Referandumda boykot, seçimde Üçüncü Cephe!
Üçüncü Cephe’nin kuruluşu yolunda genel seçim muazzam bir fırsat oluşturuyor. “Boykot” kampı şimdiden bir Emek ve Özgürlük Bloku’nu oluşturmaya girişmelidir. Bugün referandum sandığından uzak durmanın anlamı, seçim sandığından işçilerin ve ezilenlerin birleşik gücünü çıkarmak olmalıdır.
1. Türkiye burjuvazisinin politik iç savaşı yeni bir muharebenin eşiğindedir. AKP çoğunluğunun mecliste kabul ettiği anayasa değişiklikleri paketi, 12 Eylül’de halkoyuna sunuluyor. Değişikliklerin özünde, işçilerin, kamu emekçilerinin, kadınların, 12 Eylül karşıtlarının vb. gözünü boyamaya yönelik göstermelik birtakım maddelerin arasına sıkıştırılmış biçimde, yıllardır AKP’nin karşısında yer almış olan yüksek yargıyı evcilleştirmeyi amaçlayan maddeler yer alıyor. Referandumun konusu budur. Konu hiçbir biçimde AKP’nin ve yandaşlarının iddia ettiği gibi 12 Eylül Anayasası’na son vermek değildir. Ne de Batıcı-laik burjuvazinin çeşitli temsilcilerinin iddia ettiği gibi AKP’nin bir sivil diktatörlük kurmasıdır. Her iki kanat da halkı aldatmaya çalışıyor. Konu, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesinden Batıcı-laik burjuvazinin mi, İslamcı burjuvazinin mi daha çok pay alacağı konusundaki savaşta yeni bir muharebenin kazanılmasıdır.
Devrimci İşçi Partisi (DİP) Girişimi, bu burjuva kamplarının her ikisinin de işçi sınıfının, emekçilerin ve başta Kürt halkı olmak üzere ezilenlerin çıkarlarının düşmanı olduğuna işaret eder. İşçilerin ve ezilenlerin burjuvazinin iki kampı arasındaki politik iç savaşta taraf olmaktan kazanacağı hiçbir şey yoktur. İşçi sınıfı ve Kürt halkı, burjuvazinin iki cephesinin yalanlarına kanmak yerine, referandumu kendi çıkarlarını savunmak için bir Üçüncü Cephe’nin örülmesine hizmet edecek biçimde kullanmalıdır. Bu, “evet” cephesinde de, “hayır” cephesinde de yer almamayı gerektirir; bu, emekçi ve ezilen kitlelerin çıkarlarıyla ilgili olmadığı için anayasa paketinin oylanmasının reddedilmesini, yani boykotu seçmek demektir. DİP Girişimi, başta işçi sınıfı olmak üzere, büyük emekçi halk kitlelerini referandumu boykot ederek burjuvazinin her iki kampına da bir ders vermeye ve Üçüncü Cephe’nin temellerini atmaya çağırır.
2. Başbakan’ın bizim ölülerimizi, Erdal Eren’i ve Necdet Adalı’yı da istismar ederek gözyaşlarıyla ileri sürdüğünün aksine, bu anayasa paketinin kabul edilmesi, 12 Eylül rejiminin ürünü olan 1982 Anayasası’nın reddedilmesi anlamına gelmemektedir. AKP’nin bu yöndeki iddiası da, solda özellikle “yetmez, ama evet” kampanyasında en berrak ifadesini bulan yaklaşım da gerçeklikle zerrece ilgisi olmayan propaganda operasyonlarıdır. Birincisi, 1982 Anayasası daha önce de defalarca değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden bazıları, örneğin 2001’de Milli Güvenlik Kurulu konusunda yapılan değişiklikler bugünkülerden çok daha önemli idi. İkincisi, bugün 12 Eylül’e karşı olduğu söylenen değişiklikler göstermeliktir. 12 Eylül cuntasından hesap sorulmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılmasının dahi (başka hukuki nedenler bir kenara bırakılsa bile zaman aşımı hükümleri dolayısıyla) pratikte hiçbir sonucu olmayacağı bilinmektedir. 12 Eylül’ü ve 12 Eylülcüleri teşhir etmek isteyen, meclisteki büyük çoğunluğundan yararlanarak bir soruşturma komisyonu ile o katil rejimin büyük suçlarını ortaya döker. Üçüncüsü, bugünkü anayasa değişiklikleri 12 Eylül’ün anayasasını ortadan kaldırmak bir yana, o anayasanın temel eğilimlerini pekiştirmektedir. 1982 Anayasası’nın en temel özelliklerinden biri, sorumsuz bir cumhurbaşkanına birçok kuruma atama yapma konusunda son söz hakkını tanımış olmasıdır. AKP değişiklikleri bunu pekiştiriyor. 1982 Anayasası, Adalet Bakanı ile müsteşarını Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) içine kadar sokarak yürütmeyi yargının işlerine karışır hale getirmişti. AKP değişiklikleri bunu devam ettiriyor. 1982 Anayasası, Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) kararlarının yanı sıra cumhurbaşkanının tasarruflarını da yargı denetiminden muaf tutmuştu. AKP değişiklikleri YAŞ kararlarını yargı denetimine sokuyor ama cumhurbaşkanının ayrıcalıklarını devam ettiriyor.
