrına basmadı diye.

Bugün hem Marksizmin aydınlar nezdinde prestiji zayıf olduğu için, hem “yoksulluk edebiyatı” diye küçümsenen sınıf sorunları sanatçılar arasında popüler olmadığı için, hem de Marksizme sahip çıktığını iddia eden solun bir bölümü Brecht’in Stalinizmin kalıplarına sığmadığını anladığı için Brecht eskiden olduğu gibi ön plana çıkarılmıyor.

Ama diyalektik bir tiyatronun sahibi mutlaka olacaktır. Ufukta nihayet yükselmekte olan devrimci Marksizm, Brecht’in mirasını eleştirel biçimde sahiplenecek, onu geleceğe, Brecht’in ölümünün 100. yılına mutlaka taşıyacaktır.

Okumuş Bir İşçi Soruyor

Bu yazıyı Brecht’in bize kalırsa en güzel, en derin şiiriyle bitirelim: “Okumuş Bir İşçi Soruyor”

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? 
Kitaplar yalnız kralların adını yazar. 
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? 
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, 
kim yapmış Babil’i her seferinde? 
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar 
altınlar içinde yüzen Lima’nın? 
Ne oldular dersin duvarcılar 
Çin Seddi bitince? 
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! 
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler? 
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? 
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer 
dillere destan olmuş koca Bizans’ta? 
Atlantis’te, o masallar ülkesinde bile, 
boğulurken insanlar 
uluyan denizde bir gece yarısı, 
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. 

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? 
Tek başına mı aldıydı orayı? 
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? 
Bir aşçı olsun yok muydu yanında? 
İspanyalı Filip ağladı derler 
batınca tekmil filosu. 
Ondan başkası ağlamadı mı? 
Yedi Yıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış ha? 
Yok muydu ondan başka kazanan?

 

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. 
Ama pişiren kim zafer aşını? 
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. 
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana 
Ve bir sürü soru.