Üniversitelerde rüzgar Bologna'dan esiyor, ne yapmalı? (Kutlu Dane - 01-07-2010)
Özerk üniversite talebi, mali özerklik talebinin içinin boşalması ile önemli bir yara almış durumda. 1980 sonrasında mali özerklik kavramı birden bire burjuvazinin de söylemi haline geldi. 80 öncesinde yükseköğretime bütçeden aktarılan fonların istikrarının garantisi anlamına gelen mali özerklik, 80 sonrasında "üniversiteler kendi kaynağını yaratsın" söylemiyle "girişimci üniversitenin" temel söylemi oluverdi. Böylelikle üç ayaklı "özerklik" söyleminin bir ayağı eksilmiş oldu. Mali kaynak piyasadan sağlanacaksa, akademik ve idari anlamda da özerklik talebini savunmak artık daha da tartışmalı bir duruma gelmiş bulunuyor.
Şimdi, yükseköğretim alanındaki mücadele açısından savunulabilecek iki pozisyon mevcut. Birincisi, kamu bütçesinden üniversitelere yeterli miktarda fonun, içeriğine karışılmadan ve düzeyi her yıl en azından korunarak aktarılması talebinin yükseltilmesi. Böylelikle akademik ve idari özerkliğin de savunulmasına devam edilebileceği umulabilir. İkinci yol ise, özerklik söyleminin yerine yeni bir söylem geçirilmesi. Aslında hangi yolun tercih edileceği, mücadelenin hangi taleplerle kurgulanacağı anlamına geliyor.
Bu anlamda, özellikle özerk demokratik üniversite söyleminin, "aşamacılığın" bir sonucu olduğu ortada. Bu ekolde yer alan sosyalistlerin aklında bu sözde "demokratik aşamanın" üniversiteleri var. "Yahu kardeşim, dünyayı değiştireceğiz iddiasındayız, bizim üniversitelere ilişkin bir tahayyülümüz yok mu?" diye soracak olursanız, alacağınız yanıt koca bir laf kalabalığından başka bir şey değil, beylik laflardan geçilmiyor. Ancak somut bir talep yok. Örneğin, buruvazinin mütevelli heyeti projesine karşı bir talep olarak "üniversiteler işçi denetimine" gibi bir söylem ileri sürdüğünüzde, özerk demokratik üniversiteyi savunanlar işi alaya alıyor, bir toplantıda kulaklarımızla duymuştuk; "doktora jürilerine de işçiler girsin o zaman" diyorlardı. Üniversiteye ve bilime ilişkin tahayyülü doktora jürisinden ileri gitmeyenlerin ne bu dünyayı, ne de üniversiteleri değiştiremeyecekleri bizce çok açık.
14 Haziran günü pek çok gazetenin internet sitesinde YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın son açıklamaları yer aldı. Özcan'a göre, üniversitelerin başına "işletme özellikleri olan bir insan" gelmesi daha iyi bir durum olacak. Üstelik bu "işletmeci rektörleri" de mütevelli heyetleri belirleyecek. Bu heyetlerin içinde yine iş insanları, belediye başkanları, hatta emniyet müdürü gibi pek çok "bilim aşığının" olacağı da epeydir biliniyor.
Aslında bu açıklamalar, yükseköğretim alanında Türkiye'de (benzer biçimde dünyada da) 1980 sonrasında hızla gelişen sürecin bir devamı. 1980 sonrasında hem işçi sınıfının mücadele gücünün askeri darbe ile bastırılması hem de kapitalizmin içine girdiği uzun bir depresif dönemde, burjuvazinin "herşeyi" metalaştırma (dolayısıyla pazarlayabilme) ve böylelikle yeni kâr olanakları/alanları yaratma ihtiyacı bir arada yer aldı. Bunun doğrudan sonucu, yükseköğretim sistemlerinin artan bir hızla ticarileştirilmesi, hizmetin bedelinin (çoğu kez müşteri olarak anılan) öğrencilere ödettirilmesi, bilimsel bilginin de her meta gibi, fiyatlandırılabildiği-pazarlanabildiği ölçüde değerli sayılması olmuştu. Günümüzde işin içine yine işletmeciliğe has başka bazı kavramlar da girmeye başladı; kalite belgeleri, performans ölçütleri vb. 80 sonrasında YÖK'ün varlık nedeni olan ve onun himayesinde sürdürülen bu sürecin adı artık (Avrupa Birliği'nin yükseköğretim stratejisi bağlamında) "Bologna Süreci".
