Bugün boykot, yarın Üçüncü Cephe!

Timsahlar göz yaşlarını akıtadursunlar, 12 Eylül cuntasının Türkiye'ye bir cendere olarak giydirdiği siyasi-hukuki rejim, referandumdan sonra da sıhhat ve afiyette olacak. Bunun sayısız nedeni var. Sözde solculuk adına, 12 Eylül'e karşı çıkmak gerekçesiyle referandumda "evet" oyu kullanmak gerektiğini ileri sürenlerin argümanlara cevap vermeden mugalataya devam edeceklerini bilmemize rağmen, bu nedenlerden bazılarına değinelim.

Bir kere, dar anlamda anayasa hukuku alanında bile, referanduma sunulan değişikliklerin 1982 Anayasası'na darbe vurması söz konusu değil. 1982 Anayasası daha önce defalarca değiştirildi. 2001'de yapılan ve Milli Güvenlik Kurulu'nun yetkilerini yeniden tanımlamayı da içeren değişiklik, bugünkünden çok daha önemli idi. Buna rağmen, 12 Eylül mirası rejim devam etti. Bugünkü sözde çok önemli değişikliklerin çoğu şu ya da bu toplumsal kesime (işçiler, kamu emekçileri, kadınlar, 12 Eylül karşıtları) verilmiş şekerler niteliğini taşıyor. Bir bölümü, AB uyum faaliyetleri dolayısıyla zaten yapılacaktı. AKP onları buraya sokuşturarak "evet" oylarını arttırmaya çalışıyor. Bir bölümü ise işlevsiz, göstermelik değişiklikler. Güya 12 Eylül katillerinin yargılanmasının önünü açan, ama (başka hukuki engeller bir yana) zaman aşımı dolayısıyla işe yaramayacak olan Geçici 15. maddenin kaldırılması gibi.

Anayasa hukuku alanında kaldığımızda bile, bu değişiklik paketinin esas çekirdeğini oluşturan maddeler, bu sayfalarda daha önce de yazmış olduğumuz gibi (bkz. "1982 Anayasası'nın liberal taraftarları", Radikal İki, 4 Nisan 2010) büyük ölçüde 1982 Anayasası'nın mantığının damgasını taşıyor. 1982 Anayasası YÖK'ten RTÜK'e birçok kuruma üye atanmasını, sorumsuz bir cumhurbaşkanının yetkisine vermişti. AKP değişiklikleri bu yönelişi yüksek yargı kurumları bağlamında derinleştiriyor. 1982 Anayasası, Adalet Bakanı ve müsteşarını Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na yürütmenin Truva atı gibi yerleştirmişti. AKP değişiklikleri bunda ısrar ediyor. 1982 Anayasası, YAŞ kararlarını yargı denetiminden muaf tutarken aynı şeyi cumhurbaşkanın tasarrufları için de yapmıştı. AKP değişiklikleri ilkini kaldırırken ötekini gidermeye zahmet bile etmiyor!

12 Eylül yalanları

Ama asıl önemli olan, dar anlamda anayasa hukuku alanının dışına çıkarak 12 Eylül cuntasının Türkiye'ye miras bıraktığı siyasi-hukuki rejimin ayırdedici özelliğinin ne olduğunu sormaktır. Düzenin sözcülerinin bu konudaki suskunluğu manidardır: Tamam 12 Eylül çok baskı yapmıştır, işkenceye, idama, düpedüz adam öldürmeye başvurmuştur, tamam geride cendere gibi bir rejim bırakmıştır da, neden? Bu soruya cevap vermeden 12 Eylül'ün reddinin, bırakın mümkün olmasını, tartışılmasına dahi başlanamaz.

12 Eylül, 1960-80 döneminde muazzam güçlü bir sınıf mücadelesi veren ve sayısız mevzi kazanan işçi sınıfının, sadece ekonomik kazanımlarını değil örgütlülüğünü ve haklarını da elinden almak için yapılmıştır. Başka şekilde söyleyelim: 12 Eylül Türkiye'de sınıflar arası güç dengelerini, işçi sınıfını kıskıvrak bağlayarak sermaye lehine değiştirmek için yapılmıştır. Bu kadar eza, bu kadar ceza her şeyden önce bunun içindir. Bu görüşü kabul etmeyen tersini ileri sürsün, tartışalım. Çok yararlı bir tartışma olacağına kuşku yok.

Yok, eğer kimse tersini ileri sürecek kadar pusulasını şaşırmadıysa, o zaman  buradan mantıksal bir kaçınılmazlıkla şu sonuç çıkar: 12 Eylül'ün miras bıraktığı siyasi-hukuki rejimin özü buysa,  işçi sınıfını kıskıvrak bağlayan yönlere dokunmayan bir değişiklik söz konusu olduğunda, 12 Eylül'ün reddinden söz edilemez. AKP, işçi sınıfına ve emekçilere karşı 30 yıldır sürdürülen sermaye saldırısını en üst perdeye yükseltmiştir. Önümüzdeki dönemde de  işçi sınıfına saldırıyı sürdürmeyi planlamaktadır (özel istihdam büroları, kıdem tazminatının budanması, bölgesel asgari ücret, 12 Eylül'ün sendikal yasalarını yasakları asgari düzeyde yumuşatarak güncelleştirmek vb. vb.) Bu durumda siz "yetmez, ama evet" derken neden söz ediyorsunuz? Ne var ki "yetmez" olsun?