Ancak bunların her biri şu noktanın yanında gölgede kalır: 1982 Anayasası 12 Eylül’ün Türkiye’ye miras bıraktığı hukuki-siyasi rejimin dayanaklarından sadece biridir. Bu rejimin esas özelliği, 1960’lı ve 70’li yıllarda, gençlikle, köylülerle, Kürtlerle ve bütün emekçi yığınlarla birlikte ayağa kalkarak yeni mevziler fethetmiş ve burjuvazinin yüreğine korku salmış olan işçi sınıfını yenilgiye uğratarak sermayeye dikensiz bir gül bahçesi sağlamayı hedeflemesidir. AKP hükümeti işçi düşmanı politikalarıyla 12 Eylül’ün temel siyasal hedefinin günümüzdeki uygulayıcısıdır. 1 Mayıs’larda emekçilere reva görülen zulüm, Tekel işçilerine yapılanlar bunların kanıtıdır. Sendika üyesi olma hakkı anayasal bir hak iken kriz döneminde hükümet yanlısı sarı sendikalar dışında her türlü sendikalaşma girişiminin ezilmesini destekleyen, kamu emekçilerinin grevlerine tehditle, soruşturmayla, sürgünle cevap veren aynı AKP hükümetidir. Her kim işçi sınıfını her gün daha fazla kölece koşullara mahkûm etme çabasını güder ama aynı zamanda bir anayasa değişiklikleri paketiyle 12 Eylül’e darbe vurduğunu ileri sürerse, o işçi sınıfına ve halka yalan söylüyor demektir!
Solun bu yalanın peşinden giden kesimleri ise burjuvazinin en kirli işlerini yapıyor demektir. Anayasa değişikliği gündeme geleli beri AKP kuyrukçuluğu ile başı dönmüş olduğu için solun geri kalan bölümüne “ya bu paketi desteklersiniz, ya da sizi 12 Eylül savunucusu ilan ederiz” şantajını uygulamaya çalışan sözde sol liberaller, sadece sınıf politikasını terk etmekle kalmadıklarını ortaya koymuş bulunuyorlar. Zaten sınıf politikası terk edilmez; sadece bir ana sınıfı desteklemekten vazgeçen öteki ana sınıfı desteklemeye başlar. AKP’nin zavallı anayasa değişikliği paketinin 12 Eylül’e son vermek anlamına geldiğini ileri sürenler, 12 Eylül’ün sınıf karakterini gözlerden gizlemekle burjuvaziye ve 12 Eylül’e en büyük hizmeti yapmaktadırlar!
3. 12 Eylül ile ilgili tartışmanın ardında toplumun çok çeşitli kesimlerinde yankı bulan “sivil anayasa ihtiyacı” fikri yatıyor. Bugünkü sefil AKP değişiklikleri paketini 12 Eylül’e son verme olarak gören ve gösteren sözde sol liberallerden farklı olarak, “sivil anayasa” fikrini savunanlar, hiç olmazsa 1982 Anayasası’nın toptan ortadan kaldırılmasını savunuyorlar. Ama bu fikir de bütünüyle yanlıştır. Yanlış olan, cuntanın ürünü 1982 Anayasası’nın bir gün gelip de yırtılması fikri değildir. Yanlış olan, bunun bugün, günümüz koşullarında bir ihtiyaç olduğudur, bunun günümüz güç dengelerinde yapılabileceği fikridir. Anayasalar toplumsal mücadelelerin ürünü olarak, verilmiş bir anda sınıflar ve başka toplumsal kesimler arasında oluşmuş olan güç dengelerinin sonucunda billurlaşan ve geleceğe yön gösteren hukuk metinleridir. Bugün Türkiye’deki güç dengeleri, 12 Eylül’ün işçi sınıfını kıskıvrak bağlayarak burjuvazinin sermaye birikiminde en vahşi yöntemleri dahi kullanabilmesini olanaklı kılmayı hedefleyen rejimini bütünüyle ortadan kaldırmaya uygun değildir.
