Ricat ve teslimiyet arasındaki fark
Son dönemde KESK’e bağlı sendikaların şube kongreleri yapıldı ve neredeyse hepsinde ortak tema bu baskı koşullarının karşısındaki geri çekilişin kaçınılmaz olmasıydı. Son yıllarda KESK bünyesinde yaşanan atalet ve her türlü geri gidiş bu şekilde izah edildi. Yapılacak başka bir şey yoktu. Baskı koşulları altında ricat etmek yani geri çekilmek elbette ki mümkündür. Hatta gereklidir de. Ancak ricat ile teslim olmak arasında büyük bir fark vardır.
Savaştan kaçınabilmek için savaşmak şarttır. Savaş konusunda neredeyse evrensel bir yol gösterici olan Lenin’in de zaman zaman referans olarak başvurduğu Clausewitz ricatın gereklerini şöyle ifade ediyor: “hal ve şartların gerektirdiğinden bir adım daha geri gitmemelidir; fakat moral güçler arasındaki oranı olası en yararlı noktada tutabilmek için yavaş, daima direniş gösteren bir geri çekilme, düşmana çetin ve cesur bir şekilde karşı koyma esastır. … İlk hareket olabildiğince küçük olmalı ve genellikle düşmanın kovalamasına izin vermeyen bir başlangıç, bir esas olmalıdır. Bu başlangıç kovalayan düşmanla kanlı muharebeler yapılmadan sağlanamaz, fakat fedakarlığa değer. Bu başlangıç yapılmadan kısa sürede başarısızlığa uğrayacak hızlı bir harekete geçilecek olursa, artçı muharebelerinde verilecek kayıplardan daha çok döküntü verilir; ayrıca zaten azalmış olan cesaret de kaybedilir.”
Burada ifade ettiğimiz genel anlamıyla ricat kavramı askeri biçimlerle yürütülmeyen her zaman kanlı olmayan ve düşman ordular yerine sınıf güçleri arasında türlü şekillerde verilen siyasi ve toplumsal mücadeleler için de kullanılabilir. KESK’e bağlı şube kongrelerine bakıyoruz, yönetim kurulları bu dönemi sütre gerisindeki bir bekleyişle ve sadece dayanışma ile sınırlı bir faaliyetle geçirmiş olmalarını baskı ortamının kaçınılmaz bir sonucu olarak sunuyorlar. Halbuki tam tersine ricat döneminde hareketin önünde görev ve sorumluluk alanların kat kat fazla enerji harcamaları ve bekleyiş ne demek, eskisinden çok daha fazla iradeli ve hamleli olmaları gerekirdi.
Kendi alanımız olduğu için üniversitelerden gidelim. Dirençli bir ricatın örneklerini İstanbul Üniversitesi’ndeki ve Ankara Üniversitesi’ndeki ihraçların ardından kısmen görebildik. İnsanlar atılıyor, cübbeler yerlerde çiğneniyor ama “kahrolsun istibdad yaşasın hürriyet” sloganı ile moral güç korunuyordu. Marmara ihraçlarının ardından Göztepe’de yapılan eylemde faşist saldırıyı dahi püskürten bir direnç vardı. ODTÜ bir mevzi olarak öğrencisi ile sendikasıyla ayaktaydı. Ricat perspektifiyle sendika bu direnç ve moral seviyesinin koruyacak bir mevzilenmeye gidebilirdi. Böylece koşullar uygun olduğunda yeniden ileri atılmak mümkün olurdu. Fakat örneğin birkaç ay sonra İstanbul Üniversitesi’nin bölünme sürecinde hareket yükseldiğinde sendikanın ortada görünmemesi nasıl izah edilebilir? Yine son dönemde baskı koşulları aynen devam etmesine rağmen İ.Ü. ve İTÜ’de yaşanan kitlesel yemekhane, kantin eylemlerine karşı kayıtsızlığın nedeni nedir? Bu kayıtsızlık içinde sokakta konuşmanın yerini sosyal medya, taleplerin yerini konjonktürün değişmesi beklentisi almıştır. İşte burada ricat ile teslimiyet arasındaki farkı görüyoruz.
KESK’in şubelerden konfederasyona kadar son dönemini bu bakış açısıyla değerlendirmesi gerekli. Bu eleştiri ve özeleştiri vazifesi kongre delegelerine değil tüm kamu emekçilerine düşüyor. Zira teslimiyetin şu ya da bu ölçüde parçası olmuş olan sendika içi hakim siyasetlerin makul bir pazarlığın ardından “bu kadar baskı altında yapacak bir şey yoktu” açıklamasında birleşeceğini görüyoruz. Oysa istibdada karşı hürriyetin zaferinde kamu emekçilerinin bir rolü olacaksa ricattan teslimiyete dönüşen sürecin bilançosunun ve derslerinin çıkarılması gerekiyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mart 2020 tarihli 126. sayısında yayınlanmıştır.