Fabrika, demokrasi, fabrikada demokrasi
Geçtiğimiz haftalarda 92.si düzenlenen Oscar ödüllerinde En İyi Belgesel Film ödülünü American Factory (Amerikan Fabrikası) adlı film aldı. Film 2008 ekonomik krizi sonrasında General Motors (GM) otomotiv tekelinin kapattığı Ohio fabrikasının 2016 yılında otomobil camı üreten bir Çinli şirket tarafından satın alınıp tekrar açılmasını anlatıyor. Çinli yöneticilerin denetimindeki yeni şirkette Amerikalı ve Çinli işçiler birlikte çalışıyorlar. Film, Amerikalı işçilerin aynı Çin’dekine benzer ağır sömürü koşulları altında çalışmaya maruz kalmalarını ve şirket yönetiminin tüm sendikalaşma girişimlerine engel olması karşısında yaşadıkları hayal kırıklığını oldukça gerçekçi bir biçimde anlatıyor. Bu bakımdan tüm emekçilerin filmi izlemelerinde fayda var. Anlatılanın kendi hikâyelerine ne kadar benzediğini görecekler. Bununla birlikte filmi eleştirel bir gözle seyretmeyi de ihmal etmemek gerek. Film düşük ücretlerin, ağır çalışma koşullarının sadece Çinli firmalara özgü olduğu; “daha demokrat” bir ülke olan Amerika’da Amerikan işçilerinin çalışma koşullarının çok farklı olduğu, bunların da sendikalar sayesinde elde edildiği izlenimi yaratmaya açık kapı bırakıyor. Yanlış anlaşılmasın. Çoğu Amerikan şirketlerinde çalışma koşulları görece daha iyi olabilir; bunda elbette sendikalaşmanın da rolü vardır. Ancak bizim özellikle vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Eğer ABD’de çoğu şirkette çalışma koşulları kötüleşiyorsa, Çin’deki koşullara yakınsıyorsa; burada bizzat Amerikan şirketlerinin, film örneğinde GM’in, üretimi ülke içinde ya da dışında daha düşük ücretli ve sendikalaşmanın olmadığı yerlere kaydırma, “esnek” çalışma koşullarını dayatma stratejisi önemli rol oynamaktadır. Aynı zamanda mevcut sendika yönetimlerinin de şirketlerin bu stratejisi karşısında uzlaşmacı politika izlemelerinin, sendika üyesi işçilerin iradelerini hiçe sayan anlaşmalara imza atmalarının önemli payı olduğunu da unutmamak gerektiğidir. Özetle film tüm faydalı yanlarının yanı sıra “özgür, demokrat, işçilerin hakkını veren Amerika” yanılsamasını beslemektedir. Filmin arkasında eski ABD Başkanı Barack ve eşi Michelle Obama’nın yeni yapım şirketinin bulunduğunu ve 2008 krizinde iflas eden GM şirketinin “Demokrat” Obama hükümeti döneminde kurtarıldığını hatırlayalım. O takdirde filmin GM tekelinin ve işbirlikçi sendika yönetiminin aklanmasına, Amerikan “kültürel” değerlerinin Çin’den daha üstün olduğu gibi milliyetçi tepkilere hizmet edebileceğini de akıldan çıkarmamak gerekir.
Benzer bir sorun Türkiye topraklarında da yaşanıyor. Geçtiğimiz günlerde MESS ile yürütülen toplu sözleşme sürecinde Birleşik Metal-İş yönetiminin, üye işçilerinin grev iradesini ortaya koyduğu andan itibaren grevi örgütlemek yerine, onlara sormadan Ankara’da sözleşmeye imza atmış olmasını hatırlayalım. Buna bir de bu gelişmenin ertesinde DİSK Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada CHP başkanı Kılıçdaroğlu’nun “Karl Marx ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin’ diyordu, şimdi otoriter rejimlerin güç kazandığı bir ortamda yeni bir söylemle yola çıkmak zorundayız. ‘Dünyanın bütün demokratları birleşin’ demeliyiz.” ifadelerini ekleyelim. Sendikalarda, fabrikalarda anti-demokratik uygulamaları, sömürüyü dert etmeyen, AB’den (hatta ABD’den) demokrasi bekleyen CHP ve diğer düzen partilerine soralım: Ne zamandan beridir çalışma hakkı, sendikalaşma hakkı ve grev hakkı demokrasinin, siyasal hak ve özgürlüklerin içinde yer almıyor? İşyerinde demokrasi için de, sendikalarda demokrasi için de grev hakkı için de çaba sarf etmek “demokrasi” mücadelesinin bir parçası değil mi?
Bu soruya cevabı aynı Genel Kurul’da DİSK’in davetlisi olarak yer alan Kore Sendikalar Konfederasyonu (KCTU) Temsilcisi vermiş: “KCTU, son yıllarda farklı sektörlerdeki güvencesiz işçilerin örgütlenmesine odaklandı. Bunu yaparken bir yandan da temel işçi haklarının geliştirilmesi için kampanyalar düzenledik. Özellikle 2017 yılındaki ‘Mum Işığı Hareketi’nin ardından demokrasi ve işçi düşmanı cumhurbaşkanının yargılanmasını sağlayan halk kitleleri işyerlerinde de demokrasi talep etmeye başladı. Bunun bir sonucu olarak çoğu genç, kadın ve güvencesiz işçilerden oluşan yaklaşık 300 bin kadar yeni üyeye ulaştık.” Demek ki neymiş, demokratik haklar için işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesi olmazsa olmazmış. Kılıçdaroğlu, Marx’ın artık geride kaldığını ileri sürmeden önce keşke kısa bir süre önce yayınlanan Washington Post gazetesinin araştırmasını okusaymış. 150 farklı ülkede 1900’den günümüze kadar gerçekleştirilen tüm büyük protesto hareketlerinin karşılaştırıldığı araştırma şu sonuca varıyor: Bu protestolar sonucunda demokratikleşmenin gerçekleşip gerçekleşmediği, protestoyu kimin, hangi toplumsal kesimin veya sınıfın yaptığına bağlı ve demokratikleşmenin ana aktörü sanayi işçileri (siz onu tüm emekçiler olarak okuyun). Özetle demokrasi için işçi sınıfı hareketleri şart! Öyleyse biz de yazıyı bahsi geçen filmin yönetmeninin ödül töreninde ifade ettiği sözlerle bağlayalım: “Bu günlerde çalışan sınıflar için işler giderek zorlaşıyor ve inanıyoruz ki dünyanın tüm işçileri birleştiğinde her şey daha iyi olacak."
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mart 2020 tarihli 126. sayısında yayınlanmıştır.