Üstelik, durum öyledir ki, burjuvazi 12 Eylül rejimi ile kazandığı mevzileri daha da pekiştirmek istiyor. Bu amaçla, 1982 Anayasası’nın bile kendi önünde engel oluşturan hükümlerinden kurtulmayı planlıyor. 1982 Anayasası’nın bazı maddeleri ve hükümleri sermaye birikiminin günümüzdeki ihtiyaçları ile çelişmektedir. Bunun bir nedeni, her yeni anayasa gibi 1982 Anayasası’nın da beyaz bir kâğıda yazılmamış, daha önceki mücadelelerinin izlerini ortadan kaldırmayı ancak bir ölçüde başarabilmiş bir anayasa olmasıdır. Öteki neden ise, 1982 Anayasası’nın dünya ve Türkiye burjuvazisinin neoliberal, özelleştirmeci, esnekleştirmeci, taşeronlaştırmacı eğilimlerinin henüz ilk evresinde yazılması, dolayısıyla bugünün ihtiyaçları açısından yeterli olmamasıdır. İşte bütün bu nedenlerden dolayıdır ki, TÜSİAD son yıllarda, nihayet dürüstçe “ekonomik anayasa” adını taktığı bir yeni anayasada ısrar ediyor. Bugün yapılacak olan herhangi bir yeni anayasa, demokratik haklar ve özgürlükler konusunda bazı kısmi iyileştirmeler dışında esas olarak sermayenin bu ihtiyaçlarına cevap verecektir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin örgütlülük ve mücadele kapasitesi, başka bir çözümü olanaksız kılıyor.
Öyleyse, işçi ve kitle hareketi içinde ve solda dillere pelesenk edilmiş olan “sivil anayasa”, gerici “ekonomik anayasa” talebinin peşine katılmaktan başka bir anlama gelmez. “Yetmez, ama evet” türü kampanyalar bu kuyrukçuluğun en ileri biçimini temsil eder. Bütün argümanları, Türkiye’nin bir “sivil anayasa”ya ihtiyacı olduğu, bugünkü değişikliklerin de o yönde bir adım olduğu için olumlu karşılanması gerektiği doğrultusundadır.
Ama sadece “evet” kampında değil, “boykot” kampında, hatta “hayır” kampında da aynı argüman kullanılmaktadır. Özellikle “boykot” kampında, en önemli argüman bu değişiklik paketinin esas ihtiyaç olan yeni “sivil anayasa”nın önüne geçtiği, ona olan ihtiyacı uzun süre gözlerden saklayacağıdır.
DİP Girişimi “boykot” çağrısı yapan bütün güçlerle dayanışma içinde aynı hedef doğrultusunda çalışacak, boykot kampının bir Üçüncü Cephe’nin yaratılmasında bir temel işlevi görmesi için çaba gösterecektir. Ama bizim boykot gerekçemiz, öteki siyasi partilerin boykot gerekçesinin tam tersidir. Onlar halkı referanduma sunulan paketin “sivil anayasa” ihtiyacına karşılık vermemesi dolayısıyla boykota çağırıyorlar. Biz, halkın bugün ne kısmi, ne de bütünsel bir “sivil anayasa”ya ihtiyacı olmadığını savunduğumuz için boykot çağrısı yapıyoruz.
Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin ve ezilenlerinin bugünkü ihtiyacı, anayasa paketleriyle oyalanmak değildir. TÜSİAD’ın “ekonomik anayasa”sına yem olmak hiç değildir. İhtiyaç, burjuvazinin karşısında emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarının bağımsız biçimde savunulması için örgütlülüğün ve mücadelenin örülmesidir. İhtiyaç, bir Üçüncü Cephe’nin adım adım inşa edilmesidir.
“Sivil anayasa” mücadelenin en ileri aşamaya ulaşmış olduğu Kürt sorununda bile bir gereklilik değildir. Amaç Kürt sorununun siyasi bir çözümünü sağlamaksa, anayasaya tek bir hükmün konulması dahi yolu açabilir. Bunu Kürt hareketinin en ileri düzeydeki temsilcileri de sürekli olarak ifade etmişlerdir. Dolayısıyla, “boykot” çağrısı yapanlar önlerine “sivil anayasa”yı değil, mücadele cephesini, Üçüncü Cephe’yi koymalıdır.