Solda sınıf politikasını bırakanların kaderi budur: Burjuvazinin büyük işçi ve emekçi kitlelerinden gerçekleri saklama çabasına soldan siper olmak. Kendilerine ihsan edilen gazete köşelerinde ya da televizyonlara çıkarak AKP'nin sefil anayasa değişikliklerini 12 Eylül karşıtlığıymış gibi savunan "solcular", bu yaptıkları ile 12 Eylül'ün sınıf karakterini işçilerin ve emekçilerin gözünden saklama işinde yardakçılık yaptıklarını göremeyecek kadar mı karşı safa geçtiler? Yoksa bile bile mi yapıyorlar bunu?

Boykottan Üçüncü Cephe'ye

Peki, bu anayasa değişikliği paketi 12 Eylül'ü bitirmekle ilgili değilse, konusu ne? Neden yapılıyor, nasıl bir sonuç yaratacak? Bu paket, doğrudan doğruya burjuvazinin iki cephesi, Batıcı-laik cephe ile İslamcı cephe arasında yıllardır devam etmekte olan politik iç savaşın yeni bir muharebesi olarak görülmeli. Parlamento ve hükümet düzeyinde güçlü bir hakimiyete sahip olan AKP, Batıcı-laik burjuvazinin kendi karşısında yer alan kurumlarından orduyu üst üste yaptığı hamlelerle zor duruma düşürdükten, sivil bürokrasiyi kendine yakın kadrolarla doldurduktan, üniversite bürokrasisini YÖK hakimiyeti aracılığıyla ele geçirdikten sonra, şimdi de yüksek yargıyı içeriden kuşatarak bir muhalefet odağı olarak etkisizleştirmeye çalışıyor. Yani anayasa değişikliği paketinin konusu, sadece ve sadece burjuvazinin iki cephesi arasındaki güç dengesidir. Solda "evet" oyunu savunanlar, AKP'nin bu mücadeledeki piyonları konumundadır.

Ama bunun karşısına sol adına "hayır" şiarıyla çıkmak, hele hele Türkiye'nin politik ortamında son dönemde yaşanan gelişmeler ışığında ele alındığında son derecede sorunludur. AKP'nin referandumda "evet"in kazanmasının propaganda etkisi yoluyla olsun, ortaya çıkacak kurumsal güç dengesi değişikliği yoluyla olsun elde edeceği yeni güçten kaygılanmak meşrudur. Ama bunun karşısında, AKP'nin güç kaybetmesi ve sonunda seçimleri yitirmesi için "hayır" cephesine umut bağlamak vahim bir politik yönelişe işaret eder.

Çünkü AKP parlamento ve hükümet dışındaki alanlarda gücünü arttırıyor olabilir, ama bir dizi faktörün etkisi altında bir yandan da suyu kaynatılmaktadır. İsrail ve İran sorunlarından dolayı ABD yönetimiyle, kendine yakın İslamcı burjuvazinin çıkarlarını savunması yüzünden TÜSİAD burjuvazisiyle arası açılmıştır. "Açılım" olarak anılan politikasının iflası yüzünden de, ekonomik krizde işsizliğin sıçraması dolayısıyla da oy gücünden bir miktar yitirmektedir. Tam da bu aşamada Baykal'ı tahtından indiren bazı kudretli odaklar Kılıçdaroğlu CHP'sini AKP'nin alternatifi haline getirmişlerdir. İşte bu operasyonda CHP ile aynı kampta yer almak, sol açısından çok vahimdir: Her şeyi bir yana bırakın, yaklaşan genel seçimlerden AKP'nin yerine bir CHP-MHP koalisyonunun çıkması ihtimali dahi tüyler ürpertici bir olasılıktır. Öyleyse, "hayır" cephesinde yer almak sol açısından gelecekte yürünecek yol bakımından çok kaygılandırıcıdır.

Bu olasılık açıkça gösteriyor: Burjuvazinin iki kampından da emekçilere ve başta Kürt halkı olmak üzere ezilenlere bir hayır gelmez. İhtiyacımız mücadele eden Kürtleri ve mücadele eden işçileri, emekten ve özgürlükten yana bütün insanlarla bir araya getiren bir Üçüncü Cephe'dir. Referandumda sandıklardan uzak durmak, burjuvazinin iki kanadının karşılıklı tepişmesine karşı "beni piyonunuz olarak kullanamazsınız" diye haykırmak anlamına geliyor. Boykot, yarının Üçüncü Cephesi'nin güçlerini bir ilk kez halkın gözünde canlandıracaktır.

Ancak bu Üçüncü Cephe'nin güçlenmesiyledir ki, 12 Eylül'ün işçi düşmanlığı da, ırkçıların ve şovenlerin Kürt düşmanlığı da yenilgiye uğratılabilecektir.


Bu yazı 1 Ağustos 2010 tarihinde Radikal İki’de yayınlanmıştır.