İdeolojik içeriğini düşünen ya da düşünmek isteyen pek yok: Bologna süreci, mevsimlerin birbirini izlemesi kadar doğal karşılanıyor akademide. Üniversite bileşenlerinden özellikle öğretim üyelerinin, bu süreçten ciddi anlamda kazançlı çıkma potansiyellerinin oluşu da, sürecin içerden nasıl bu kadar gözü kapalı bir destek gördüğünü açıklamakta. Burjuvazinin doğrudan hizmetinde, bir projeden milyarlar kazanan, yanında proje elemanı olarak yüksek lisans ve doktora öğrencisi "istihdam eden" bir öğretim üyesinin çıkarı, idari personelden, asistandan ve öğrenciden farklılaşmış durumda çoğu kez. Aynı süreç, akademide yer almak isteyen genç bilim insanına da güvencesiz ve istikrarsız bir istihdam durumu sağlamakta. Ancak, akademideki bu tip bir istihdamın, akademik hiyerarşinin en hassas dengelerine ve çoğu kez de beraber çalışılan akademisyenin bir "sözüne" bağlı oluşu, bilimle uğraşarak hayatını sürdürmek isteyen bu insanların mücadelesi önünde en azından şimdilik ciddi bir engel. Diğer yandan, asistan, öğretim görevlisi, idari personel, taşeron işçi gibi diğer kadrolar, deyim yerindeyse bu sürecin dolaysız kaybedenleri durumunda.
Bologna süreci, çok açık bir sınıf saldırısı ve burjuvazinin yükseköğretim alanında kendisine dikensiz bir gül bahçesi yaratma çabası olarak okunabilir. Artık, üniversitelerin başına gelecek "işletmeci rektörlerin" ana amacı, üniversiteye para bulmak olacak. Alın size mali özerklik. Biz bu satırları yazarken, çalıştığımız üniversitede, okulun neredeyse bahçesinde bir "düğün töreni" yapılıyor. Düğün ve sünnet törenleri, biraz gürültülü olsa da, "para bulma" uygulamalarının en masumane olanlarından. Bunun daha ileri versiyonları, ticaret ve sanayi odalarının üniversitelerin bilimsel bilgi üretiminden eğitim öğretime, yönetimden denetime kadar tüm fonksiyonlarındaki etkilerinin had safhaya çıkması anlamına geliyor.
Yukarıda bıraktığımız yerden devam edecek olursak, böyle bir sınıf saldırısına karşı hangi taleplerle mücadeleye ivme kazandırılabilir? Özerklik ve demokrasi, elbette içi tamamıyla boş kavramlar değillerdir. Ancak günümüzde bu kavramları salt teorik bağlamıyla ele almaktan kaçınmak gerekir. Yükseköğretim alanında ticarileşmeye karşı verilen mücadelede bu kavramlar artık ilericiliklerini yitirmişlerdir. Burjuvazinin elinde bir üniversite modeli var; mali kaynağını kendisi bulan, kendileri tarafından yönetilen, burjuvazinin geleceğine dinamit koyacak "yaramazlıklardan" uzak, piyasanın bir aktörü olan üniversiteler. Buna karşı yürütülecek mücadelede sosyalistlerin elinde sistemi sıkıştıracak, üniversite bileşenlerine (elbette projeci öğretim üyeleri vb dışındakilere) sistemin açmazlarını gösteren talepler olmalı.
Sosyalistler, üniversiteye giriş sınavlarına karşı, işçi ve emekçi çocuklarına üniversite kapılarının açılmasını, özel dershanelerin kamulaştırılmasını, mütevelli heyetlerine karşı işçi denetimini, paralı sertifika programlarına karşı işçi sınıfına "üretimin bilgisinin tamamının" yaşam boyu eğitimle ve parasız verilmesini, politeknik eğitimi, taşeronluğa ve güvencesizliğe karşı koşulsuz iş güvencesini savunmalılar. Bunu yaparken de burjuva akademisinin nasıl demokratikleştirileceğini anlatmaktansa, açıkça sosyalizmin üniversite programını ortaya koymalı, üniversite bileşenlerine "biz olsak böyle yapardık, ama onlar yapamayacak" demelidirler. Özgür emekçiler üniversitesi adını verdiğimiz bu program, üniversiteler üzerine proleter iktidarının ve demokrasisinin programıdır. İçeriğini, işçi sınıfının iktidarında üniversitelerin toplumsal olarak hangi amaçları gerçekleştireceği belirler. Bunlar kısmen yukarıda saydığımız taleplerden çıkarılabilir, ancak bunların sayısı arttırılabilir. Hiç kuşkusuz, solun "demokratik" taleplerinin diline alışmış olanlar için bu tür geçiş talepleri, oldukça "iddialı" ya da "gerçek dışı" gelebilir. Oysa tam aksine, bu talepler tarafımızca üniversitelerde özellikle de Bologna süreci gibi açık bir sınıf saldırısına karşı işçi ve emekçileri harekete geçirebilecek en "uzlaşmaz" ve dolayısıyla en "gerçekçi" araç olarak görülmektedir. Solun uzunca bir süredir, üniversitelerin piyasa ile entegrasyonu karşısında birkaç tedirgin adım dışında bütünlüklü bir karşı duruş gösterememiş olduğu görüldüğünde, geleceğe ilişkin stratejinin tartışılmasının tam zamanıdır.