4. İşçi sınıfı, emekçi kitleler ve sol adına referandumda “hayır” çağrısı yapmak, Türkiye’de oluşmakta olan yeni dengeler çerçevesinde çok tehlikeli bir yola girmek demektir. AKP’nin aldatmacasına karşı çıkmanın gerekli olduğu ortadadır. Ama bunu anayasa paketinin merkezinde yer alan Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu için öngörülen yeniden yapılanmanın “yargı bağımsızlığı”nı ortadan kaldırdığı, “kuvvetler ayrılığı”nı tehdit ettiği ve AKP’nin yargıyı da ele geçirerek kendi sivil diktatörlüğünü kurmaya doğru ilerlediği türünden gerekçelere dayandırarak “hayır” cephesinde yer almak kabul edilemez.
Sınıflı toplumda “yargının bağımsızlığı” ve “tarafsızlığı” tam bir efsanedir. Yargı, bütünüyle burjuvazinin emrindedir, adalet bütünüyle sınıf adaletidir. Ancak işçiler ve emekçiler arasından seçilmiş yargıçlardan oluşan halk mahkemeleri yargının düzenden bağımsızlığını ve ezilenler lehine adaleti sağlayabilir. Yeni anayasa değişikliklerinin “kuvvetler ayrılığı”nı ortadan kaldırdığı yolundaki yaygarayı koparanlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu “kuvvetler ayrılığı”ndaki yeri söz konusu olduğunda hiç de aynı duyarlılığı göstermiyorlar! AKP’nin yeni hükümlerle Anayasa Mahkemesi’ni ve HSYK’yı ele geçirmekte olduğunu söylemek ise, Türkiye’nin ebediyen AKP çoğunluklarına mahkûm olduğunu söylemekten başka anlam taşımaz!
Düzen güçlerinin, en başta CHP ve MHP’nin bu tür itirazlarına işçi sınıfı veya sol adına destek olmak, işçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin sorunlarını AKP hükümeti ile özdeşleştirmekten ve kapitalist sistemin kendisini temize çıkarmaktan başka anlam taşımaz. “Hayır” oyunu savunmanın en makul gerekçesi gibi görülebilecek olan “evet” sonucunu engelleme, böylece AKP’nin sandıkta zafer kazanmasını önleme gerekçesi bile aslında sakattır. AKP’yi yenilgiye uğratmanın alternatifi bir CHP-MHP koalisyonunu iş başına getirmekse, bunun işçiler ve ezilenler açısından ne kadar vahim bir sonuç olduğuna işaret etmek bile gereksizdir. Oysa bu, son dönemin gelişmeleri ışığında gittikçe yükselen bir olasılık olarak ortadadır. Baykal’ın yüksek yerlerden kaynaklanan tasfiyesi sonucunda Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi, AKP’nin İsrail ve ABD ile İran sorununu da içeren çelişkilerinin birikmesi ve başka birçok faktör, referandumun ardından derhal ya da bir süre sonra gelecek seçimlerde Batıcı-laik burjuvazinin emperyalizm ile el ele AKP’den kurtulma yönünde hazırlık yapmakta olduğuna işaret etmektedir. Bugün işçi hareketi ve sol adına referandumda “hayır”ı savunanlar, işte CHP’ye bu doğrultuda soldan destek verme yoluna girmiş olmaktadırlar.
5. Türkiye hızla genel seçimlere doğru yol alıyor. Referandum, aslında genel seçimlerin öncesindeki bir güç sınavıdır. Bir bakıma, bir ön seçimdir. Seçimin ittifaklarına biçim verecek merhaledir. AKP’nin Saadet ve BBP ile yakınlaşması bunun bir örneğidir. “Hayır” cephesindeki sol partiler de muhtemelen seçimde açık ya da gizli biçimde CHP’nin yanında yer alacaktır. Aynı şey, “boykot” kampı için geçerlidir. “Boykot” kampı, 12 Eylül’ün sınıf karakterini vurgulayarak ve işçi sınıfı ile Kürt halkının birlikte mücadelesini öne çıkararak Üçüncü Cephe’yi örme yolunda sağlam adımlar atmalıdır. “Boykot” kampı aynı zamanda bugün “hayır” kampında yer almakta olan sol güçleri CHP’den koparmak için çaba göstermelidir.
Üçüncü Cephe’nin kuruluşu yolunda genel seçim muazzam bir fırsat oluşturuyor. “Boykot” kampı şimdiden bir Emek ve Özgürlük Bloku’nu oluşturmaya girişmelidir. Bugün referandum sandığından uzak durmanın anlamı, seçim sandığından işçilerin ve ezilenlerin birleşik gücünü çıkarmak olmalıdır.
Devrimci İşçi Partisi Girişimi